Kore Dizileri :)


Gelin, herkesin (özellikle genç kızların) ayıla-bayıla izlediği Kore dizilerinde neler dönüyormuş görelim :)

* Senaristlerinin yaratıcılığı sıfır efenim.
Ya da haklarını yemeyelim, öyle bi' senaryo yazıyorlar ki; uçmak serbest :)
Akla-hayala uymayan, 'O-haaa!!!' dedirtecek ne varsa sıradan bi' senaryoda bulabilirsiniz.
Öteki dünyaya gitmeyip onun-bunun bedenine girerek hayata dönmeye çalışan ruhlar, iki kadeh içip birbirinin vücuduna giren ruhlar gibi olaylar sanki grip olmak kadar doğal :)
Kazalar, kaybedilen hafızalar, bu hafıza kayıplarında her bi' şeyi hatırlayıp tek sevgiliyi, en önemli kişiyi hatırlamamalar, felç olup yatağa bağlanmalar ama yatalak olmak değil, bilinçsizce yatmalar, sonra iyileşivermeler, bitkisel yaşamdan geri dönmeler vs. :)
Bizde arabanın tamponunun dokunmasıyla görme yetisini kaybedenlere gülerdik :)

* Eğer sıkılı bi' yumruk görüyorsanız ortada kızgınlık var demektir.
Kollar yanda, bir yumruk taş gibi sıkılı ise; çok kızdım, çok kıskandım bu yüzden kızgınım ama bi' şey yapamıyorum anlamına geliyor.
Meselam; esas oğlan kızı çok seviyor, tam kızla konuşmak için ona doğru yürürken yoldan geçen bi' erkeğin kıza adres soracağı tutuyor!
Kız da -hele ki gülümseyerek- cevap verirse erkek olduğu yerde duruyor, kameralar hemen ele zoomlanıyor.
Yumruk sıkılı = erkek sinirlendi ama o an bi' şey yapamıyor! :)))

* Yemek yemek inanılmaz önemli.
Yemek...nasıl desem, yaşama şartı! Yemek yemezsen güçsüz kalırsın, bayılırsın, zayıflarsın, aman ye-hemen ye!
Fakirler hep aynı yemekleri yer, az yer, zenginlerin masasında yok yoktur, kuş sütü eksiktir.
Zenginler fakirlerin yediği yemeklerin tadını bile bilmez, fakirler de zenginlerin...
Gösteriş yapmak için masa donatıp fakir kıza 'otur-ye!' demek olmazsa olmaz :)
'Buranın en pahalı menüsü bu, ömrünce görmemişsindir, çekinme, ye' gibi konuşmalar gayet sıradandır :)
Et pahalıdır. Fakirler 'Ramen' yer, zenginler yarım tonluk tuna balığı kestirirler :)

* Sınıf farkı, zengin-fakir ayrımı etrafında döner olaylar.
'Davul bile dengi dengine' atasözünün altı beş dakkada bir çizilir.
Zenginler, üst sınıfa ait gençler yine üst sınıfa ait ailelerin çocuklarıyla -aile kararıyla- evlenir.
Öyle zengin adam kalkıp fakir kızla evlenecek de zengin çocuğun ailesi 'mutluluklar' diyecek ha?
Zengin aileler böyle bir beraberliği engellemek için elinden geleni ardına koymazlar.
Anneler çirkefleşir, fakiri ezecek, gururunu ayaklar altına alacak ne varsa söylerler. Daha doğrusu ağzına geleni söylerler. Zenginlikleri oranınca fakir aileye yapmadığını bırakmazlar, evlerini başına yıkarlar vs. vs. :)

* Zenginler soğuk, krizmatik, görgülü (ama bir o kadar da görgüsüz) kültürlü, iyi eğitimli, bok gibi zengin olurlar.
Cool takılırlar. Şaşırdıklarında bile en fazla gözleri biraz daha açılır, sonra hemen cool ifadelerine geri dönerler.
Fakirler, sıcak, candan, cıvıl cıvıl, samimi olurlar.
Bas bas bağırırlar, vööööö! öğğğğğğ! voaaaaa! gibi şaşkınlık belirten saçma-salak surat ifadelerini sıkça takınırlar.
Görgüsüzdürler, eğitimsizdirler, hep aynı şeyleri yer-giyerler.
Kapitalist yaşamın her detayı abartılarak göze sokulur.
Zenginler, paraları kadar fakirleri aşağılama, hor görme, pis bakışlarla onları böcek gibi ezme, tehdit etme, küçümseme, ''kavgada bile söylenmez'' denilen ne kadar incitici söz varsa söyleme hakkına sahiptir.
Ne de olsa 'pis fakir!'dir onlar.

* Paranın satın alamayacağı hiç bir şey yoktur.
Restoranlar, alışveriş merkezleri, oteller, 'kapadım, sabaha dek bizim!' denmek için kapatılıverir :)
Çorap değiştirir gibi araba değiştirilir, 'lüks' adına ne varsa her şey göz önüne serilir.
'Parası neyse vereyim, fiyatı nedir sen ondan haber ver' gibi cümleler uçuşur.

* Zenginler stil sahibidir.
Kılık-kıyafet-takılar-ayakkabılar-çantalar-kıyafete uygun arabalar an be an değişir.
Saçlar milim kıpırdamaz, kahküller yerinden oynamaz, hepsi bakımlı-makyajlı olur. Sanırsın ki Vogue için kapak çekimi az sonra başlayacak.
Erkekler kadınlardan daha iyi giyinir. O saçlar, bizim 'emo' dediğimiz çocukcağızlarda görüp 'vay be!' dediklerimizden az daha hallicedir.
Dizinin başından sonuna kafaya kalıp gibi koyulmuştur.
Şakır şakır yağmur yağar, perçemler azıcık ıslanır, artık ne sıkıyorlarsa kafaya öyle kalması için :)))
Fakirlerse, ne bulursa giyerler :)
Makyaj yapmazlar, parfüm sürmezler, spor-bol-tayt-bere gibi bol-büyük sıcak ve konforlu ne varsa geçirirler çıkarlar üzerlerine.
Zenginler tarafından tiksinti dolu, ayıplama dolu, ıyyyyy! bakışlarıyla süzülürler.

* Şarkılar şahanedir.
Öyle güzel melodiler vardır ki dalıp gitmek işten değildir.
Bi' de şarkı homana homana oy, koranina konna miy moy! diye giderken I'll be waiting for yoooooou nonanina noy noy! olmasa tam süper olacak.
Japonlara da var bu olay. Şarkı adı: Call me, tüm şarkı Japonca ama arada 'Call me, call me' yeeeiy yeeee! diye bi' İngilizce laf sıkışıverir ve bu da şarkıya ismini verir.
Nedir bu İngilizce özentisi anlamış değilim.
Zengin gençler tiki olur ve arada 'Yo Man!' 'Okkeeey let's go!' 'Sorry' lafları 'İngilizce biliyorum, bunu da burda hatırlatayım' dercesine kullanılır :)

* Hem bakar kördürler hem de incecik ağaçların ardına geçtiklerinde görünmez olma özellikleri vardır.
Şöyle ki efenim; kız ağlayarak kaçar, erkek durur, sonra 'ulen ne halt ettim ben dur yakalayayım kızı' der ve peşinden koşmaya başlar. Kız beş metre ilerdeki incecik ağacın veya sokak lambasının direğinin veya ne bileyim bisikletin ardına saklanmıştır.
Sen alenen görürsün, saklanan kişi arayan kişiyi görür, bi' tek arayan kişi göremez.
Sağına bakar-soluna bakar 'kahretsin kaçırdım' ifadesi suratında geri döner :)
Kesin görünmez oluyorlardır başka hiç bi' açıklaması yok çünkü bunun.

* Cinsellik yoktur.
Tüm dizi boyunca görüp görülen öpücüktür :)
Dudaklar birbirine değdirilir.... değdirilir...gözler kapatılır...dudak dudağa kalınır ve biter.
Hepsi bu :)
Zaten o anda da aşık neyin olunmuştur :)
Sevilen kız masum olur, eline erkek eli değmez, ağla ağla geberir dizi boyunca.
Erkek çapkın olur, bi' kız sağ kolunda, bi' kız sol kolunda artiz artiz dolanır :)
Bi' kızın erkekle yatağa girebilme ihtimali bile onun ne derece aşşağılık! erkek avcısı! şehvet düşkünü! kötü aile kızı! tü-kaka! olduğunu gösterir :)
Kötü kadınlar cinsellik yaşayannardır, nokta.

* 'Deniz Kızı' efsanesine hemen her dizide gönderme vardır.
Bir şekilde deniz kızının adı, köpük olarak yok oluşu acıklı bir şekilde senaryoda geçer.

* Önemli şeyler söylenirken aniden bi' gürültü olur, esas oğlanın veya kızın söylediği en önemli kelime duyulmaz.
Sonra duymayan kişi, sözü söyleyenin yüzüne mal mal bakar, sen az önce ne dedin-duyamadım diyemez, sonra da kafayı yer acaba bana ne dedi? diye :)

* Erkek kızın bileğine yapışır, sevgisini böyle gösterir.
Elinden tutup bir yere götürme filan yoktur, bildiğiniz orman adamı kıvamında, tak! diye bileğe yapışır, sağa-sola çekiştirir-sürükler. Kız da paşa paşa 'istemem, yan cebime koy' diyerekten sürüklenir :)
Erkeğin kadını aşağılaması, incitici söz söylemesi normaldir. Ne de olsa seviyordur, ayı yavrusunu severken öldürürmüş misali :)

* Öyle 5 sezon-140 bölüm olmazlar.
Hepi-topu 20-25 bölümden oluşurlar, bıktırmazlar, aylarca senelerce aynı şeyi kakalamazlar, tadında bitirirler :)

* Sonlar asla güzel bağlanmaz.
Son bölümde 'Yok artık Lebron James!' dedirten ne varsa gerçekleşir, olay bi' türlü gidişata uygun ve mantıklı bağlanmaz.
Beceremiyorlar bu bitirme işlerini adamlar :)

Velhasıl kelam: 'ben akıl almaz, ohhaaa! bi'şiler izleyeyim de az güleyim, keyfim yerine gelsin' derseniz izleyiniz efenim :)

Herkes güle güle 2012, hoşgeldin 2013 yazıları döşerken ben bıkkınlık veren bu gönderilerden farklı bi'şeyler okumanızı istedim.
Dilerim yüzünüze minicik de olsa bi' gülümseme yerleşmiştir :)
Sevgilerimle.

Görsel: Google Images

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği / The Unbearable Lightness of Being


L’insoutenable Légèreté de L’être / Nesnesitelná lehkost bytí

Yazar: Milan Kundera
Çeviri: Fatih Özgüven
Orijinal Dili: Fransızca
Basım Yılı: 1984
Yayınevi: İletişim Yayınları

Arka Kapak Yazısı:
''Ne yapacağını bilemeden bir avlunun karşı tarafındaki duvara dalıp gitmek; bir aşk anında karnındaki inatçı gurultuya kulak vermek; ihanet etmek; ihanetin göz kamaştırıcı yolunu terk ederek gücü kendinde bulamamak; Büyük Yürüyüş´te kalabalıklarla birlikte yumruğunu havaya kaldırmak; gizlenmiş mikrofonlar önünde espri gösterisi yapmak- bu durumların hepsini tanıdım, hepsini yaşadım... Romanlarımdaki kişiler kendime ilişkin gerçekleşmemiş olabilirliklerdir... Her biri benim ancak kenarında dolaştığım bir sınırı aşmıştır... Çünkü romanın sorguladığı sır o sınırın ötesinde başlar. Roman yazarın itirafları değildir; bir tuzak haline gelmiş dünyamızda yaşanan insan hayatının araştırılmasıdır.''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Ebedi dönüş düşüncesinde gizemli bir yan vardır ve Nietzsche öteki düşünürleri sık sık şaşırtmıştır bu düşüncesiyle; düşünün bir kere, her şey tıpkı ilk yaşandığı biçimiyle yineleniyor ve yinelenmenin kendisi de sonsuza kadar koşuluyla yineleniyor!''

''Yaşamlarımızın her saniyesi sonsuz kere yineleniyorsa, İsa'nın çarmıha çivili olduğu gibi biz de sonsuza çivilenmişiz demektir. Bu, insanı dehşete düşürecek bir olasılık. Sonsuza Kadar Yinelenme dünyasında her attığımız adıma dayanılmaz bir sorumluluğun ağırlığı gelir çöker. İşte Nietzsche, Sonsuza Kadar Yinelenme düşüncesine bunun için yüklerin en ağırı demiştir (das schwerste Gewicht).

Sonsuza Kadar Yinelenme yüklerin en ağırıysa, bizim yaşamlarımız bu ağırlığın karşısında göz kamaştırıcı bir hafiflik içinde belirmektedir.''

''Sadece bir tek hayat yaşadığımız için bu hayatı öncekilerle karşılaştıramayız ya da kusurlarımızı gelecekteki hayatlarımızda gideremeyiz; bu nedenle de ne istediğimizi bilemeyiz.''

''Einmal ist keinmal' diyor Tomas kendi kendine. Sadece bir kere olan şey, diyor Alman özdeyişi, hiç olmamış sayılır. Yaşanacak bir tek hayatımız varsa eğer, onu hiç yaşamamış da olabiliriz, fark etmez.''

''İçinde yaşadığı yeri terk etmek isteyen kişi mutsuz kişidir.''

''Beden bir kafesti ve bu kafesin içinde bakan, dinleyen, korkan, düşünen ve hayretlere düşen bir şey vardı; bu bir şey, beden çıkarıldıktan sonra geri kalan, ruh idi.''

