Tekinsiz Kitap / The Haunted Book


Yazar: Jeremy Dyson
Çeviri: Algan Sezgintüredi
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 2012 / Türkçe İlk Baskı: 2013
Yayınevi: Domingo - (Bkz yayıncılık)

Kişisel görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

Benim gibi, yeryüzünde "ödlek" kontenjanından yer alanlar için "şahane!!!" bi' kitap :)))
Sevgili Lou'mun, "Abla bu kitabı okumalısın! Çogzeeel!" diyerek bana hediye ettiği kitabı, kapağını açıp on sayfa okuduktan sonra -tamamen ödlekliğimden- rafa geri bırakmıştım.
Aradan aylar geçmesine rağmen her gözüm takıldığında "beni okuuu..." diye fısıldayan bu kitabı sonunda pes edip okudum! Zaman zaman ürperdim, korku türü seven okuyucu tarafından "eğlencelik, çerez" olarak adlandrılacağını ve beğenileceğini düşünüyorum.
Şahsi düşüncem ise; çok eğlenceli, çoook!?!?! :)))

Arka Kapak Yazısı:

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Bir Kitaptan Korkmak Tuhaf!
Belki de Değildir. Kitaplar Kudretli Nesneler Nihayetinde."

"Ama kitaplar, gittikçe el süremediğim, özlemini çektiğim dünyanın mabedine dönüşen ufacık yatak odamın köşeceğindeki raflardan kalkmadılar."

"Daha da iyisi, işi bedavaya getirmişti çünkü bir adamın gururunu doyurmak, doyurana asla masraf çıkarmazdı. Bedeli daima günahkâr öderdi."

"Ashray, İskoç mitolojisinden bir yaratıktır. Kelime, "suya âşık" anlamına gelir ve tamamen şeffaf, dalgalar altında yaşayan bir varlığı betimler. Gece avlanan bir yaratıktır ve yakalanıp güneşe çıkarıldığında eriyerek geriye bir su birikintisi bırakır."

"Çocukken benzer bir fantezim vardı; bir uzay kapsülüyle galakside dolandığımı hayal ederdim. İhtiyaç duyduğum her şey yanımda, penceremden görünen evren huzur içinde ve mucizevi, yıldızlar ışıltılı güzellikleriyle capcanlı olur ve tek başıma gider, gider, giderdim. Öylesi bir sükûnet... Neşe dolu. Çocukken yalnızlık diye bir şey yoktu. Sonradan gelen bir kavramdır yalnızlık. Başka insanları ve başka insanlara yönelik kuruntulu Bir ihtiyacı gerektirir. İnsanın çocukken böyle gereksinimleri yoktur."

"Hepsinden, hepsinden beteriyse Gabby'nin bakışlarıydı. Kız kanepede, Ray'in tüm yüzeyselliği ve pozlarının ötesini, kof özünü gören bakışlarla otururdu. Hor gören bakışlarıyla, "Orada," der gibi, "orada gülümsemenle, kıkırtılarınla, lafazanlığınla adamdan sayılabilirsin belki ama iş ciddiye bindiğinde, esasa geldiğinde ciddi değilsin sen. Ben ciddiyim. Bu işi gerçekten yapmanın bedelini biliyorum ben. Ya da daha beterini, neyi yapamayacağımı biliyorum. Ve bu da can yakıyor," der gibi otururdu."

"O denli zeki ve yetenekli değilsin çünkü. Olduğundan çok daha akıllı sanıyorsun kendini. Olduğundan çok daha iyi sanıyorsun. Sanmakla kalmıyor, inanıyorsun. Böylesi en kolayı."

"Tam arkanızda, yaklaşık iki metre gerinizde bir şeklin dikildiğini, bulunduğunuz yer her neresiyse oranın gölgeli bir köşesinden size baktığını öne sürsem çok geçmeden bir şeyler, sizi arkanıza döndürüp baktıracak bi varlık hissedersiniz."