''Tereza'nın annesi kızına, anne olmanın her şeyden vazgeçmek demek olduğunu hatırlatmaktan bir gün bile geri durmadı. Çocuğu yüzünden her şeyini kaybetmiş bir kadının deneyiminden destek aldığı için sözlerinde gerçek kokusu da vardı. Tereza onun söylediklerini dinler ve anne olmanın yaşamdaki en büyük değer, anneliğin ise büyük özveri olduğuna inanç getirirdi. Eğer anne, 'özveri'nin cisimleşmiş haliyse, o zaman kız çocuk da onarılması mümkün olmayan 'kabahat'ti demek ki.''

''Freud rüya kuramında bu noktayı gözden kaçırmış anlaşılan. Rüya görmek sadece bir iletişim (ya da şifreli iletişim diyelim isterseniz) edimi değildir; aynı zamanda estetik bir etkinlik, bir imgelem oyunu, kendi başına değeri olan bir oyundur. Rüyalarımız bize düş kurmanın -olmayan şeylerin rüyasını görmenin- insanlığın en köklü gereksinimleri arasında olduğunu kanıtlar.''

''Gözü 'daha yükseklerde bir yerde' olan herkes günün birinde gözünün kararabileceğini hesaba katmalıdır.''

''Bir an sustuktan sonra ekledi: 'Yüzeyde, anlaşılabilir bir yalan; altında, aklın alamayacağı bir gerçek.' ''

''İhanet. Küçük yaştan başlayarak babamız; öğretmenimiz bize ihanetin düşünülebilecek en alçakça suç olduğunu söyleyip dururlar. Peki ama nedir ihanet? İhanet setleri yıkmak demektir. İhanet, setleri yıkmak ve bilinmeyene doğru başını alıp gitmek demektir.''

''İlk ihanet onarılmazdır.
Başka ihanetlerden oluşan bir zinciri harekete geçirir ve bunlardan her biri bizi ilk ihanetimizden uzaklara, daha uzaklara götürür.''

''İstediğin sonsuzluksa, kapatıver gözlerini.''

''İnsanlar genellikle dertlerinden kurtulmak için geleceğe kaçarlar zamanın yoluna düşsel bir çizgi çeker, bu çizginin ötesinde o anki dert ve sıkıntılarının sona ereceğini sanırlar.''

''Çok sayıda kadının peşinden koşan erkekleri rahatlıkla iki kategoriye ayırabiliriz. Bazıları bütün kadınlarda kendi öznel ve değişmez kadın düşlerinin gerçekleşmesini beklerler.
Ötekiler ise nesnel kadın dünyasının sonsuz çeşitliliğini ele geçirme isteğiyle davranırlar.
Birincilerin saplantısı 'lirik'tir; kadınlarda aradıkları şey kendileri, kendi idealleridir ve bir ideal tanımsal olarak hiçbir zaman bulunamayacak bir şey olduğuna göre, tekrar tekrar hayal kırıklığına uğrarlar. Onları kadından kadına sürükleyen şey, kararsızlıklarına bir tür romantik özür sağlar, öyle ki birçok duygusal kadın onların bu gemi azıya almış çapkınlıklarında dokunaklı bir yan bulur.
İkincilerin saplantısı 'epik'tir, ve kadınlar bunda en ufak bir dokunaklı yan görmezler; erkek, kadınlara öznel bir ideal yansıtmaz ve onun için her şey ilginç olduğundan hiçbir şey hayal kırıklığına uğratamaz. Bu hayal kırıklığına uğrayamama özelliğinde rezilce bir yan vardır. Epik çapkının saplantısında kefaret yanının (hayal kırıklığı yoluyla ödenen kefaret) eksik olması insanların gözüne batar.''

''Belki de hepimizin ilk iki yaşamımızın tüm deneyimleriyle üçüncü bir kere doğacağımız bir başka gezegen daha vardı.
Belki de insanlığın bir derece (bir yaşam) daha olgun doğacağı başka, daha başka gezegenler de vardı.''

''Ama dünya öyle çirkindi ki, kimsecikler kalkmadı mezarından.''

''Tanrı onları ortadan ikiye ayırıncaya kadar bütün insanlar hermafroditti, o zamandan beri bu yarılar birbirlerini arayarak dünyanın dört bir bucağında gezinip duruyorlar. Aşk kaybettiğimiz yarıyı özleyişimizdi işte.''

''Kitsch'in egemen olduğu yerde, kalbin diktatörlüğü hüküm sürer.
Kitsch'in insanda uyandırdığı duygu kitlelerin paylaşabileceği türden olmalıdır. O halde kitsch alışılmamış bir durumdan yola çıkamaz; kişilerin belleklerine kazımış oldukları temel imgelerden türemek zorundadır; hayırsız kız evlat, ihmal edilmiş baba, çayırlarda koşan çocuklar, ihanete uğramış vatan, ilk aşk.
Kitsch iki damla gözyaşının ardarda yuvarlanıvermesine neden olur. İlk damla şöyle der: Çocukların çayırda koşuştuğunu görmek ne güzel şey!
İkinci damla ise şunu söyler: çocukların çayırlarda koşuştuklarını görüp bütün insanlıkla birlikte duygulanmak ne kadar da güzel!
Kitsch'i kitsch yapan bu ikinci damladır.
İnsanların yeryüzündeki kardeşliği ancak kitsch temeli üzerinde kurulabilir.
Ve bunu en iyi bilen politikacılardır. Açıkta bir fotoğraf makinesi mi gördüler, hemen en yakın çocuğun yanına koşar, havaya kaldırır, yanağından öperler. Kitsch bütün politikacıların, bütün politik partilerin estetik ülküsüdür.
Çeşitli politik eğilimlerin yanyana varoldukları ya da birbirine rakip etkilerin birbirlerini ortadan kaldırdığı, ya da sınırlandırdığı toplumlarda yaşayanlarımız kitsch işkencesinden az çok kurtarabilirler kendini; birey bireyliğini koruyabilir; sanatçı benzersiz eserler yaratabilir. Ama gücü tek bir politik hareket ele geçirdiğinde, kendimizi totaliter kitsch'in ortasında buluruz.
'Totaliter' derken kitsch'e zarar verebilecek her şeyin tümden koşuluyla sürüp atılmasını kastediyorum; her türlü bireylik gösterisi (çünkü topluluktan sapma, o sırıtkan kardeşliğin suratına fırlatılmış bir tükürüktür); her kuşku (çünkü ayrıntıları kuşkuyla karşılayan herkes  sonunda yaşamdan kuşku duymaya vardıracaktır işi); her türlü ironi (çünkü kitsch alanı içinde herkes son derece ciddiye alınmalıdır); ayrıca ailesini terk eden anne ya da erkekleri kadınlara yeğ tutan adam da; çünkü böyle yapmakla o kutsal buyruğu ('Bereket saç ve çoğal') sorgulamış olmaktadırlar.''

''Bir Marslı'nın arabasına koşulan ya da Samanyolu sakinleri tarafından şişte kızartılan bir insanoğlu belki tabağındaki dana pirzolasını hatırlar da, inekten (çok geç olarak!) özür diler.''

''İnsan gezegenin efendisi değil, sadece yöneticisiydi ve sonuçta sadece gezegenin yönetiminden sorumluydu. Descartes önemli bir adım attı; insanı 'maitre et proprietaire de la nature' (doğanın efendisi ve sahibi) yaptı. Hiç kuşkusuz bu adımla hayvanların ruhu olduğunu kesinkes reddedenin o olması arasında derin bir bağ var. İnsan efendi ve sahiptir, diyor Descartes hayvansa sadece bir otomat, hareket eden bir makine, bir machina animata Hayvan yakındığında, bu yakınma değildir; sadece kötü çalışan bir makinenin hırıldamasıdır.
Bir vagon tekerleği gıcırdadığında, vagon acı çekiyor anlamına gelmez bu; sadece tekerleğin yağlanması gerekmektedir.
Demek ki, laboratuvarda canlı canlı kesilen bir köpeğe üzülmek için neden yoktur.''
(Burada yorum yapmadan geçemeyeceğim; düşünmeyip-sıçmışsın Descartes! Moron!)

''Gerçek insan iyiliği, ancak karşısındaki güçsüz bir yaratıksa bütün saflığı ile, özgürce ortaya çıkabilir. İnsan soyunun gerçek ahlaki sınavı, temel sınavı (iyice derinlere gömülmüş, gözlerden uzak sınavı) onun, merhametine bırakılmış olanlara davranışında gizlidir: Hayvanlara.
Ve işte bu açıdan insan soyu temel bir yenilgi yaşamıştır, o kadar temel bir yenilgi ki, bütün öteki yenilgiler kaynağını bundan almaktadır.''

''İnsan zamanı bir döngü izlemiyor; onun yerine dümdüz bir çizgide ileriye doğru gidiyor. İnsan bu yüzden mutlu olamıyor; mutluluk yinelenmeye duyulan özlemdir.''

''Köpeklerin insanlara üstün yanları pek fazla değildir, ama bunlardan biri son derece önemlidir; Onlara ötenazi yasak değildir; hayvanların acı çekmeden ölmeye hakları vardır.''

''Misyon dediğin sersemce bir şey Tereza. Misyonum yok benim. Kimsenin yok. Özgür olduğunu, bütün misyonlardan arınmış olduğunu fark etmen o kadar büyük bir rahatlama ki.''


Keyifli okumalar :)

Görsel: Google Images

Minnak dolandırıcı


Az önce aklıma geldi, sıcağı sıcağına yazıya dökmem gerek.
02.12.2012 (00:12)

Lisedeydim, 1. sınıfa gidiyordum.
En dali çağlarım :) Ahahah 'Dali' yazdım, silmeyeceğim :)
Sık sık okulu kırıyoruz, yeni yeni sigara içmeye başlamışız, kan kaynıyor damarda...
Bi' 'Pizza' salonumuz var ama resmen bizim kafeteryamız; sabah girip akşam çıkıyoruz :)
-Şimdi düşünüyorum da, sabahtan akşama dek biz ne yapıyor? ne konuşuyorduk?
O zamanı nasıl öldürüyorduk? Nelere gülüyor, neleri seviyorduk?
Hiç birini hatırlamıyorum :/ -
Neyse...

Bi' gün gazetede bi' haber gördüm; küçük bi' kızın yardıma ihtiyacı var, büyük bi' trajedi yaşıyor vs.
Konu neydi hatırlamıyorum bile! Yüreğim burkuldu, üzüldüm. Yardım etmeye karar verdim.
İyi de, nasıl yardım edicem? Çok para lazım :/
Hemen minik aklımla hesaplar yapmaya başladım; okula gidip hocalara anlatsam, ilgilenmezler.
Hele hele bizim bi' müdür yardımcımız vardı... dötten bacaklı-topalak bi' kadındı.
Cadı mı cadı! Hayatta ilgilenmez.
İş başa düşüyordu hani.
Okulu kırdım, elime bi' dosya aldım.
Bi' tarafına gazete haberini koydum, diğer tarafa çizgisiz dosyayı ve kalemi koydum.
Şehrin en büyük -mobilya mağazalarıyla ünlü caddesine bi' uçtan girdim.
Üzerimde okul üniformam var tabi...tükkanlara şöyle göz ucuyla baktım, ilk sıradan başladım.
Tek tek, 'Merhaba, ben ABC Lisesi öğrencisiyim, bugün gazetede yer alan bi' haber üzerine yardım toplamaya çalışıyorum. Buyurun haber burada, toplayabileceğimiz (sanki yüz kişi topluyoruz :) ) yardımı bu çocuğun babasına ulaştıracağız. Yardım etmek ister misiniz?' diye sordum.
Kimisi burun kıvırdı, kimisi faturam/belgem olup olmadığını sordu.
Ben de bunun bi' yardım olduğunu, dilerlerse kaşe basıp imza atabileceklerini, gün sonunda toplanan yardımın kaç Lirasının kimden geldiğini böylece belgeleyebileceğimi söyledim.
İlk dükkanın para verip kaşe-imza basmasıyla olaylar başladı.
İki-üç saatin sonunda felaket yorulmuş, müthiş acıkmış, bi' kaç A4 sayfası imza-kaşe ve mühürlerle dolmuş, okul ceketimin cepleri paralarla şişmişti.
Pizza dükkanımıza döndüm,  kendi harçlığımla bi' Ayvalık tostu söyledim, yanında ayranla mis gibi yedim-içtim.
Karnımı doyurunca yardım toplamaya devam ettim.
Gün sonunda bi' kaç A4 sayfa daha doldurmuş, paraları ikiye-üçe katlamış ve çok yorulmuştum.
O gün eve vardığımda annem durumu -okuldan kaçarak yaptığım için- anlamasın diye paraları ve dosyayı odama saklamıştım.
Ertesi günü okula gittiğimde öğretmenlerimden birine durumu birazcık açtım.
Yapacağımı yapmıştım ama doğru yaptığım konusunda onay gerekiyordu sonuçta.
Öğretmenim; ''ABC Lisesi olarak böyle bi' yardım toplama olayına imza atabileceğimizi sanmıyorum. Sonuçta yardıma muhtaç bi' sürü insan var. Bu da o durumlardan biri, dilersen bi' müdür yardımcımıza sor' dedi.
Soluğu cadı olmayan-erkek-yine namlı müdür yardımcımızın yanında aldım.
Dahiyane fikrimi anlattım. Bana 'Bunun faturası var, belgesi var, resmi izni var, yapamayız. Yardım etme niyetin iyi ama böyle bi'şeye kalkışırsan resmen dolandırıcılığa girer' deyince öylece kalakaldım.
Düşünsenize; cebimde bi' tomar para var, yapacağımı zaten yapmışım! Ve hiç de yasal yollardan yapmamışım!!!
Gazetede yer alan telefon numarasını aradım, kimse açmadı. Defalarca aradım, kimse cevaplamadı.
Gazetenin numarasını aradım, beş-on tane büyük jeton harcayarak -kendi harçlığımdan- onlara bu haberde yer alan küçük kıza nasıl ulaşabileceğimizi/yardım edebileceğimizi sordum. Kendi aramızda!!! yardım toplamak istediğimizi söyledim.
''Yerel haber, yerel muhabirden ulaştı, ne yazık ki biz size yardımcı olamayacağız, haberde yer alan telefon numarasından ulaşabilirseniz olur.'' cevabını aldım.
Sonuçta bi' hafta-on günlük bi' macera sonucunda harcanan iki avuç dolusu jetondan sonra elimde koskoca bi' hiç! vardı :/
Tabi, bi' de sayfalar dolusu imza-kaşe ve bi' tomar para! :)))
Kanıtları ve parayı nasıl yok edeceğimin hesabını yapmaya başladım :/
Kış olsa, sobada yakardım (akla bak).
Çöpe atsam (ya birisi bulur da araştırırsa?)... olmaz.
Harcasam; gururuma yediremem, o para benim değil ki!
O kıza -istediğim halde- yardım edemiyor olmamın acısı içime oturmuştu.
Tükkan tükkan gezip; 'Kusura bakmayın, biz bu yardımı yapamıyoruz, paranızı geri alın' demek de çok saçma olacaktı... aradan günler geçmiş.
Emekli öğretmen bi' arkadaşım!!! vardı, kırtasiye dükkanı olan...soluğu onun yanında aldım.
Ona bağış yapmak için en uygun kurumun neresi olduğunu ve nasıl yapılabileceğini sordum.
Ve (sanırım -Ziraat Bankası idi)  Çocuk Esirgeme Kurumu'na cebimden çıkardığım tomar tomar parayı bağışladım.
Bağışı yapanın adını sordular; aileden iki kişinin adı-soyadını anında harmanladım; Feraye Öztürk
Amacı; çocuklara giyecek, oyuncak, kitap ve şeker alınması için.
Sonunda paradan kurtulmuştum! :) O günden sonra kaç gün boyunca -allaam yareppim, n'olursun okula gelip bağışı sormasınnar yareppim amin!- duaları ettim bilmiyorum.

Ama, o akşam nasıl mutlu-nasıl huzurlu uyuduğumu çok iyi hatırlıyorum.
Bu da böyle minnak bi' dolandırıcılık hatıram işte :)

15.12.2012 (19:01)

Görsel: The Goddamn Batcat!by ~mypetmoon

Hayalden kim ölmüş? :)


Yayınımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz sayın seyirciler...
Bugün, bloggerların bloggerı, fettan Sittirella en büyük iki hayalini bizimle paylaşacak.
Kameralarımızı, Sittirella'nın muhteşem boğaz manzaralı yalısına çeviriyoruz.

''Merhaba Sittirella, her zaman ki gibi çok güzel-çok zarif görünüyorsunuz.''

''İltifatınıza çok teşekkür ederim :)''

''Seyircilerimiz merak ediyor... Sittirella hayal kurar mı? Kurarsa bize hayallerinden bahseder mi?''

''Tabisi de hayal kurarım :)
Şu boğaza bakın...Bi' öküze bile ilham verir-hayal kurdurur.''
Asdfghjklşiişlkjhgfdsaasdfghjk
(Temem temem, cıvıtmıyorum...devam edelim.)

''Öncelikle bilmenizi isterim ki, boyumdan büyük hayaller kurmamayı öğrendim ben. Ne kadar erişilmez ise hayal, o kadar can acıtıyor. Bu yüzden mümkün olduğunca mütevazi, erişilebilir hayaller kuruyorum artık.
Bildiğiniz gibi, kitap okumayı çok severim. Kitap demek; aşk demek, tutku demek benim için... dolayısıyla kurduğum hayallerde bu tutkumun payı çok büyük.
Bir çok seyirciniz, beni hep yazılarımdan tanıdığı-sesimi duymadıkları için ses tonumun ne kadar güzel olduğunu ve dilimizi ne kadar düzgün kullandığımı bilmezler. Zamanında radyo programcısı olduğumu da... Bu sebeple, 'kitap okumak' en büyük hayalimdir. Okumak deyince; bir ses kaydediciye okumak.
Görme engelli arkadaşlarımızın, kitap okuma imkanı bulunmayan ama dinlemeye her zaman imkanı olan arkadaşlarımızın, benim sesimden, benim yorumumla kitap dinlemesini çok isterdim...
Ya da, düşünsenize...İstanbul trafiğinde iki saat takılıp kalmışsınız ve Sittirella size şahane bir kitabı okuyor :) O iki saat size o kadar sıkıcı gelir mi? Bence gelmez :)
Eminim zordur. Seslendirme sanatçılarının işinin çok zor olduğu gibi...ama imkansız değil.
Bu imkanı yakalasam biliyorum ki çok başarılı olurdum.''

''Çok güzel bir hayalmiş. Aslında hayal değil, bu işi sınırlı sayıda veya amatörce de olsa yapanlar var.''

''Elbette yapanlar var ama ben bir yayınevi ile anlaşıp, sürekli okumak isterdim.
Okuduğum her kitabı kütüphaneme eklediğimi düşünüyorum da...bunu hayal etmek çok güzel! :)
Bakın, hemen şuracıkta bir hayalimi daha paylaşmış oldum sizinle :)''

''Eminim ki  bir hayalinizi daha öğrenmeyi bekliyor ekran başındaki izleyicilerimiz... :)''

''Peki, o zaman...yine kitaplar üzerine kurduğum diğer hayalimi sizinle hemen paylaşayım.
Aziz Kedi'nin kafasına odun indirip tükkanına konmak! dermişim :)))
İçinde; bol bol kitap, defter, kırtasiye malzemesi, kalem, gazete, çay, kahve, rahat koltuklar barındıran, okumaya aşık, yazmaya aşık insanların huzur bulacağı-huzur vereceği şirin mi şirin bir yere sahip olmayı isterdim. Her yanını OİP ve Nihan Sarı çizimlerinin süsleyeceği bir mekan...
Her yerde; Bızt!kısadevre çizimleri, nano robot ordusu,  uzun saçlı-badem gözlü güzeller, kutukafalar, kutukediler ve diğer onlarca şirin mi şirin karakterler! :)
Hem Nihan kitaplarını da imzalar, yazarından imzalı satın almak ne güzel fikir değil mi? :)
İşte, bu benim son günlerde sık sık dalıp gittiğim ve düşündükçe detaylandırıp-güzelleştirdiğim hayalim :)))''

''OİP ve Nihan Sarı ile paylaştınız mı bu hayalinizi?''

''Şimdi paylaşıyorum ya detaylıca işte :)''

''Sittirella, samimi açıklamalarınız için, seyircilerimiz adına size teşekkür etmek isterim.''

''Rica ederim :) Benim için zevkti...asıl ben hayallerimi paylaşmama aracı olduğunuz için size teşekkür ederim :)''

''Evet sevgili izleyiciler, üp-ünlü blogger Sittirella bizlerle hayallerini paylaştı.
Kısa bir reklam arasından sonra programımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz.''

Görsel: Deviantart.com / Dream Catcher by ~fucute

Soğuk algınlığına karşı babaanne tarifi :)


Efenim, sizlere şimdi bi' babanne tarifi vereceğim. :)
Bu karışım bana rahmetli babannemin hediyesi-hatırasıdır.
Tarifi bütün malzemeleri toplayıp yapın, sonra gelin buraya ''Tişikirler Sittirella'' deyin :)))

Ne zaman boğazımda yanma-batma, halsizlik, burunda tıkanma gibi belirtilerle 'Ben geliyorum!' diyen 'soğuk algınlığı' söz konusu olsa bünyede... bitkin, halsiz, yatağa düştü-düşecek hissetsem kendimi; hemen hazırlarım.

Bi' porselen/seramik demlik içine şu malzemeleri koyuyoruz;

1 çorba kaşığı kuru nane
1 tutam ıhlamur (yapraklı-çiçekli)
1 tutam ada çayı (yapraklı-dallı)
3-5 tane kurutulmuş papatya (yazın kurutun efenim! aktarlarda var ayrıca)
Yarım limonun kabuğu (sadece kabuğu)
Yarım elmanın kabuğu (içine minik elma parçaları da atılabilir)
3-5 tane karabiber (bildiğiniz tane halinde)
3 tane karanfil (şu sarımsak kokmayalım diye ağzımıza attığımızdan)
1 çay kaşığı toz tarçın (çubuk tarçın da olur)
Bulabilirseniz; 2-3 tane 'yeni bahar' da ekleyin nütfen :)

Bu malzemelerin üzerine, kaynattığımız suyu ekliyoruz.
Malzemeleri suda kaynatmıyoruz!
Porselen demliğin-kabın ağzını kapıyoruz. Bi' havluya sarıp kalorifere-sobaya yakın bi' yere bırakıyoruz.
15-20 dakika dinlendiriyoruz.
Yine porselen bardağımıza ''iki kaşık'' bal koyup, üzerine bu karışımı dolduruyoruz.
Afiyetle içiyoruz.
İki bardak içiyoruz, yatmadan önce tuvalete gitmeyi unutmuyoruz çünküm bu karışım metabolizmaya 'çalış nan!' diyor resmen :)

Tadı çok güzel oluyor, mis gibi de kokuyor :)
Gerçekten, kendinizi bitkin hissettiğinizde, bir sabah-bir akşam olmak üzere veya iki gün üst üste akşamları yatmadan önce için bu karışımdan.
Yanında bi' tane de Aspirin alırsanız şahane olur!

''Hadi nan, kim uğraşacak bununla?'' demeyin, deneyin efenim :)
Bi' avuç antibiyotik, ağrıkesici-ateş düşürücü hap içip, yorgan döşek yatmaktansa; deneyin! :)
Güzel geçsin hafta sonunuz :)

Hadi ben kaçtım!

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Bi' rüya gördüm...


Herkese meriba :)

*
Bi' rüya gördüm... uyandığım iyi mi oldu? kötü mü oldu? kestiremiyorum şu anda :)
Şöyle ki efenim; benim tenimle ilgili sorunlarım var sanırım.
Bi' parfüm, istediği kadar 'ağır ve kalıcı' olsun, benim tenimde kalış süresi bi' saat, hadi bilemedin iki!
Sonra uçuyor, kalmıyor işte... eğer tüm gün mis gibi kokmak istiyorsam her iki saatte bi' üstüme parfüm boca etmem gerekiyor :)
Rüyamda bi' kız arkadaşımın evinde parfüm deniyordum.
Bana çıkarmış 1 litrelik (Evet, litre :) ) Loreyalin bi' parfümünü, 'bak' diyor, 'bu bence üstünde kalır, kokusu çok güzeldir' sıkıyor biraz bileğime;  ı-ıh! beğenmiyorum.
Diğer parfümü çıkarıyor, o da devasa boy-çok afili bi' marka... 'bu nasıl?' diyor. 'beğendim, bak bunun kokusu daha güzelmiş' diyorum.
Ve ben, o anda tüm bu kokuları alıyorum, hissediyorum :/
Uyanalı saatler oldu, kokular hala burnumda :/
Bu normal bi'şi mi? Rüyada kokuları algılamak?

*
Bi' ev alalım dedik buradan.
İki ay sürdü ev arama maceramız, şimdilik ara vermiş bulunmaktayız.
Sorarım arkadaşım; 45 metrekarelik, 2 oda-1 salon (yayla mübarek!) apartman dairesine çeyrek milyon yatırmak mantıklı mı?
Bi' de banka kredisi ile almayı düşünüyorduk, bi' hesaplar-kitaplar yaptılar; oldu 45 metrekarelik cep sarayının fiyatı yarım millon!
Oturdum-düşündüm:
Bahçeli ev almıyorsun, araziye para vermiyorsun.
Havada-hayali 45 metrekarelik bi' alan için, 20-30 yıl her ay bi' ton para ödeyeceksin.
45 metrekareye yarım milyon yatıracaksın ki saçmalığın dik alası.
Ev gerçekten senin olduğunda -yani otuz yıl sonra- hem ev eskimiş olacak, hem sen eskimiş olacaksın.
65 yaşında olucam be! dile kolay.
Ömrüm hepi-topu 45 metrekare ödemekle geçecek!
Olaya bu açıdan baktığımda dünyanın en pahalı evi olacak :/
45 metrekareye harcanan yarım ömür  ve yarım millon para.
Benim beyin mi farklı işliyor, yoksa -herkes bu sistemle aldığına göre- millet akıllı da böyle düşünen bi' salak ben miyim? anlayamadım gitti arkadaş!
Yok, vermem ben ömrümün yarısını içinde huzurla yaşayamayacağım bi' eve!
Hani olsa 3 oda-1 salon, kocaman balkon, yayla gibi mutfak şöyle 100-140 metrekare; tamam, alırım-dayarım-döşerim-sefasını sürerim.
Aklım çok karışık :/
Babam da dedi; ''Kızım senin ev almaya ihtiyacın mı var? Düşündüğün emekliliğin ise; nasılsa denize nazır koskocaman evin olacak, zeytinliklerin vs. de cabası. Ye-iç-ödeyin kiranızı, bakın keyfinize. Bağlama ömrünü döt kadar yer için, sokma kendini sıkıntıya-strese''.
Babamı seviyorum :)