"Suyla ilintili, neredeyse antik çağlardan kalma ev ve şatolarda geçenler kadar fazla ruh öyküsü ve efsane vardır. Kelt efsane ve anlatıları bize pek çok "su atı" sunar: Aughiskie'ler, Kelpie'ler, Nuggle'lar, Shoopiltee'ler... Alman mitolojisinde Ondine ve Nix vardır; Nix'ler istedikleri insanın görüntüsünü alabilen biçim değiştirici su ruhlarıdır. Slavların Vodyanov'u ile akrabadırlar. Slavlar bir de ırmak kıyılarında tuzağına düşürmek için yolcuları bekleyen su perisi veya ifriti Rusalka'ya inanır. Başka kıtalarda da benzer efsaneler mevcuttur. Japonya'da nehir çocuğu Kawako, Afrika'daysa Miengu ve Mami Wata vardır."

"Beyin, bilinen evrenin en karmaşık yapısıdır. Yapı anlamında sırlarının daha henüz çok küçük bir parçasını ortaya koymaya başlamıştır. Şahsen tıp dünyasında karşılaşacağınız, bilimin beynin tüm sırlarını çözmesine ramak kaldığını söyleyen gamsızlardan da değilim. Bazı şeyleri asla bilemeyeceğimizi kabullenmek tevazuuna sahip olmak için doğaüstü herhangi bir şeye katılmak, inanmak gerekmiyor. Algı mekanizmalarımızın içinde bir sınırlandırmamızın bulunması ve kendi bilişimizin sınırlarından öteye asla geçemeyeceğimiz fikri son derece makuldür. İnsanın işitme duyusunun yirmi ila yirmi bin hertz yelpazesiyle sınırlı olması misali, anlayışımız, kavrayışımız da beynimizin yapısıyla, işleyiş şekliyle sınırlı olabilir."

"Eşimle hep konuşur, bir türlü karar veremzdik. Hayat mutlu bir hüzün müdür? Yoksa, hüzünlü bir mutluluk mu?"

"Görüngücülük (olaycılık, fenomenalizm) adı verilen bu bakış açısının babası Charles Fort'tur (1874-1932). Başını çektiği bu akım özetle şöyle demektedir: her şeyi kabul edin, hiçbir şeye yüzde yüz inanmayın, açıklamayın. Sunulan hiçbir teori kesin değildir ve hepsi geçicidir."

"Ölülerin hayaletlerinin görüldüğüne dair tanıklıklar gerçekse bu görünmeler nasıl açıklanabilir? En gözde açıklamaya göre bunlar bizim dışımızda, uzayda varlıklarını sürdüren ölülerin ruhlarıdır; her zaman vardırlar ancak arada sırada, henüz açıklanamayan bir nedenle gözlerimiz başka bir varoluş düzlemine ait bu özleri algılamaya açıldığı anlarda görülebilmektedirler."

"Swastika maddi dünyayı, dört koluysa maddi dünyanın dört bileşenini simgeler.
"Nedir bu... bileşenler?"
"Tanrının âlemi, İnsan'ın âlemi, Doğa'nın âlemi ve Cehennem'in âlemi."
"Cehennem'in mi?"
"Algıladığımız haliyle evrenin en feci yüzü... En karanlık yerler... Ama ilave kol ya da kupa diyelim, bize tüm bunların, tüm bu ayrımların esasen yanılsama olduğunu hatırlatıyor. Hintliler buna Samsara diyor. Acı ve ıstırabı doğasında barındıran yer... Beyaz ışıktan prizma vasıtasıyla ayrışan gökkuşağı renkleri gibi. Anlayacağınız, her şey o kupadan, her şeyi doğuran tekillikten geliyor."