*
Dün bi' arkadaşımı arayıp, ondan özür diledim.
Gerçekten değer verdiğim bi' kız arkadaşım saçmasapan bi' gönül ilişkisi içinde.
Başlangıçta peri masalı gibi olan ilişkisi öyle bi' hal aldı ki; erkek bunu durmadan suçlar -özellikle aldatmakla- suçlar hale geldi.
Bu da sürekli kendini ispatlama çabasında... erkek hasta, bildiğin kafadan sakat bi' tip.
Kızcağızın gururuna-onuruna dokunacak ne varsa yaptı, söyledi.
Kızcağızın da buradaki ilk erkek arkadaşı. Alttan almaya çalıştı hep... seviyor, kolay değil.
Sonra baktı olmadı-bitirdi.
Şimdi erkek peşinde, gittiği her yere gidiyor, her fırsatta arıyor ve hala -ama hala- yakaladığı her fırsatta bu kızcağızın gururunu kıracak sözler kakalıyor.
Geçen gün sinirlendim: ''neden hala bunları sana söylemesine izin veriyorsun?' dedim.
''O kadar çok sevdim ki, cart diye silip atamıyorum. Zamana bıraktım, biraz acım hafiflesin nasılsa silinecek her söylediği, ettiği... kalmayacak hayatımda izi'' gibilerinden bi' şey söyledi.
Ben bi' açtım ağzımı; ''sevgisinin içine edeyim, sana demediğini bırakmadı, yapmadığın-etmediğin ne varsa suçladı, ezildin, kendinden ödün üstüne ödün verdin... sen böyle miydin? hala göremiyor musun?'' vs. vs.
Bi' yarım saat kalayladım ama :/
Sonra eve geldim, yedim-i.tim, yaktım bi' sigara kahvemin yanında;
Dedim kızım sen ne safsın ya?
Sevgi denen bi' meret var ortada.
Sözde her şey yapması kolay, ya o kızın kalbinde neler kopuyor? Kim bilir o kendiyle nasıl bi' savaş veriyor? Kolay mı öyle gerçekten sevdiğin birini unutmak... Hayatında olmasa bile, ara-sıra sızı düşürür içine. Sen ne ara bu duyguları unuttun? Aşkın gözünün körlüğünü görmez oldun? Madem arkadaşsın, senin görevin onu 'anlamak'.. suçlamak değil.
Zaten yeterince üzülüyor... küfrettim kendime.
Açtım telefonu, özür diledim, yaptığım eşekliği fark ettiğimi, onun zaten söylediğim her şeyin farkında olduğunu, kızgınlığımın gerçekten değer verdiğim birinin sürekli üzüldüğünü-kırıldığını gördüğüm için olduğunu, o salağın yaptıklarına kızıp, kızgınlığımı yanlış kişiye yansıttığımı...''
Ne varsa içimde döktüm... o da farkındaymış zaten, teşekkür etti onu düşündüğüm için. vs.
Güzel bitti-tatlıya bağlandı.
Hangi ara duygusuzlaştım? Hangi ara 'manyak gibi sevmek' deyişini çöpe attım? Hangi ara, herkesin duygusal ilişkisinin benim gibi kavgasız-gürültüsüz- hep gülümsemeli- hep uyumlu olmadığını, sorunlar yaşandığını, hastalıklı ilişkiler olduğunu ve bununla baş etmenin zorluğunu... unuttum?
Bilmiyorum :(
Çok mu yaşlandım acaba?
Peeeef! :(

*
Bugün saçımı boyayacağım.
Fındık kabuğu rengi (var böyle bi' renk) aldım :)
Fındık-fıstık gibi takılayım azıcık diyorum :)
Kuaförlerimizin kıymetini bilin kızlar! :) Burada 3 aylık kursu bitiren, her şeyi teoride öğrenen herkes kuaför!
Bırak saç kesmeyi-şekil vermeyi, yıkamayı bile bilmiyorlar.
Dünyanın da parasını istiyorlar.
Şöyle ki; bi kırık aldırma 50 TRY'ye filan tekabül ediyor. Varın saç kestirme-boyama kaç para tutuyor siz hesap edin :)


Güzel olsun Pazar gününüzün geri kalanı.
Hadi ben kaçtım!

Görsel: Deviantart.com / trio smoke w 2 by *FotoNerdz

Bir blog insanın hayatını ne kadar değiştirebilir?


Herkese meriba :)

Bugün, sizlere 'bir blog insanın hayatını ne kadar değiştirebilir?' konusunda çok bilmişlik yapıcem :)

Ne kadar değiştirebilir?
N) Çok değiştirebilir
S) Hiç değiştirebilir
U) Az biraz değiştirebilir
X) Yok böle bi' seçenek

Cevap veriyorum: N şıkkı; Çok değiştirebilir! :)

Dün günlerden Nihan Sarı idi.
Canım arkadaşım Nihan, TÜYAP Kitap Fuarı'nda, Doğan Egmont standında iki kitabını imzaladı ve okuyucularına kendi çizimlerinden hediye etti :)

Malum, ben binnerce kilometre uzaktan katılamazdım, gidemez-Nihan'ımın yanında olamazdım.
İşte bu noktada 'blog' faktörü devreye girdi :)
Sabah uyuyorum, peşpeşe iki mesaj geldi telefonuma, gözümü araladım mesaj sesini duyunca ama sonra uyuklamaya devam ettim.
Yarım saat-kırk beş dakika sonra telefonumu elime aldığımda, mesajların canım arkadaşım OİP'ten geldiğini gördüm; ''Sende 3G var mı? Nihan'la ariycaz''

Hemmen aradım tabi :)
3G olmasa ne yazar, seven ne yapmaz? :)
OİP'imle ve Nihan'ımla sohbet ettik. İmza öncesi kahve içiyorlardı.
Nasıl mutlu oldum her ikisi için... aylardır bi' araya gelmek için uğraşıyorlardı, nihayet kavuşmuşlar :)
Çok duygusal, az güldürüklü bi' sohbet yaptık, sohbetin hemen ardından bana birlikte fotoğraflarını gönderdiler.
(OİP, canım benim, turuncu saç bile sana çok yakışıyor!) :)

Hemen ardından Twitter'dan Judy Abbott'un yolda olduğu mesajını gördüm, Euphoric ise 'gurbettekileri de düşünün!' mesajları veriyordu :)))
Pınar'ımla görüştük, benim kitaplarım Pınar'ın çantasında imza yolunu tutmuştu.
Aslında kitaplarım aylar önce alınmıştı ama imza gününü beklemişti.
Euphoric'le görüştük, Judy, Euphoric'in kitaplarını imzalama görevini memnuniyetle üstlenmişti.
Macera Kitabım-Özlem bu gruptan farklı olarak TÜYAP yolunu tutmuştu, Leylak Dalı'ma kitabı o imzalatacaktı.
Herkes muradına erdi; Nihan'ımızla tanışıldı-sarmaş dolaş fotoğraflar çekilindi-imzalar alındı... yanındaki şahane -hedaye- çizimleri de cabası :)
Musmutlu bi' gün geçirildi, arkadaşlığa-kitaba doyuldu.

Şimdi sorarım size;
Blog olmasaydı, Nihan'ımla nasıl tanışıp, nasıl 'Canım dostuma' diye imzalanmış kitabını alabilecektim?
OİP'imden nasıl  '3G var mı?' mesajı gelecekti Cumartesi sabahı?
Pınar'ım nasıl 'Abla imzaları ismine mi attırayım- nickine mi?' diye soracaktı?
(Pınar'ım, güzel gözlü, blog kardeşim, bi' kez daha teşekkür ederim.)
Leylak Dalı'm, Macera Kitabım'a nasıl ulaşacak ve  kitap imzalatacaktı?
Judy Abbott nasıl Judy'm, Leylak Dalı nasıl Leylak Dalı'm, Özlem nasıl Macera Kitabım olacaktı?
Bu kadar içten, candan, samimi, çıkarsız, abla-kardeş, canciğer arkadaşlıklar nasıl kurulacaktı?

İyi ki; öyle veya böyle blog dünyasına adımlarımızı atmışız.
İyi ki; birbirimizi iyi günde-kötü günde desteklemiş, dinlemiş, tanımış ve arkadaş olmuşuz.

İyi ki varsınız kızlar!
İsmi geçmeyen arkadaşlar kusura bakmasınlar.
Nihan'ımın imza gününden örneklemeye başladığımdan dolayı, dünle ilgisi olmayanları yazamadım.
Kocaman bi' arkadaş grubu oluşturmuşuz da farkına bile varmamışız.
Yalnız değilmişiz... sesimize ses veren dostlar edinmişiz.
Şimdi, biz bu blog sayfalarımızı sevmeyelim de ne yapalım?

Vazgeçmek yok, bloglamaya devam!
Bize daha çok 'arkadaş' lazım :)

Hanimiş: görsel Nihan'ımın çizimi... benim payıma düşen de bu oldu :)

Görsel: http://www.nihansari.com/

Yıldıza Ulaşmak


Orta okuldaydım.
Yıldıza Ulaşmak / Alcanzar dizisinin ortalığı -daha doğrusu bizim kuşağı- kasıp kavurduğu yıllar...
Çok tatlı bi' İngilizce öğretmenimiz vardı, dalga dalga kurum gibi saçları, hafif uzun ve ojeli tırnakları, sınıfı dolduran parfümünün kokusu ile tam bi' 'aşık olunacak öğretmen' örneği idi dönemimizin erkek öğrencileri için... kızlar için 'örnek alınacak kadın'.
Hepimiz öğretmen aşkına İngilizce dersimizi soluğumuzu tutarak dinliyoruz ve bu öğretmen aşkımızın yardımıyla İngilizce'yi sökmüşüz artık, sular seller gibi kafasını-gözünü kırıyoruz bu dilin :)
Bi' gün -olay nasıl gelişti hakkaten hatırlamıyorum- ama ağzım açık yine 'Yıldıza Ulaşmak' dizisini seyrediyorum... bi' an geldi Eduardo abimiz sanki gözlerimin içine baktı ve hatırlayamadığım çok anlamlı sözler etti.
Ben kalakaldım... :/
Hemen kağıdı kalemi çıkardım -İngilizce!!! biliyorum ya- Eduardo arkadaşa mektup yazdım :)

''Hello Eduardo,
You are very handsome!
My name is S.Ella, I am from Turkey.
I am most big fan of you. I would like to talk to you.
Please answer my letter... O.K?
I LOVE YOU!
yours,
S.Ella''

Kelimesi kelimesine böyleydi mektubum :)
Mektubu yazdım ama adres yok elimde!
Aman be, bu da dert miydi? :) seven ne yapmaz? :)))
Eduardo Capetillo'yu dünya tanıyor nasılsa :)

Adres:
Mr. Eduardo Capetillo
(Alcanzar)
U.S.A
yapıştırdım pembe zarfımı, ilk ve son ilan-ı aşk mektubumu yolladım :)))

Postanedeki gudubet kadına, mektubun Amerika'ya!!! kaç günde ulaşacağını sordum, 'iki hafta kadar sürer' demişti gudubet kadın, gözlerini belerterek gözlüklerinin tepesinden.
Postanenin kapısından kahraman edasıyla çıktım!
İlk iki hafta meraksız bir şekilde mektubumun ulaşmasını bekledim. Hesaplarıma göre, bana cevap yazdığında iki hafta da gelecekti mektubu elime. Bi' hafta da ben cevap yazma süresi ekledim üstüne.
Malum, meşgul adam, çok ünlü bi' yıldız, pat! diye cevap yazamaz.
Beş haftanın sonunda mektubuma cevap gelmeyince meraklanmaya başladım...
Altı hafta-yedi hafta derken aradan yirmi küsur yıl geçti işte :)))

Şimdi biliyorum Eduardo'nun bana neden cevap vermediğini.
Amerika'nın alt tarafı yerine üst tarafına yollamışım mektubu :)
Bi' de İspanyolca bi' kaç kelime şettirseymişim beni kesin anlardı o.
Kaçırdı gül gibi kısmeti :)

Şimdiki çocuklar harika, yeni nesil zehir gibi...
Her bi' boktan haberleri var.
Düşünüyorum da; ben mi çok salaktım? (olabüle)
Bizim nesil mi çok saftı? (bu da ihtimaller dahilinde)
Bizim zamanımızda, dünyanın ne menem bi' şey olduğunu görmemizi engelleyen perdeler mi çekilmişti gözümüze?
Çok mu 'temiz' kalmıştık?
Gerçekten, yeni nesli bizim zamanımızdan bu kadar farklı kılan nedir? bilmiyorum.
Teknoloji, internet, bilgiye ulaşabilme, bilmem ne de bi' yere kadar...
Onlar yetişkin kafasıyla düşünüyorlar, her olaya-duruma 'mantık' kullanarak yaklaşıyorlar.
Bizim mantıklar, ipe geçirip boynumuza astığımız pembe kokulu silgiler gibiydi sanki; hata yaptıkça kullanmak zorunda kaldığımız...
Bu da böyle, hatırladıkça beni kocaman gülümseten bi' çocukluk anımdır işte :)

Heyt be! :)
Ben de diyorum içimdeki İspanyolca sevgisi bambaşka... nedir bu sevginin sebebi? :)
Temeli o -hala sözlerini bilmediğim- şarkıyla atılmış meğersem :)))

Hanimiş: Alcanzar, 'ulaşmak' anlamına geliyor... ne alaka be? O zamandan beri bu çeviri işinde keklenmekteyiz :)
Böyle de konuştururum İspanyolca'mı :)))

Hadi ben kaçtım! :)

Görsel: Google Images

İnsanlar açlıktan ölüyor, sen hayvan besliyorsun!


Aklını, 'insan' dışındaki tüm canlılarla bozmuşlara gelsin bu gönderim.

Bazen insanları görüyorum, kedileri-köpekleri için en kaliteli/en pahalı mamaları, tasmaları, kakaları için kumları alıyorlar.
Haftada bi' veterinere gidip 'kuzumun sağlık durumu nasıl?' diyorlar.
O hayvanları kucaklarında bebek gibi taşıyorlar, her yere götürüyorlar.
Porselen tabaklardan yemek yedirip, koyunlarında uyutuyorlar.
Oysa, o köpeğin yediği yemek artığına, kedinin içtiği süte hasret milyonlarca çocuk var şu yeryüzünde.
Afrika'da onca insan açlıkla sefaletle yaşama tutunmaya çalışırken, derileri kemiklerine yapışmışken, biz bu tüylü/kuyruklu şeyleri başımıza tac etmeye devam ediyo...
Kes nan, kes!
Kes-tiiiik!

Bu veya buna benzer söylemlerle karşınıza çıkan bi' kaç kişi olmuştur bugüne dek herhalde.
Benim çıktı açıkçası... az sonra yazacaklarıma benzer şeyler söyledim, gittiler.

Çok bencil konuşacağım, 'ama hepimiz sorumluyuz' olayına girmeyelim.
Benim düşüncem beni bağlar, düşündüğümü söyleyeceğim.
Afrika'daki açlığın sorumlusu ben değilim.
Açlıktan nefesim kokarken, haftada bi' lokma yiyeceği zorla temin ederken, işsizken ve hastalıktan-pislikten ölmemek için resmen savaş verirken... cinsellikten vazgeçmeyen, hani bundan vazgeçmemeyi geçtim, korunmayıp, bi' önceki bebeği açlıktan ölmüş olmasına rağmen yenisini doğuran ben değilim.

Savaşı, şiddeti, yoksulluğu, hastalığı yaratan da ben değilim.
Afrika'ya gerek yok, aç-evsiz-gerçekten yardıma ihtiyacı olan insanlar her yerde. Dünyanın her köşesinde kapitalizm tüm hızıyla kurbanlarını üretmekte.
Benim evime alıp beslediğim kediye verdiğim bi' kap mamayla kurtulsaydı keşke insanlık.
Aç kalmasaydı yeryüzünde, evsiz kalmasaydı... eğitimsiz, hasta, çaresiz hiç kimse kalmasaydı.
Evime bi' insan alıp onu besleyemeyeceğime göre, sokakta yaşam mücadelesi veren/verecek bi' hayvancığı alıp, onun kısacık ömrünü güzelleştirebilmek elimde.
Neden insanlara koyar ki, yeryüzünde bir avuç yer tutan, haksızlığı bilmez, şiddeti bilmez, terörü bilmez, durup dururken kimsenin hakkını yemez, ağzı var-dili yok, derdini anlatmaktan aciz bi' yüreğe sahip çıkmak, onu sarıp sarmalamak?

Ve, insan olan neden anlamaz, bu minicik yüreğin verdiğin bi' kap su, bi' kap mamanın yeterli olduğunu, onu -sen ben gibi onunda hakkı olan- yaşama tutundurduğunu?

Yalan söylemez hayvanlar... seni kandırmazlar.
Hile-hurda bilmezler, yalan-dolan bilmezler.
Paranı çalmazlar, emeğini çalmazlar, yüzüne gülüp ardından konuşmazlar, güvenine ihanet edip seni üç kuruşluk çıkar uğruna yarı yolda bırakmazlar.
Eşine/sevdiğine yan gözle bakmazlar, kalp kırmazlar, hayal kırıklığına uğratmazlar.
Onlar da çiğ süt emerler ama insanın insana ettiğini etmezler.
Tek bildikleri; oynamak, uyumak, seni dinlemek, acıkınca yemek, susayınca içmek, tuvalete gitmek...
Adına 'ev' dediğimiz modern hapishanelerde -şanslılarsa bahçeli bi' evde- kısacık ömürlerini tamamlamak.
Hepsi bu.
***
Hayvanları geçici bi' hevesle seven, tatillik/özel güne hediyelik gözüyle bakıp, o minicik yüreği üç gün sevip-ev hayatına alıştırıp dördüncü gün sokağa bırakan yaratıklar var.
En azından, 'ben hayvan sevmem/hayvanlardan nefret ederim' diyenler bi' nebze olsun dürüst davranıyorlar.
Sevmediklerini alenen belirtip, ellerini bile sürmüyorlar.
Diğer grup daha tehlikeli... doğum günü/sevgililer günü/karne hediyesi/yaz tatili gibi zamanları fırsat bilip, alıyorlar bi' hayvancık... onu mutlu ediyorlar.
Evlerine alıp, oynuyor-seviyorlar.
Sonra... bıkıyorlar.
Tabi, evcil hayvan sahibi olmak büyük sorumluluk... her istediğinde alıp başını tatile gidemezsin, günlerce eve uğramamazlık edemezsin... aşısı var, maması var, sevip oynaması var.
Göt ister evcil hayvan sahibi olmak, mangal gibi yürek ister.
Sokağa atıyorlar.
Düşünsenize, sevip-güvendiğiniz, sizi besleyen, okşayan, size yatacak yer verenin bi' anda sizi vahşi bi' hayatın ortasına attığını...
Aynı şey; bi' çoğu, trafik nedir bilmediği için daha ilk sokağa bırakıldığı günde ölüyorlar :(
Bi' araba altında kalmayan grup ise, sokakta yaşam mücadelesi veren grup tarafından hırpalanıyor, dayak yiyor, gözünden-kuyruğundan oluyorlar.

Yaşam vahşi.
Bizim verdiğimiz yaşam mücadelesinin bi' benzerini de onlar veriyorlar.
Küçük bi' farkla; onlar gerçekten açlıktan ölmemek, soğuktan donmamak için savaşıyorlar.
İnsanlar tarafından katledilmemek için uğraşıyorlar.
Bunu da topla-tüfekle-tankla değil, kavgayla-dövüşle yani, doğalarına uygun şekilde yapıyorlar.
***
Amacım, insanları pek sevmediğimi söylemekti aslında.
Evet, insanları kolay kolay sevmiyorum.
Bi' insana güven duymam ve onu gerçekten arkadaş bilmem zor.
Hep 'acaba?' var aklımda... hep bi' tedirginlik.
Sözlerimi ölçüyor, biçiyor, hep kartlarım kapalı oynuyorum bu arkadaşlık oyununu.
Elbette, var zamanla güven duyduğum, sevdiğim, beni yarı yolda bırakmayacağına inandığım, kendim gibi gördüğüm arkadaşlarım.
Onlar da, zaten bu sebeple 'arkadaşım'.
Azdır arkadaş sayım -dost demiyorum, o apayrı bi' mertebe- iki elin parmaklarının sayısını geçer-geçmez 'arkadaş' dediklerim.
Ben arkadaşlarımı, 'Bal'ım' deyip kucakladığım, beni sevdiğine inandığım ve beni  mutlu eden-yüzüme gülücük konduran minnak kedim gibi seviyorum.
Sevdiğime 'seni seviyorum' demekten çekinmem.
Ne var ki, çok mu zor 'seni seviyorum' demek.
Sevmesem, ne diye arayıp sorayım ki?
Neden 'arkadaş' olayım ki?
***
Konudan konuya atlayarak, nereden nereye geldim.
'Hayvanlardan/kedilerden/köpeklerden nefret ederim!' diyenleri arkadaş etmiyorum kendime.
Bu böyle biline.

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta...



İlkokula gidiyordum...
Andımız henüz değiştirilmemişti:
Haftada beş gün, her sabah 'Andımız'ı içerdik.

''
Türk'üm, doğruyum, çalışkanım!
Yasam;
Küçüklerimi korumak,
Büyüklerimi saymak,
Yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir!
Ülküm;
Yükselmek, ileri gitmektir!
Ey bugünümüzü sağlayan ulu Atatürk!
Açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta,
Hiç durmadan yürüyeceğime and içerim!
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun!
Ne Mutlu, Türk'üm Diyene!
''

Bu yeminle büyüdük.
Hep doğruyu söyledik, çalıştık...
Küçüklerimizi sevdik, destek olduk.
Büyüklerimize saygı duyduk.
Yurdumuzu, milletimizi, insanımızı sevdik.
Varlığını vatanına/Türk varlığına armağan eden şehitler verdik; 'Vatan Sağolsun!' dedik.
Sözümüzü tuttuk, tutuyoruz... tutacağız.

Bugün...
'Türkiye Cumhuriyeti' vatandaşı isen, yaşadığın topraklarda dalgalanan bayrak 'Türk Bayrağı' ise...
Taşıdığın kimlikte 'Ay-Yıldız' var ise ve yaşadığın ülkenin resmi dili 'Türkçe' ise...

ATA'm sayesinde.

Bunu, aklından bi' an olsun çıkarma işte.

Huzurla uyu Ata'm sonsuz uykunda.
And içtik, sonsuza dek emanetçileriniz...

* 'Türk' kelimesinin 'Türkiye Cumhuriyeti' vatandaşı olmayı ve bu ülkeyi 'vatan' bilmeyi temsil ettiği gerçeğini görmezden gelip, tek kelimeye takılıp bu kelime üzerinden eziklik edebiyatı yapanlara selam olsun...

Görsel: Google Images

Şöhrete giden yolda her şey mübah...


Az sonra yapacağım çok sosyolojik, biraz psikolojik tespitler sadece beni ilgilendirmekte olup, kimsenin üzerine, tepesine, yanı başına alınmaması gerektiğini peşinen belirtirim.

Malumunuz; eskiden buralar hep dutluktu... :)
Bloggerların sayısı iki elin parmaklarını biraz geçiyordu. Hemen herkes birbirini tanıyordu.
Bi' çoğu bıraktı bloglamayı.
Kimisi evlendi, evinin kadını oldu, kimisi anne kimisi baba oldu.
Kimisi büyük işadamı-işkadını oldu, bloglamaya zaman bulamaz oldu.
Kimisinin izleyici sayısı 20'lerde takılıp kalınca sıkıldı-bıraktı.
Kimisi kendini deşifre ettiği için pişmanlık duydu, bıraktı.

Sonra bi' patlama yaşandı ve -deyim yerindeyse- ışığı gören geldi!
Işığı gören geldi, güzel de oldu. İzleyecek daha fazla blogger, paylaşılacak daha fazla görüş, şahane! Ama hani derler ya "nerde çokluk..." aynen öyle oldu :/
İnsanların içinde var olan 'farklı olma', veya 'ünlü olma' ihtiyacı kendine en fazla burada imkan buldu.
Tanınan biri olmanın kolaylığı keşfedildi, hem de gerçek halini değil, hayallerinde yaşattığı-aslında olmak istediği kişi gibi tanınabilmenin imkanı burada mevcuttu.
Sosyal medya herkese alternatif kişiler olma şansı verdi.

Herkes kendi çapında 'ünlü' oldu/pazar buldu.
Kimileri, iki haftanın sonunda dolapta gösterecek kıyafetleri kalmayınca, eşten-dosttan ödünç aldığı kıyafetleri üzerlerine geçirerek 'Bugün ne giydim?'ci olmayı seçtiler... sorsan 'modaya yön veren', meşhur deyişle 'ikon-can' oluverdiler.
Dilimize 'kombin' kelimesini yerleştirdiler.

Kimileri, bıyıklarına-burun tüylerine, sağdan soldan çıkmış kaşlarına ve hatta sakallarına bakmadan millete makyaj tüyoları vermeyi kendine görev bildiler. Makyaj ve kozmetik sektörünün yön vericileri kesildiler.
Her gün çarşaf çarşaf kozmetik ürünü tanıttılar, en ünlü markaların ürünlerini fotoğrafladılar.
Bir yılda 'aldım-kullandım' dedikleri ürünlerin toplamı sanırım benim üç/beş yıllık maaş tutarıma tekabül ediyordur.
(Maaşım iyidir laf aramızda :) )

Kimileri sinema-kitap eleştirmeni kesildiler.
Gönderilerin başlangıcını 'Baştan söyleyeyim; iğrenç bi' filmdi! Paranızı boşuna harcamayın' yaparak hevesimizin-sinema keyfimizin içine ettiler.
''Kitap okudum' diyerek sayfa sayfa kitabı anlattılar, katilin uşak olduğunu söylediler ve okumamızı şiddetle tavsiye ettiler.

Kimileri 'Süper Anne' oldular-bunun eleştirisini kendimce yaptım.
Şu ot yiyip-çiçek .ıçan çocukların anneleri... kakaları pembe olan çocukların anneleri oldular.
Bize ideal anne nasıl olunur? dersi verdiler... kendilerini 'dünyanın en mükemmel annesi' ilan ettiler.
Baktık biz onlar gibi süpper/hipper/übber anne olamayacağız; vazgeçtik anne olmaktan, bu hevesimizin de içine ettiler.

Kimileri 'yazar' oldular... Edebiyat(ve dünya) tarihine adını -hani derler ya- altın harflerle yazdıran yazarların kemiklerini sızım sızım sızlattılar.
''Bugün kime götüm geçti? Kime yazdım? Kimle içip zıçıp-kimin koynunda uyandım?'' yazdılar... cinsel devrimin yazarları!!! oldular.

Kimileri 'İyi aile kızı' olduklarının altını çizip üstüne bastılar, namus abidesi ünlüler oldular.
Kıçlarında düdük gibi pantolonlarla veya totolarının bitiş çizgisinin görüldüğü mini etekli bacaklarını gözler önüne serdiler, göğüs çatallarını gösterdiler ama yüzlerini kelebeklediler.
'İyi aile kızıyım, yaş oldu 25-30, elime erkek eli değmedi, evden dışarı çıkmadım-pencereden bakmadım, namus timsaliyim, (laf aramızda bana en acilinden bi' koca lazım!)' dediler.
Yüzlerinde kalp efektleri ve kelebeklerle beyaz atlı prenslerini beklediler.

Neyse efenim, oldukça oldular işte!
İstediklerini olsunlar, kimse olmasın demiyor zaten de, olduklarını sandıkları kişiler gibi gelip bilmiş bilmiş ahkâm kesmiyorlar mı...şeytan diyor "çak ağızlarının üstüne üstüne!"

İnsana demezler mi? -ben böyle dediğim için, herkes böyle düşünür gibi geliyor bana-
''Be insancık, madem heves ettiğin iş-güç-meslek-yaşam tarzı bu idi, gidip neden hayalini kurduğun hayatı yaşamak için bi'şeyler yapmadın?''
Bilemiyorum...