"Buraya gelenler ilk seferde genellikle fazlasıyla gergin olurlar. Haddinden fazla gerilmiş zemberekler saatlerin iyi çalışmasını engeller. İç mekanizmalarınızı hür kılmak, zihinlerinizin derinliklerine inmiş fuzuli gerilimleri boşaltmak suretiyle hayatlarınızda hiç olmadığınız denli verimli ve sağlıklı işlemenizi sağlayacağız."

"Cadı Nedir ve Cadılığın Tarihi"nin kadim ve adsız yazarı şöyle söylemiş: "Cadı, şeytanla veya şeytani yahut acayip bir sanatla iş görerek zarar veren ya da iyileştiren, gizli şeyleri ortaya döken yahut geleceği okuyan kimsedir."

"Çünkü sevgi, tadına bir kez varıldı mı tek gerçeğe dönüşür ve sevgini sırtını dönmeyen, buradaki gibi kasabadan ve yalanlardan kurtulup parıltılı gerçeği, götürdüğü yere kadar takip eder..."

"Kitaplar kutsal nesnelerdir. Yarattığımız en güzel şeylerdir. Kendimizden bile güzeldirler. Kitap yaparak kendimizi anladık ve kendimizi daha iyi kıldık."

"Kitaplardan, tıpkı Kitaplar gibi kendimizin de birer hikâye olduğumuzu öğrendik. Kendimizin, kendimize anlattığımız hikâyeler olduğumuzu ve bu yüzden hikâyeleri çok daha özenle anlatmamız gerektiğini öğrendik. Çünkü kendimize anlattığımız hikâyeler her ne ise, doğrular."

Keyifli! okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Zindankale


Yazar: Sezgin Kaymaz
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2004
Yayınevi: İletişim Yayınları

Kişisel görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

Yine Sezgin Kaymaz; yine kahkaha, yine doğaüstü olaylar, yine kendini soluk soluğa okutan bi' kitap...
Ve yine, sevgili yazar, kitaptaki her karaktere bardak bardak çay içirmiş, o demlikler ocaktan inmemiş! :) Okurken kaç bardak çay içtiğimi hatırlamıyorum. Her çay faslında kalkıp kendime bi' bardak çay aldığımı düşününce, hesap "ohoooooo" oluyor :)
Daha önce kesinlikle söylemişimdir ama tekrar etmekle kaybedeceğim bi' şey yok: Sezgin Kaymaz, tüm eserlerinin kitaplığımda yer bulacağı, hayranlık duyduğum yazarlardandır; yemek tarifi yazsa okurum, o derece! :)))

Arka Kapak Yazısı:
"Sezgin Kaymaz kendini özletmişti. Zindankale, bu özlemi giderecek. Sürükleyici anlatımıyla... canlı (ve "yerli"!) tipleri, onların lezzetli (ve "yerli"!) diyalogları, zengin gönülleriyle... doğaüstü olayların ürpertisine kattığı sıcaklıkla... bir Sezgin Kaymaz romanı!

Korkunç bir rüya... Kâbus.
Koca koca insanlara yatak ıslattıran cinsten. Gündüz de zihne yapışan cinsten.
Üstelik "dizi-rüya". Devam ediyor, gelişiyor; gizli kamera gibi geziyor görenin geçmişinde.
Rüyanın musallat olduğu insanlar:
Kendini bildi bileli dedesiyle yaşayan, dağınık ve hafif şaşkın sigortacı genç adam...
Annesi ve yatalak dayısıyla birlikte yaşayan, hışım gibi bir genç kız...
Bir de tuhaf bir ihtiyarlar meclisi... rüyayı ve rüyanın musallat olduğu çocukları adım adım takip eden: bir buzdolapçı, bir sağlık kabinci... kocaman, upuzun bir adam... sonra yine o: sigortacının dedesi...
Bütün bunların peşinde, şehir boyu kovalamaca oynayan bir gölge ve haylaz bir ışık topu.
Yau... Sen bi' dakka..! N'oluor Allahaşkına?"

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Kapı kapanınca parıltısı arttı.
Öyledir... karanlık, aydınlığın altını çizer."

"Öyledir insan. İlk ve en çok istediği şeydir sevilmek, ama ilk ve en çok suistimal ettiği şeydir sevgi. Kolaydır çünkü. "Bak, ben senin yüzünden nasıl kahroluyorum! Buna sebep sensin. Haberin olsun da benden beter kahrol!"

"Sırf renginin değil, kokusunun da oturmasını bekleyeceksin bu çay denen nesnenin. Bu sözümü unutma. Herkes çay yapar ama herkes çay demleyemez."

"Ankara, "Kişiye ne oluyorsa kendi içinden, kendinden dolayı oluyordur. Sebebi dışarıda arayanın sonu hüsrandır. Kişi kendini bildi miydi her şeyi bildi, kendini buldu muydu her şeyi buldu, kendini halletti miydi her şeyi halletti demektir" sözünün etli kemikli, kanlı canlı bir ispatı gibi dikiliyordu yeni yeni canlanan işgününün siftah saatlerinde."

"İnsan öyledir. Davut bilmiyordu tabii. Bir defa iyilik etmeyegör, hemen o iyiliği senin olmazsa olmaz vazife ve ödevlerin arasına koyar. Sık sık nöbet çizelgesini yoklayacaksın ondan sonra. Ne zaman, nerede o iyiliği bir daha yapman yazılmışsa  o zaman, tam da orada yapacaksın. Yoksa çok kırıcı olursun."

"Enteresan ama, di mi? Hem salak, hem kurnaz. Ama Şadıman Beyefendi'ye soracak olursan, bu aynı zamanda kaçınılmazmış. Çünkü kurnazlık, hesaplarını karşı tarafın salak olduğunu zannetmek esasına yaslayan bir üçkâğıtçılık modeli olduğu için, aslında çok tehlikeli bir salaklık türüymüş kendi başına. Kime kurnaz denir? Karşısındakini salak, kendisini akıllı zannedene. Kime salak denir? Karşısındakini salak zannedene... di mi?"

"Güneşi bildiğimizi sanırız, ama güneşe dair bildiğimiz şey, güneş hakikatinin nasibimize düşenidir. Güneşi, canlı-cansız, cümle mahlûkata sormak lazım ki onun hakikatini bilebilelim." Parmaklarını açıp açıp kapatarak, bahsini ettiği canlı-cansız cümle mahlûkat odanın içindeymiş gibi zahiren işaretler yapmaya, sayıp döktüklerini tahayyülen göstermeye başladı. "Şu kayaya, şu fidana, şu aslana, şu adama, şu kadına, şu dağa, şu çöle, şu yıldıza, şu aya, şu buluta, kim var-kim yok, ne var-ne yok, hepsine herkese bir tamam sormalı, her birinden 'Güneş nedir?' in cevabını alıp alt alta yazmalı, ondan sonra bir daha bakmalı, güneş nedir..."

"Şimdi camı çerçeveyi indirip avazım çıktığı kadar baaracam merdivenden aşağı! Deli mi ne ayol!"

"Mesele, az buz değildi.
Meze tabakları kesmiyordu; kendi dünyalarına daldılar. Bu dünyada, anason takviyeli sıvı yakıtla seyran etmek daha kolay oluyordu. Seneler vardı, ne o ne de öbürü, ayık kafayla şöyle enine boyuna düşünmeye kalkmamışlardı meseleyi. Ama şu rakı yok muydu şu rakı, insanın dimağında ne kilit bırakıyordu ne kapı. Bir tekmede açıveriyordu alayını."

"Sanki biz bilmiyoruz. Siz kıçınızda kısa pantolonla portakal ağacına tırmanırken, biz kanaviçe işleyip evde kısmet bekliyorduk!"