Ben bi' ''şey'' olmak istesem, o ''şey'' olabilmek için tüm gücümle çabalardım... bugün var-yarın yok, günde bir kaç yüz/bin kişinin 'tık'ladığı bir sayfada/ortamda sanal bir ünlü olmak yerine, özendiği işi yaparak gerçek hayatta ismimi duyurabilmek için çırpınırdım.
Belki, ben sosyal medyayı gerçekten stres atmak, bi' çeşit günlük olarak kullanmak ve eşle-dostla laklak yapmak amacıyla kullandığım için bu tür kullanım amaçları bana garip geliyor.
Yani, gerçek hayatta eyeliner sürmeyi beceremeyip kaşına-kirpiğine bulaştırdıktan sonra buraya gelip 'ben makyajın kitabını yazarım' ahkâmını kesenlerden olsam cidden soluğu psikologda alırdım.
Bana bi' haller oluyor, olmadığım biri gibi davranma ihtiyacı hissediyorum der, derdime derman arardım.
Hastalık çünkü bu. Olmadığın biri gibi davranma ihtiyacı hissetmek ve bu durumu sürdürmek istemen.
Bi' de gelip 'blog yazmak ve çok izlenir-ünlü bi' blogger olmak istiyorsan; şunu-bunu-onu yapacaksın' diye akıl vermeye kalkan -yine- blog yazarları var ki; evlerden ırak.
Düşünsene, işi 'Ben blog tutmanın kitabını yazdım!' noktasına gelmişler... kafadaki çatlak sayısını saymaktansa yıldızları saymayı tercih ederim.

Gerçekten anlayamıyorum bazen... belki de sorun bendedir.
Belki de ben bi' bok olamadığım için böyle düşünüyorumdur.
Kıskançlığımdan yani, çatlıyorum ortadan böyle, Diyarbakır karpuzu gibi...
Yoksa ben de heves ederim her sabah işe gitmeden, kapı önünde fonda ev terlikleri ve paspas- 'Bugün ne giydim?' diyerek sizlerin giyim kuşamınıza yön vermeyi.
Sonracığıma, alnımdan çene altıma dek palyaço gibim kat kat sürüp 'Efenim Loreyalin bu renk farı iyrenç duruyor ama gördüğünüz gibi Mekin bu renk farının pigmentleri çok başarılı, bakınız, fırça gibi fışkırmış kaşlarımı bile kapattı'' diyerek, sizleri engin makyaj bilgimle aydınlatmayı-ışıldatmayı istemez miyim hiç?
İşte oturdum, bu yazıyı bunnarı yapamamanın kıskançlığı ile yazdım.

Hele hele 'Çekiliş var kızlar!' diyenlerden olamadığım için kaç kez oturup hırsımdan ağladım sayısını unuttum.
Benim gibi kıskançlıktan geberenler var ise; buyurun birlikte çatlayalım :)

Eh be sosyal medya... sen nelere kadirsin.

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Kara Kule: Silahşor / The Dark Tower: The Gunslinger


Yazar: Stephen King
Çeviri: Gönül Suveren | Oya Alpar
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 1982
Yayınevi: Altın Kitaplar Yayınevi (Birinci Baskı 1999)

Arka Kapak Yazısı:
''Siyahlı adam tehlikeli büyülerle dolu ölüm yolunda kaçıyor, katil kovalıyordu. Bu kovalamaca yolun sonundaki KARA KULE'de sona erecek miydi?Çılgın bir kâhin, konuşan iblisler, ölmemiş bir çocuğun ruhu KARA KULE'de kimleri bekliyordu?...''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''O yüzden, 'Sakin süre ne kadar uzarsa fırtına da başladığı zaman o kadar şiddetli olur,' gerçeğini öğrenmişti.''

''Silahşorun kulağına rüzgar çanlarının sesleri gelir gibi oldu. Ruh hastalığının kurşuna benzeyen o tadını duydu. İlk kez olmuyordu bu. Parmaklarının arasında farkına varmadan zarif hareketlerle çevirdiği kurşun birdenbire ona korkunç bir şeymiş gibi geldi. Canlıydı o. Bir canavarın izlerini taşıyordu. Kurşunu avucuna alarak, parmaklarını canı yanıncaya dek sıktı. Bu dünyada ırza geçmek diye tanımlanacak bir şey vardı. Irza geçmek, cinayet, ağza alınmayacak çirkin davranışlar ve bütün bunlar iyilik etmek için yapılıyordu. Kahrolasıca iyilik.''

''Hava harika ve serindi. Silahşor arkasını ateşe dönerek yattı. Uzaklarda, dağlara giden geçidin gerisinde sürekli gök gürlüyordu.''

''Kafası acayip düşünce bitkileriyle dolu vahşi bir ormana dönüşüyordu. O zamana kadar ne böyle bir orman görmüş, ne de varlığından şüphelenmişti. Bu, meskalin kaynağının etrafında oluşan bir söğüt korusu gibiydi. Gökyüzü sudan oluşmuştu. Ve silahşoru bunun üzerine asmışlardı.''

''İnsanların erişebilecekleri yerin ötesinde Cehennemden bir damla, acayip bir şey..''

''Silahşor, insancıklar, diye düşündü. Bir zamanlar denizken çöle dönüşen düzlüklerde görülen, önemsiz böcekler.''

''Yaz mevsimindeydiler. Hava çok sıcaktı.
Ağustos ülkeye vampir bir aşık gibi gelmişti. Toprakları, kiracı çiftçilerin ekinlerini öldürmüştü. Tarlaları ve şato-kenti beyaza boyamış ve çoraklaştırmıştı.''

''Sadece düşmanlar gerçeği söylerler. Arkadaşlar ve sevgililer zorunluluk ağına düştükleri için sonsuza kadar yalan uydururlar.''

Keyifli okumalar :)

Sonbahar sona ererken...


* Sonbahar, sabahları böyle 'Günaydın' diyor bana...
Yemezler! Görünüşünle kandıramazsın beni sonbahar, gerçek yüzünü öğrendim :)

* Kış gelecekse gelsin artık! En azından tutarlı bi' mevsim kış. Soğuk-daha soğuk-çok soğuk... sürpriz yok :)
Sonbahar çok garip burada... bi' rüzgar-bi soğuk-bi' güneş-bi' yağmur-arada kar derken resmen metabolizmam takla attı, sinüzitim azdı, baş ağrısı bıçak gibi... ''sabah uyanmak ölüm'' halleri...
Mevsim mevsimliğini bilsin! Sonbahar gitsin, kış gelsin! :)

* İki tane kışlık- Norveç tipi tayt/pantolon aldım; iri yılan deseni, diğeri zebra... 'ruhum vahşi' diyorum, 'vahşi cazibe' diyorum inanmıyorlar bi' de bana :)))

* Ojelerim tuvaletin tam karşısındaki rafta sıra sıra... ne zaman tuvalete girsem -millet fayans sayar-  ojelerimi sayıyorum. En son dün gece aldığım 'bu ojeler bana üç-beş yıl yeter, bitirmeden almayayım' kararım, yakın bi' kız arkadaşımın ''Avon'un 'Black as night' mat ojesi 6.99! sana da sipariş vereyim mi?'' demesi üzerine çöpe gitti... hadi bakalım, az da gotik takılayım :)))

* Benim turuncu düdük resmen konuşuyor, valla da-billa da konuşuyor :)))
Soru soruyorsun cevap veriyor, 'Miyavdın!' diyor, 'Gel' diyor, 'Geç kaldın' diye kızıyor, 'Az yer aç, ben yanında uyuyacam' diyor, 'Açım, aç!' diyor, 'Oynayalım mı?' diyor, 'Çok mutluyum nan!' diyor :))) ve ben bunların hepsini gayet güzel anlıyorum.
Bi' kedinin miyavlaması azıcık mı değişmez arkadaş? öyle bi' oturttu ki 'miv'leme düzenini, derdini basbayağı anlatıyor :)

* Harala-gürele çalışmakla geçen üç yoğun ay sonrası birden normal çalışma düzenine dönmek insanın şaftını kaydırıyormuş, öğrendim :)
Aslında sevinmem gerekirken  kocaman bi' boşluk hissi var içimde... insan her şeye alışıp-arar hale geliyormuş meğerse...
Yok arkadaş, bana huzur batıyor, biri bana iki tokat çaksın, aklımı başıma devşirsin... yorgunluktan geberdiğim günler geri gelmesin n'olur... :)))
Kötü iş, tü-kaka iş...

* Bu gece loto çekilecek, büyük ikramiye defalardır devrediyor. Tutar öyle büyüdü ki, tutarla birlikte hayallerim de büyüdü :)
Kafamda istifayı bastım, dünyanın dört köşesine yapacağım gezi planlarını hazırladım, şehrin en şahane manzarasına sahip binasından yer alıp, 'Kitap Kafe/Kırtasiye' işini kurdum, işin başında duracak insanları seçtim... rafların düzenini, günlük alınacak gazetelerden menüye dek her şeyi belirledim.
Dekor-mekor hazır, tek eksik para işte... o da kısmetse bu gece benimdir :)))
Multi milloner arkadaşınız olayooo... sevinin nan! :)

* Lotoyu tutturunca, sırf sevdiği müzik grupları ve şarkıcılara konser verdirtmek için bu işe soyunmayı düşünen + şehrin en büyük klübüyle anlaşıp ayda bi' parti vermenin ciddi ciddi hayalini kuran sevgilimi boşama planlarına başladım... haketti bence :)))
Dur, dur... kırkına gelirken parti adamı ol... yok yeaaa! :)))

* Aylardır beklemede olan 'Kara Kule' serisini tekrar okumaya başladım... tabisi de 'Silahşor' ile :)
İlk kitabın son 20 sayfası, bitirmeyeyim diye en helecanlı yerinde pat! diye kapadım.
Akşama tramvayda giderken bitireceğim artık durak-murak kaçırırsam söylemem, geçen sefer çok gülen oldu :)))

* Sürekli ıslık çalıp, şarkılar mırıldanan bi' komşumuz var.
Alt katlarda bi' yerde oturuyor, hep asansörde-posta kutusuna bakarken denk geliyorum adamcağıza.
Nasıl bir neşedir yareppim! :) Hayranım resmen, adam idolüm olma yolunda koşar adımlarla ilerliyor. İki yıldır bi' kez şarkısız-ıslıksız görmedim adamı... görmeyeyim de zaten, mutlu insanlar görmeyi seviyorum.

* Bugün 6 Kasım imiş...
Dün 'remember, remember the 5th of November' geyiği yaptık... bugün de FeBelilerin Galatasaray karşısında farklı galibiyet almalarının bilmem kaçıncı yıl dönümü kutlamaları geyiğini dinleyeceğiz...
Yazıktır nan... onnar da can :))) yılda bi' gün bayram yapsınlar... o bile bizim sayemizde :)))

Artık çalışmaya başlayabilerim.
Gülücüklü olsun gününüz :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Kurt Seyt & Shura


Yazar: Nermin Bezmen
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 1992
Yayınevi: PMR Publications

''Canım Arkadaşım,
Keyifle okuman dileği ile.
Sevgilerimle.
Olmadık İşler Peşinde/OİP
28.08.2012
İSTANBUL''

''Canım arkadaşım,
Keyifle okudum, çok teşekkür ederim.
Sevgilerimle.
03.11.2012
WROCŁAW''

Arka Kapak Yazısı:
''Cesur bir girişim. Herkes cesaret edemez. XIX. Yüzyıl anlatımı ile, Tolstoy, Balzac, Zola tarzında yazılmış. Dönemini iyi bir klasik roman mimarisi ile çok iyi anlatıyor.
'Klasik Roman' budur.
Attila İlhan

''... Eğer bu belgesel ayrıntılar olmasaydı, ortaya daha 'yoğun duygusallıkta' bir 'aşk romanı' çıkardı diyenler, bu ilginç çalışmanın özünü yok ederler. Sayısız karakterleri, ince ayrıntıları, sinematografik mekan değişimleri ile 'Mufassal' bir dramatik olarak tanımlanabilir bu kitap...
Jak Deleon

Yazar, diaspora acıları çeken tüm insanların evrensel hüznünü temsil ediyor.
Yaşar Aksoy

1890'ların Rusya'sından 1920`lerin Türkiye'sine uzanan bir dönemi anlatan Kurt Seyt & Shura'da sadece aşk değil, o günlerin Rusya'sı ve Türkiye'si de var... Hatta daha fazlası var. Günümüz Rusya'sı bunca hızla değişirken dünün Rusya'sını kim merak etmez ki? Ve de dünün İstanbul'unu...
Hıncal Uluç

Kurt Seyt & Shura, edebiyat dünyamıza tıpkı uzaydan gelen bir kor parçası gibi girdi.
Hamdi Alkaner

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Özlemek, oğlum, ancak, sevdiklerin olduğu müddetçe gerçekleşen bir duygudur. Bu da insana mutluluk vermelidir. Yeter ki, sevdiklerin bir daha hiç görüşemeyeceğin uzaklıklarda olmasınlar. Özlem o zaman yaman olur.''

''Babanla içmeye başlarsan, adam gibi içmeyi öğrenirsin. Yabancıyla başlarsan, ele güne rezil olursun.'' dedi, baba Eminof.''

''Niye otuz yaşından sonra evlenildiğini mi soruyorsun? Çünkü, bir erkek ancak o yaşa kadar durulup adam olur. Bekarlıktan bıkar. Şu an, bu dediklerim sana fazla bir şey ifade etmeyebilir. Ama, şimdilik, beni sadece iyi dinlemeye ve söylediklerimi kafana yerleştirmeye bak. Öğrenmekle anlamak değişik şeylerdir. Benden duyduklarını iyi bellemiş olabilirsin ama gerçekten anlamak için kendinin yaşaması gerekir. Bu da uzun seneler alacaktır, oğlum.''