"Ortada aynı kökenden gelen birtakım sırlar konfeti gibi uçuşuyordu. Malzeme aynı malzeme, ama inçik pinçik edilince başka başka şeylermiş gibi durur. Öyle ya. Buzdolapçı Fuat, Şadıman Beyefendi'ye bir sır vermişti. Bu sır, bir sırdı... Şadıman Beyefendi de Buzdolapçı Fuat'ın bu sırrını Sağlık Kabinci Kâmil ile Uzun Sedat'a sır olarak vermişti ki bu sır da bir sırdı. Buzdolapçı Ali Fuat'ın bu sırrının Uzun Sedat ve Sağlık Kabinci Kâmil'e malûm edilmiş olması sırrı, bu sefer de Buzdolapçı Ali Fuat'a sırdı. Şadıman Beyefendi, Buzdolapçı Ali Fuat ile onun sırrını paylaşıyor, öteki dostlarla da gene Buzdolapçı Ali Fuat'ın sırrını ve fakat kendi sırrı" olarak paylaşıyordu. Zaten bu dört kavi dostun senelerdir şu Davut meselesini enine boyuna oturup konuşup bir salâha erdirememesinin altında yatan sır da işte bu sırdı. Hepsi aynı şeyden korkuyordu: "Ölüyle fazla oynarsan ya osurur ya sıçar!" Bu konuya ne kadar az değinirlerse o kadar hayırlı olacaktı dostlukları hakkında. Velev ki konuyu açtılar, laf lafı açtı, laf götü açtı, "bu sır" birinin ağzından kaçtı! Ne olacak?"

"Olmuş bitmiş hiçbir şey yoktur... Her şey olup bitmekte, olmaya, oldurulmaya devam etmektedir."

"İntiharın eşiğindeki yarı delinin karşısında herkes çaresizdir, çünkü gerçek bir intihar, bir anda alınıverilen bir kararın eseri olmamıştır hiçbir zaman. O karar, bir potansiyeldir ve insanın iç dünyasının derinliklerinde depolanır. Her hayal kırıklığı, her üzüntü, her yıkım, besler büyütür bu potansiyeli. Sonunda depo dolar, kapak zorlanmaya başlar. Kırıldığı zaman da... Haydi Allah rahmet eylesin! Siz, bir ömür boyu kişinin şartlandığı süreci, istediğiniz kadar profesyonel olun, birkaç dakika içinde geri çeviremezsiniz. Geri çevrilen intihar kararları şovdur, gösteriştir, oyuncak almadı diye çarının ortasında annesine zırıldayan huysuz bir çocuğun kaprisidir; oyuncağın alınacağına ikna edildiği anda zırıldama biter..."

"Cik cik cik
Aayşeecik
Dalda eeerik
Faatmaa Giirik
Denizde dalgaa
Türkaan Ablaa
Bahçede yoosun
Neecdet Toosun
Sun sun sun
Eediz Hun
Aaplama güüvey
Yılmaz Güüney
Eenişşte kaayın
Eemel Saayın"

Keyifli okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Körlük / Ensaio sobre a Cegueira / Blindness


Yazar: José Saramago
Çeviri: Aykut Derman
Orijinal Dili: Portekizce
Basım Yılı: 1995 / Türkçe İlk Baskı: 1999
Yayınevi: Can Yayınları

Kişisel görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

Enfes bi' kitaptı...
José Saramago, para ve bireysel kazanç/zenginleşme temeli üzerine kurulmuş sistemlerin, bu temel taşların önemini kaybetmesi durumunda bi' anda nasıl çökeceğini ve bu sistemlerinin parlak ambalaj kağıdı olan ahlâk, güvenlik, düzen, huzur gibi kavramlarının peş peşe devrilen domino taşları gibi nasıl yıkılacağını "körlük" metaforuyla -kulağa ilginç gelse de- "gözler önüne sermiş."
Bol bol sorguladım "doğru" bildiklerimi...
Ahlâk nedir, sadakat nedir, ihanet nedir, sevgi nedir, dürüstlük nedir, yardımlaşma nedir, insanın "insan" kalıbından çıktığı o sınır neresidir? Her insanın içinde gömülü duran, o ilkel ve vahşi tarafını uyandıran etken/etkenler nedir? ve benzeri onlarca, yüzlerce soru...
Çok güzeldi, çok...