'' Haklısın, Allah bazılarımızı doğuştan ayrıcalıklı yaratır. Ünvanlar, saraylar, servet, insanı doğduğunda hazır bekleyebilir. Ama bu, o insanın bütün bunlara sahip olup, yönetmeye hazır olduğunu göstermez. oğlum. Eğer şartlar hazır değilse de, sahip oldukları, mutluluktan çok hüzün getirir.''

''Sana bir öğüdüm daha var; Sakın, sırf sevdiklerinle beraber olmak için, inanmadığın işleri yapma.''

''Sevgili oğlum, hayatta hiç bir şeye sevinmek için de acele etme, üzülmek için de, anlaşıldı mı?''

''Tek hayatından çıkarmak istediği, geçen gece olanlardı. Ancak, o da diğerleri gibi, yaşanmış bir geceydi ve geri dönüşü yoktu.''

''Ne gariptir ki, her şey yolunda giderken insan çok az şey düşünebilir, Tanrı'dan isteyecek. Ya da saçma sapan şeyler ister, aslında hiç de fazla önemi olmayan. Ama, her şeylerini kaybetmiş insanlar için dua etmek kolaydır. Neyi özlediklerini, neyi kaçırdıklarını, Tanrı'dan ne isteyeceklerini gerçekten bilirler.''

(13.10.2012)
Keyifli okumalar :)

Azmin zaferi; İngilizce öğrenmek...


Size, bir 'azmin zaferi' hikayesi anlatmak istiyorum.

Yıllar yıllar önce -bana asır geçmiş gibi geliyor- üniversitedeyken, aynı sınıfta olduğumuz çok candan bir arkadaşım vardı.
'Vardı' dediğime bakmayın, hala var, geçen yıllar dostluğumuzu sağlamlaştırdı :)
Aynı yurtta kaldık bir süre, yan yana binalarda... kahvaltıları yurt kantininde birlikte yapar, ders notlarımızı değişir, vize ve final sınavlarına birlikte hazırlanırdık.
En hakikisinden Laz olan ve Türkçe'yi aksanlı konuşan bir arkadaşımı, bir gün okul kantininde kitaplara gömülmüş halde buldum. İki çay alıp yanına gittim... başladık sohbete.
Benim canım arkadaşım, İngilizce bilmemesini kendine dert etmiş, sormuş-soruşturmuş ve iki kitapta karar kılmış, satın almış.
Kitap 'İngilizce Çeviri Kılavuzu' - Yrd. Doç. Dr. İsmail Boztaş - Ziya Aksoy - Prof. Dr. Ahmet Kocaman.
İkinci kitap da bu kitabın cevap anahtarı.
HACETTEPE-TAŞ Kitapçılık kitapları.
Yanına da bir İngilizce-Türkçe / Türkçe-İngilizce sözlük almış... önünde defter-elinde kalem çalışıyor bizimkisi.
Dedim 'İyi de, sen tek kelime İngilizce bilmiyorsun... direkt çeviri kılavuzu ile öğrenmeye çalışmak biraz zor olmayacak mı? Başka kitap alsaydın ya, başlangıç seviyesinden her şeyi adım adım öğreten?'
'Aldım bi' kere... tüm paramı buna verdim, istesem de başka kitap alamam... ama kitaplar güzel, sadece biraz zor... bakalım' dedi.

Aradan yıllar yıllar geçti...
Şu an, benim canım arkadaşım... 'İngilizce öğretmeni' olarak çalışmakta :)
İki kitap ve bir sözlükle yedi-yuttu İngilizce'yi :)
Tam iki yılını verdi... gece-gündüz her boş vaktinde iki kitap ve bir sözlüğe gömülü geçen saatler-günler sonrası benim canım arkadaşım sular-seller gibi İngilizce konuşuyordu.
Ben ise hala kem-küm safhasında kalmıştım İngilizce'de... günlük diyaloglar tamam ama iş biraz daha ciddi İngilizce kullanmayı gerektirdiğinde felaket haldeydim, bazı Tense'leri bilmiyordum bile.

Polonya'ya gelip iş başvurusu yapmaya başladığımda, benim canım arkadaşım tam iki hafta boyunca, her iki gecede bir internet üzerinden/kamera açık bana ders verdi.
İngilizce mülakat nasıl yapılır? Kendimi nasıl tanıtmalıyım ve eski tecrübelerimi hangi noktaların altını çizerek anlatmalıyım?... Tense'lerin üzerinden geçtik... İstisnai durumları tekrar ettik vs.
Tek tek not aldım söylediklerini, tekrar ettim... çalıştım.
İki buçuk yıldır çalıştığım -çalışma dili İngilizce olan- şirketime, iki zorlu -İngilizce- telefon mülakatı ile kabul edildim. Kontratım bile imzalanmış halde postayla gönderildi.
Canım arkadaşımın fedakarlığı sayesinde...
İlk başta benim karşıma duvar gibi çıkan 'İş İngilizcesi' sorununu zamanla aştım... öğrendim.
Kolay oldu mu? Hayır... hiç de kolay olmadı. İlk üç ay hele kabus gibiydi.
Çalışmam gerekti, tekrarlamam, yazışmalarıma göz atmam... ana dili İngilizce olan arkadaşlarımdan destek almam.
Gerisi kendiliğinden geldi... zaten etrafınızda sürekli İngilizce konuşuluyorsa ve siz de bunu kullanmak zorundaysanız; öğreniyorsunuz.
Bu bir süreç... 'tamam-öğrendim-bitti' denmiyor, sürekli öğreniyorsunuz, sürekli yeni bilgiler ekliyorsunuz... daha akıcı konuşuyor, dile daha hakim hale geliyorsunuz.
Deyimleri, atasözlerini, argo kelimeleri öğreniyorsunuz :)
Sonra, bir bakmışsınız filmleri alt yazılarına bakmadan izler hale gelmişsiniz, kitaplarda yapılan yazım hatalarını bile yakalar olmuşsunuz.
Toplantılarda bülbül gibi şakır, her sohbete dahil olur, kendi ağzınızdan çıkan cümlelere şaşırır hale gelirsiniz.
İngilizce düşünmeye başlarsınız,  kullandığınız bazı İngilizce cümlelerin Türkçe karşılıklarını -ana diliniz olduğu halde- tam bulamazsınız.
Benim başucu kitabım Oxford WORDPOWER sözlüktür.
İngilizce'den İngilizce'ye :)
Açar okurum, kelimelerin farklı cümleler içinde kullanımını görürüm.
Beğendiklerimi/kullanışlı bulduklarımı beynime kazırım :)
Tabi ki 'İngilizce Çeviri Kılavuzu' kitabım her daim elimin altında :)

Demek ki; benim canım arkadaşım iki kitap-bir sözlükle yaptıysa (ki onun sözlüğü bildiğimiz cep sözlüğü idi).
Ve ben, arkadaşımın azmine özenip/onun desteğiyle yapmışsam... (ki, ben kolayca dil öğrenemem, malum, disleksi sorunum daha da zorlaştırır işimi)
Herkes öğrenir bu dili... yeter ki birazcık istek olsun :)

İçimden geldi, sizinle paylaşmak istedim bu yaşanmışlığı.
Dilerim paylaşımım birilerine ilham verir.

ROSSMANN


ROSSMANN ile 2008 yılında, Polonya’ya geldiğimde tanıştım.

Hemen her alışveriş merkezinin içinde çok geniş alana sahip şubesinin olması, alışveriş merkezleri dışındaki önemli-merkezi caddelerde de kolaylıkla ulaşılabilen -yine büyük/geniş noktalarının olması dikkatimi çekmişti.
İlk ROSSMANN ziyaretimden bir şey anlamamıştım.
İçeri girdiğimde, tanıdık-bildik çok popüler markaların ürünlerinin raflarda sıralandığını gördüğümde, ROSSMANN’ın sıradan bir ‘kozmetik mağazalar zinciri’ olduğu izlenimine kapılıp çıkmıştım.
İlerleyen zamanlarda -Lehçe diline biraz daha hakim olmam ve arkadaş çevremin genişleyip artık onların tavsiyelerini sorabileceğim duruma gelmem sayesinde- ROSSMANN’ın acil durumlarda insanın imdadına yetişen bir hızır servis anlamına geldiğini anladım.
Yüzlerce markanın ürünlerini-fiyatlarını karşılaştırma imkanı buluyorsun.

ISANA, RIVAL de Loop, Facelle, Domol, babydream, Winston, FUSS WOHL, Lilibe, SYNERGEN, Alterra, Wellness Beauty, Prokudent, enerBiO, bleib gesund  gibi, ağız ve diş sağlığı ürünlerinden bebek bakım ürünlerine, el-cilt-vücut bakım serisinden ayak sağlığı ve bakım ürünlerine, çamaşır deterjanlarından saç bakım ürünlerine, sağlıklı beslenme ürünlerinden kedi-köpek mamasına ve hatta kadın pedi ve diğer kadın sağlığı- hijyenik ürünler serisine dek yayılan çok geniş bir yelpazede ortalamanın çok üstünde bir kaliteyi tutturmuş olduğunu özellikle belirtmek istiyorum.

İlk zamanlarda, hemen herkesin düştüğü hataya düşerek; ‘ne de olsa kendi markası, kaliteli olmadığı için bu kadar ucuzdur’ düşüncesine kapılarak, aynı rafta bilindik bir markayla yanyana duran ürünlerinin sadece fiyatına bakarak daha bilindik ve pahalı olanını alıyordum… Bir gün banka kartımı evde unutup, cüzdanımda bulunan paranın da çok bilindik bir markanın ayak spreyini almaya yetmediğini görünce FUSS WHOL markalı ayak spreyini alıp üzerine de Alterra marka Aloe Vera’lı makyaj-cilt temizleme mendilini de aldığım halde hala elimde para kaldığını gördüğüm güne dek sürdü bu yanılgım.
İyi ki, o gün cüzdanımda yeterince nakit param yokmuş.
Daha sonra -bazen biraz da olsa çekinerek- almaya başladığım ROSSMANN markalı ürünlerin hemen hepsinden çok memnun kalmaya başladıktan sonra, artık eşime-aileme-arkadaşlarıma çok rahat ROSSMANN ürünleri alabiliyor ve soranlara da ROSSMANN markalarını gönül rahatlığıyla tavsiye edebiliyorum.
Bir Alman markası ve ben -ilginçtir ki- bugüne dek kalitesiz Alman markası görmedim.
Elbette, bugüne dek hiç kullanmadığım ürünleri var, zamanla mümkün olduğu kadar ürününü deneyeceğim.


Bu gönderiyi, bugüne dek şahsen kullandığım-şu anda da evimde var olan yukarıda gördüğünüz ürün kullanımlarımı baz alarak yapıyorum.

Alterra - Naturkosmetik (Feuchte Reinigungstücher)
Cilt temizleyici/makyaj çıkarıcı Aloe Vera’lı ıslak mendil.
Resmen yüzüme Aloe sürüyormuş gibi hissediyorum, çok ıslak ve ferahlatıcı ve ciltte yapışkan bir tabaka bırakmıyor. Kullandıktan bir iki dakika sonra cildim yumuşacık oluyor. Alkol içermiyor.

domol - WOLLE
Auch für Kaschmir & Angora
Kaşmir-Angora ve yün kıyafetler için sıvı deterjan.
Arkadaşımın tavsiyesi ile aldım, az sonra kullanacağım, mis gibi kokulu ve yoğun kıvamlı.
Kimyasal- burnu rahatsız edici bir kokusu yok.

facelle (Normal-Comfort)
günlük ped.
Tüm gün konforlu tutacak, iç çamaşırına iyi uyum sağlayacak-çıkmayacak/kaymayacak, ıslaklık hissettirmeyecek ve de ciltte tahriş/yan etki yaratmayacak kalitede bir günlük ped çok önemli. Hemen her gün kullanıyorum ve bu üründen çok memnunum.

facelle Tampons
mit Applikator
Applikatörlü tampon, el değmeden-hijyenik kullanım rahatlığı veriyor ve kullanımı çok kolay.
Benim gibi tampon konforunu seven kadınlar için birebir.

facelle samtig weiches Gefühl
Normal boy kadın pedi
Hani 'ipeksi doku' derler ya, bu pedin dokusu işte öyle. Yumuşacık, kesinlikle rahatsızlık vermiyor ve çok konforlu. Evde olduğum günlerde bunu kullanıyorum.

facelle seidig weich
İnce, kanatlı normal kadın pedi
Dışarıya çıkarken kullandığım ped, tampon kullanmadığım zamanlarda bunu tercih ediyorum.
Oldukça konforlu, daha doğrusu ped kullandığımı unutuyorum.

FUSS WOHL - SCHUH DEO
Ayakkabı spreyi.
Tüm gün ayağımı koruyan ayakkabılarımı çıkardığımda -hele ki ertesi gün yine giyeceksem- muhakkak içine sıkıyorum. Hem temizliyor, bakteri varsa öldürüyor hem de kötü koku oluşmasını kesinlikle engelliyor.

FUSS WOHL - FUSS DEO
Ayak spreyi.
Sabah yıkayıp kuruladığım ayağıma -özellikle parmak aralarına- sıkıyorum, mevsim yaz ise akşama kadar açık ayakkabılar/terlikler içinde ayağım terlemiyor. Mevsim kış ise, ağayım bot içinde terlemiyor ve kesinlikle üşümüyor.
Tek sorun sıkarken duyduğum keskin -mentole benzeyen- kokusu…

ISANA INTENSIV (regenerierende Pflege)
Dudak koruyucusu/nemlendiricisi.
Dudaklarımı yumuşacık yapması ve etkisinin saatlerce sürmesi önemli. Hele ki benim gibi dudakları çok kuruyan biri için… Kış aylarında günde beş-on kez kullanıyorum.