Arka Kapak Yazısı:
"Araba kullanmakta olan bir adam, yeşil ışığın yanmasını beklerken ansızın körleşir. Körlüğü, başvurduğu doktora da bulaşır. Bu körlük, bir salgın hastalık gibi bütün kente yayılır; öldürücü olmasa da tüm etik değerleri yok etmeyi başarır. Toplum, görmeyen gözlerle cinayetlere, tecavüzlere tanık olur. Ayakta kalabilenler ancak güçlü olanlardır. Koca kentte körlükten kurtulan tek kişi, göz doktorunun karısıdır. Portekiz'in yaşayan en önemli yazarı olan Jose Saramago, bu çarpıcı romanında körlük olgusunu bir metafor olarak kullanmış, basit imgelere, sıradan sözcük oyunlarına başvurmadan, yoğun bir anlatımla, anlatıcının ve kahramanların konuşmalarını ortaklaşa bir monologa dönüştürerek, kurgunun evrenselleşebilmesi açısından kişilere ad vermeksizin 'liberal demokrasi'nin insanları sürüklediği sağlıksız ortamı olağanüstü bir ustalıkla yaratmış ve yaşatmıştır."

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Birlikte yaşamanın getirdiği etkinlikleri ve genetik değişmeleri bir yana bırakacak olursak, bilincimizi giderek damarlarımızda dolaşan kanın rengine ve gözyaşlarımızın tuzuna bulaştırdık, bu da yetmiyormuş gibi, gözlerimizi içimize dönük birer aynaya dönüştürdük, sonuçta gözlerimiz, ağzımızla yadsımaya çalıştığımız şeyleri çoğu zaman hiç sakınmadan gözler önüne serer hale geldi."

"...Yapacağımız her hareketten önce ciddi olarak düşünmeye başlasak, vereceği sonuçları önceden kestirmeye çalışsak, önce kesin sonuçları, sonra olası sonuçları, sonra rastlantısal sonuçları, daha sonra da ortaya çıkması düşünülebilecek sonuçları düşünmeye kalksak, aklımıza bir şey geldiğinde, bulunduğumuz yere çakılır, hangi yöne olursa olsun bir adım bile atamazdık. Sözlerimizin, hareketlerimizin iyi ve kötü sonuçları, kuşkusuz, ilerde yaşayacağımız günlere, hatta bizim bu sonuçları doğrulamak, kendimizi kutlamak ya da başkalarından özür dilemek için artık bu dünyada bulunmayacağımız günlere göreceli olarak düzgün ve dengeli biçimde dağılır, zaten kimi insanlar da bu durumun ölümsüzlük denen ve çok sözü edilen şeyin ta kendisi olduğunu ileri sürer,..."

"Oysa kitaplardan öğrendiğimiz, daha çok da deneyimlerimizden edindiğimiz bilgilere göre, zevk için ya da zorunlu olduğu için erken kalkan biri, çevresindekilerin horul horul uyumasına öyle pek rahat katlanamaz, hatta bizi ilgilendiren durumda daha da az katlanır, çünkü uyuyan bir kör ile gözlerini açmış olması hiçbir işe yaramayan bir kör arasında çok büyük bir fark vardır."

"Doktorun karısı, Hepimizin zayıf anları olur ve ağlama yeteneğimizin olması bizim için şanstır, gözyaşları bizi çoğu kez huzura kavuşturur, ağlayamadığımız bazı durumlarda ölecek gibi oluruz, dedi,"

"Akıl yürütmeye her zaman gölge düşüren önyargılara ve duygulara kapılmadan soğukkanlılıkla bakabilseydik, yetkililerin bütün körleri bir araya toplamalarının, her birimizi cüzamlılara yaptıkları gibi benzerlerimizin yanına birbirimizle iyi geçinmek üzere koymalarının büyük bir ileri görüşlülük olduğunu anlardık, koğuşun dip tarafında yatan doktor bize örgütlenmemiz gerektiğini söylediğinde haklıydı, gerçekten de bir örgütlenme sorunu söz konusu bizim için, önce beslenme, sonra örgütlenme, ikisi de yaşamda en gerekli şeyler, belirli sayıda disiplinli ve bizi bütün söylediklerimiz konusunda disiplin altına almayı bilen kişiler seçmek, bir arada yaşayabilmek için yapılması gereken basit işlerin kurallarını saptamak, örneğin süpürmek, yerleştirmek, yıkamak, temizlik söz konusu olduğu için bundan yakınmaya hakkımız yok, bunun için bize sabun ve deterjan bile verdiler, yatakları yapmak, özellikle de -bu çok önemli- kendimize olan saygımızı yitirmemek,.."

"Generalim, bu hastalık bana göre dünyanın en mantıklı hastalığı, görmeyen göz, gören göze körlüğü bulaştırıyor, işte bu kadar basit, Burada bir albay var, bu işin çözümünün, kör olan insanları öldürmekten geçtiğini ileri sürüyor, Kör olmak yerine ölmeleri istatistik bakımından büyük bir değişiklik getirmez, İyi de, kör olmak ölmek değil ki, Evet ama ölmek kör olmak demek."

"Neden el ele tutuşuyorsunuz, diye sorulsaydı, bunun yanıtını hiçbiri veremezdi kuşkusuz, öyleydi işte, her zaman kolayca açıklanamayacak bazı davranışlar vardır, hatta kimi zaman kendinizi zorlasanız da açıklayamazsınız."

"...neden öldüğünün önemi yok, bir insanın neden öldüğünü sormak saçma bir davranış, ölüm nedeni zaman içinde unutulur, yalnızca o tek sözcük kalır, Öldü,.."

"Ölecek olan zaten şimdiden  ölmüş ama o bunu bilmiyor, Ölmeye yazgılı olduğumuzu doğduğumuzdan beri biliyoruz, İşte bu yüzden, bir bakıma hepimiz ölü doğmuş sayılırız,"

"...şimdiye kadar bizim içimizde yaşayan ya da bizi şimdiye kadar yaşatan ve bizi biz yapan duyguları gözlerimize borçluyuz, gözlerimiz görmeseydi bambaşka duygulara sahip olurduk, bu nasıl olurdu, duygularımız ne yönde değişirdi bunu bilemeyiz,.."

"Sözcükler böyledir işte, durmadan kılık değiştirir, birbirinin peşine takılırlar, ne yöne gittiklerini bilmezler sanki ve içlerinden ikisinin ya da üçünün, ya da dördünün, örneğin bir kişi adılının, bir zarfın, bir eylemin, bir sıfatın kendi halinde öylece birdenbire ortaya çıkıvermesiyle, heyecanımız cildimizin yüzeyine ve gözlerimize kadar karşı konulamaz biçimde yükselir, duygularımızın içine hapsolduğu barajı yıkar, kimi zaman da bu basınca dayanamayan sinirlerimiz olur, çok fazlasını yüklenmiştir, her şeyi yüklenmiştir, cendere içindedir,"

"...Kendini kötülemeye hakkın yok, Daha da fazlasını yapmam gerekir, yıllar ilerledikçe insanın kendine yüklediği suçların listesi ne kadar kabarıyor bilemezsin,.."

İyi okumalar...