ISANA BODYBUTTER (reichhaltige Pflege)
Bodybutter.
Ceviz kokulu, mis gibi, cildi ışıl ışıl ve yumuşacık yapan ve elde-ciltte yağlı bir his asla bırakmayan muhteşem ürünü -bir tane alıp anneme gönderdim, 200 ml’lik ürün ve inanılmaz ucuz idi. Bir kaç tane daha alıp stoklamadığıma üzülüyorum çünkü arada bir yaptığı ‘Limitierte Edition’ imiş, dilerim bir ara tekrar üretirler…
Annem ısrarla aynı üründen istiyor, kardeşimin eşi yaz tatilinde 1.5 ay boyunca eline-yüzüne kullanmış ve o da hayran kalmış. Öyle güzel bir kokusu var ki...

ISANA VASELINE (DEUTSCHE ARZNEIBUCHQUALITAT) für strapazierte
İnanılmaz kaliteli ve kokusuz-şeffaf bir vazelin, özellikle gece yatmadan ellerime sürüp yatıyorum, bu soğuk havalarda tüm gün ellerimin-parmaklarımın-tırnak kenarlarımın yumuşacık kalmasını ve sağlıklı görünmesini sağlıyor.
Dirseklerim için de birebir. Ayrıca saç boyarken cildimin boyanmaması için de kullanıyorum.

ISANA HAIR (Colorglanz haarspray)
Renk koruyucu/parlaklık verici saç spreyi.
UV filtreli ve saçı sertleştirmeden şekle sokuyor. Beğenmezsem saçımı kolaylıkla tekrar tarayıp - şekillendirip - spreyleyebiliyorum ve kirli bir görüntü ortaya çıkmıyor.

ISANA - MED HandCreme (für rissige und trockene Haut)
Naturel PH’a sahip, elleri yumuşacık yapan ve özellikle etrafımda hamile iş arkadaşlarımın masalarının üzerinde gördüğüm el kremi :)
Gel gelelim, o ‘mis’ kokusu benim tenimle birleştiğinde ilk beş dakika beni rahatsız eden bir koku oluşturuyor. Gerçi ben el-ayak ürünlerinde koku sevmem, belki rahatsızlık duyma sebebim bu.
Benden başka -annem dahil- hiç bir arkadaşımdan böyle bir şikayet gelmedi… demek ki; benim tenimle reaksiyona geçtiğinde oluşan bir durum ama geçici.
Tekrar alır mıyım? Sadece kullandığımda beni rahatsız eden o kokudan dolayı; almam... daha bir çok ISANA krem çeşidi var onları denerim. Ama anneme almak zorundayım, siparişi verdi.

ISANA - Nagellack ENTFERNER
Oje Çıkarıcı / Aseton
Çok sık oje kullanmayanlar için ideal bir oje çıkarıcı. Fakat günlük hayatta sürekli oje kullanıyorsanız, tırnak yüzeyini kurutmayan, besleyici bir oje çıkarıcı tavsiye ederim. Bu ürün ojeyi çıkarmakla beraber, çıkardıktan sonra tırnak üzerinde kuru görüntü bırakıyor. Yıkayınca geçiyor.
İki kez aldım, daha sonra yine ROSSMANN'dan farklı bir ürün buldum -ki çok memnunum- onunla devam ettim.

Lilibe (Feuchte Kosmetiktücher)
Makyaj temizleme mendili.
-mit Allantoin und Mandelöl- makyaj temizleyici mendilim. Bu, Alterra kadar ıslak olmamasına rağmen güzel temizliyor ve ferahlatıyor. Alkol içermiyor.

Lilibe (Wattepads)
Yuvarlak pamuk ped.
Oje temizleyeme, makyaj çıkarmaya, vs. yumuşacık.

Prokudent - ZAHNSEIDE
Nane kokulu diş ipi.
Kullanamadığım tek ürün bu.
Dişlerim çok sık ve bu diş ipi benim diş yapıma göre kalın geliyor ama etrafımdaki bi' çok kişi sorunsuzca kullanıyor ve memnunlar.

Anneme/babama gönderdiğim dudak nemlendiricileri, cilt kremleri, babam için kırışıklık giderici krem :) annem için ISANA-Med el kremi ve ceviz kokulu ISANA Bodybutter sonrası, aynı ürünlerden tekrar istemelerine bakarak ROSSMANN ürünlerinin gerçekten kaliteli olduğunu ve bir deneyenin tekrar aldığını söyleyebilirim.

Biliyorum ki, son zamanlarda Türkiye de ROSSMANN ile tanıştı.
Şimdiden bir kaç makyaj/kozmetik blog sayfasında ROSSMANN adının geçtiğini gördüm.

Bu gönderiyi hazırladıktan sonra ROSSMANN'ın web sitesine baktım ve ürünlerinin hepsinin bağımsız Alman test kuruluşları tarafından test edildiğini ve onay aldığını gördüm.
Detaylı bilgi için ROSSMANN Almanya ve ROSSMANN Türkiye adreslerine bakabilirsiniz.

Diyeceğim o ki; marka bağımlısı değilseniz, her şeyin en pahalısı yerine en hesaplısı ve fiyatına göre en kalitelisini arıyorsanız: ROSSMANN.

Görsel: Google Images & Sahibinin sesi- Sittirella marka

Harry Potter ve Ölüm Yadigarları / Harry Potter and the Deathly Hallows



Yazar: J. K. Rowling
Çeviri: Sevin Okyay | Kutlukhan Kutlu
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 2007
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları (Birinci Baskı 2007)

Arka Kapak Yazısı:
''Sihir dünyası savaşta! Karanlık Lord iyice güç kazanırken iyiler de boş durmuyor.Yedinci yılında Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu`na dönmeyen Harry Potter,Dumbledore`un ona bıraktığı görevi tamamlamaya çalışıyor.Yanında -her zamanki gibi- Ron ve Hermione`yle, bir yandan Voldemort`tan ve onun Ölüm Yiyenler`inden kaçarken bir yandan da Hortuluk`ları yok etmek,Ölüm Yadigarları`nın sırrını keşfetmek zorunda olan Harry kendi geçmişiyle ilgili pek çok şey öğreniyor.

İlk kitabı 1997'de yayımlanan Harry Potter dizisi, artık sona eriyor. J. K. Rowling'in yaratıcılığı ve ince işçiliğiyle ortaya koyduğu bu dünyaya veda ederken, dizinin önceki kitaplarından bile daha heyecanlı bir macera sizleri bekliyor.

Yapboz bu kitapla tamamlanıyor!''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Ben on yedi yaşında olduğum zaman, beni koruyan koruyucu büyü kalkacak ve bu beni olduğu kadar sizi de korumasız bırakacak. Yoldaşlık Voldemort'un sizi hedefleyeceğinden emin, size işkence edip benim nerede olduğumu öğrenmeye çalışacak yada sizi esir aldığı zaman benim gelip sizi kurtarmaya çalışacağımı düşünecek.''

''Senin bir vakit kaybı olduğunu düşünmüyorum.'
Eğer Harry, Dudley'in dudaklarının kıpırdadığını görmeseydi, buna inanmayabilirdi. Bununla birlikte, konuşanın gerçekten kuzeni olduğunu kabul edinceye dek Dudley'e gözlerini dikip bir kaç saniye boyunca baktı.
Dudley kızardı, Harry şaşırdı ve utandı.
'Eh...şey...sağ ol Dudley.'
Yeniden, Dudley mırıldanmadan önce, ifade etmek için çok ağır olan düşüncelerle boğuşuyor gibi göründü. 'Sen benim hayatımı kurtardın.'
'Pek sayılmaz,' dedi Harry. 'Ruh emicilerin senden alacakları şey ruhundu.''

''Fred ve George birbirlerine dönüp aynı anda konuştular, 'Vay, birebir aynıyız!'
'Yine de bilemiyorum, Sanırım ben hala senden daha yakışıklı görünüyorum.' dedi çaydanlıktaki kendi görüntüsünü inceleyen Fred.''

''Büyülü materyal hala sağlamken, içindeki ruh parçası, eğer objeyle çok yakınlaşılırsa başka bir insanın içine girip çıkabilir. Fiziksel olarak yakınlıktan bahsetmiyorum, dokunmakla alakası yok,' diye ekledi.''

''Kapanışta açılırım.''

''Harry nereden başlayacağını bilmiyordu, ama önemi yoktu, o anda büyük ve gümüşi bir şey tenteden dans pistinin üstüne düşercesine geliyordu. Zarif şekilde, parlak vaşak, şaşırmış halde dans eden insanların arasına indi. Kafalar çevriliydi, dansın ortasında birden donmuşlardı. Daha sonra patronusun ağzı iyice açıldı ve Kingsley Shacklebolt yüksek, derin sesiyle ağır bir şekilde konuştu.
'Bakanlık düştü, Scrimgeour öldü. Geliyorlar.''

''Sirius sanırım Kreacher'ı asla duyguları insanlar kadar keskin bir varlık olarak görmedi.''

''Hazinen neredeyse kalbin de oradadır.''

''Yok edilmesi gereken son düşman ölümdür.''

Keyifli okumalar :)

Canım sıkkın blog



Bayrammış bugün... herkesler tatildeymiş.
Eşle-dostla-akrabayla görüşülür, eller öpülür, kavurmalar yenirmiş.
Bayram harçlıkları verilir,  en cici kıyafetler giyilirmiş.

Bense bayramda uzak bir memlekette çalışırmışım.
Onca iş-güç arasında anne-babamı arayacak fırsatı zorla yaratırmışım.
Ararmışım, açarmış telefonu karşıdan cıvıl cıvıl bir anne sesi:  'Kızım!'.
Kelimeler yumruk gibi otururmuş boğazıma, gözlerim yaşla dolarmış... konuşamazmışım.
Bu kaçıncı ayrı geçen bayram, bu kaçıncı telefonla kutlama artık sayısını tutamazmışım.

Yemek molamda da bi' lokma yiyemeyip oturup bunları yazarmışım.
Çok canım sıkkın bugün be blog :/

Görsel: Deviantart / lonely sparrow by ~rockmylife

Harry Potter ve Melez Prens / Harry Potter and the Half-Blood Prince



Yazar: J. K. Rowling
Çeviri: Sevin Okyay | Kutlukhan Kutlu
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 2005
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları (Birinci Baskı 2007)

Arka Kapak Yazısı:

''Harry Potter ve Melez Prens 1 Ekim''de okurla buluşuyor! Dizinin ilk beş kitabında olduğu gibi, bu kitapta da geçmişte sorulmuş pek çok sorunun yanıtını veren J. K. Rowling okuyucuyu yeni sorularla, Harry Potter''ı da yeni sorunlarla baş başa bırakıyor.
Büyücüler dünyasında devam eden kargaşa artık Muggle''ların dünyasını da etkilemeye başlamıştır. Harry Potter, Hogwarts''taki altıncı yılını Feci Yorucu Büyücülük Sınavlarına hazırlanarak geçireceğini düşünmektedir. Artık Quidditch takımının da kaptanıdır. Ancak Diagon Yolu''ndaki okul alışverişi sırasında Draco Malfoy''un bir şeyler çevirdiğini fark eder. Lord Voldemort''un geçmişiyle ilgili pek çok bilinmeyen ortaya çıkarken bir yandan da Malfoy''un neyin peşinde olduğunu öğrenmeye çalışan Harry''yi yine zor günler beklemektedir.''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Ah, neredeyse unutuyordum,' diye eklemişti Fudge. 'Üç büyücü turnuvası için üç yabancı ejderha ve bir sfenk ithal ediyoruz, epeyce alışılmış bir şey bu, ama Sihirli Yaratıkların Düzenlenmesi ve Kontrolü Departmanı bana kural kitabına göre sizi ülkeye epey tehlikeli yaratıkları getirdiğimizden haberdar etmemiz gerektiğini söylüyor.''

''Fenrir Greyback, belki de bugün hayatta olan en acımasız ve zalim kurt adamdır. Hayatında umursadığı tek görevi ısırarak mümkün olduğunca çok insana bulaştırarak , büyücüleri yenecek kadar çok kurt adam yaratmak istiyor. Voldemort hizmetleri karşılığında avlayarak yaşamasına söz verdi. Greyback'in uzmanlık alanı çocuklardır... Onları çocukken ısırıyor dedi ve onları ebeveynlerinden uzakta, normal büyücülerden nefret ettirerek büyütüyor.''

''Büyüklük gıpta ettirir, gıpta etmek kini doğurur, kin de yalanları açığa çıkartır.''

''Pekala, yani, ruhunu parçalıyorsun,' dedi Slughorn, 've ruhundan bir parçayı vücudunun dışındaki bir parçanın içine saklıyorsun. Sonra, eğer biri bedenine saldırırsa veya yok ederse, ruhundan kalan maddi ve zarar görmemiş parça sayesinde ölmezsin. Fakat, tabii ki, böyle bir biçimde var olursun...'
Slughorn'un yüzü buruştu ve Harry kendini neredeyse iki yıl önce duyduğu sözleri hatırlarken buldu: 'Bedenimden koparılmıştım, bir ruhtan daha azdım, bir hayaletten daha değersizdim... fakat, halen canlıydım.'

''Karanlıkta uçarlarken, daha önce yürüdükleri yol altlarında kıvrılıyordu, Harry kulağında fısıldayan gecenin sesi arasında Dumbledore'un yine başka bir dilde bir şeyler mırıldandığını duydu. Harry sınırın üzerinden hızla arazilere doğru geçerlerken bir an elinin altında titreyen süpürgesini hissedince bunun sebebini anladı: Dumbledore şatonun çevresine yaptığı büyüleri çözüyordu, böylece hızla bu büyülerden geçebiliyorlardı.''

Keyifli okumalar :)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...