Görsel: Google Images

Kurtlar


Yazar: Peride Celal
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 1990 /4. Baskı 2013
Yayınevi: Can Yayınları

Kişisel görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

Peride Celal ile tanışma kitabım oldu, Kurtlar. Yazarın diğer kitaplarını da okumayı istiyorum.
Kitaplığımda, "beni çok etkileyen kitaplar"ımın arasındaki yerini almış durumda. Bu kadar etkilenmemin çok kişisel bi' sebebi var: Son sayfasına dek, bana çok benzeyen birinin kendisiyle hesaplaşmasını okuyormuşum hissini yaşattı ve korkarım bundan hiç hoşlanmadım!
Kendimle hiç bitiremediğim hesaplaşmamın, ilerleyen yaşlarımda hâlâ sürüyor olması durumunda çok daha ağır, çok daha yıkıcı hale geleceğini görmek sarstı beni.
Biz okurların "tuğla" olarak tabir ettiği; el yoran, çanta sapı koparan, kol kası yaptıran kitapları seviyorsanız bu romanı  kaçırmamanız gerekiyor :)
702 sayfalık kitapta çok sayıda anlatım ve yazım hatası yakalamam biraz canımı sıktı açıkçası... Benim gibi alelâde bi' okuyucunun bile gözünden kaçmadıysa, kitabın editörünün bu hataları nasıl gözden kaçırmış olabileceğini anlayamadım.

Arka Kapak Yazısı:
"Peride Celale göre her yazar "yapıtlarında hiçbir yerde görünmeyen ama her yerde olan kişidir"; özyaşamla kurmacayı karıştırdığı Kurtlar'da, hayatı boyunca tanıdığı kişileri ve düşündüğü pek çok fikri bir araya getirdiğini söyler. Peride Celal'in en olgun romanı olan Kurtlar, bir kadın yazar olan anlatıcının yirmi dört saatlik yaşam kesitini, çetin geçen bir hesaplaşmayla gözler önüne serer.
Aldanıyor Nilüfer. Yalnız değilim ben. Bir yazarın yalnızlığı kalabalığın içinde başlat, masa başında biter. Çünkü masa başında bir kişi değil, bin kişi ile çevrilidir. Düşünceleri ve her biri biraz da kendisi olan çeşitli kişilerle. Orada, kalabalık kendisindedir artık. Nilüfer, "Bu kez tuzağa düştün," diyor. "Geçmişi böylesine yoğunlaştırarak düşünmek, seni yok edecek sonunda. Daldığın karanlığın içinde boğulacaksın." Haklı. Anıları belirsizleştiren, saptıran karanlıkta; geçmiş zamanın içinden uzanan sevdiklerin, sevmediklerin örümcek kolları ile sarıyorlar seni. Kıstırıldın köşeye. Satırların arasında tutamıyorum kızı. Ben onu götüreceğime o beni sürüklüyor istemediğim yanlara. Evet, yazmalıyım. Yazmak istemiyorum... Makinenin başına geçip... Gözlerini açıyorsun içini çekerek. Neden, diye soruyorsun kendi kendine. Divandan yere kayan örtüleri çekiyorsun üzerine. Evet, neden? Kendinden korktuğn için mi? Kurtlardan mı yoksa?"

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Durmalı bir yerde o kız. Yol sapağına geldiğine göre! Karar vermeli ne yanı, neyi seçeceğine... Yaşamak istiyorsa... Mutlu olmak istiyorsa..."

Sesi kulaklarında: "Sen bir ruh hastasısın kızım, kendini alçaltmaktan hoşlanan!"

Nilüfer'in sözleri geliyor aklına: "Sen yazmaktan çok, yazmayı düşünen birisin. Makinenin önüne oturmamak için direnir durur, tembelliğini şunun bunun sırtına yüklersin, sonra da..."
Küçük Hoca araya girmişti hemen:
"İyi bir şeyler yazmak istiyor. O 'bir şey'i yazmak için birçok sanatçının çektiği acıyı çekiyor. Yaşamı boyunca da çekecek. Suçu kimseye yüklemeye gerek yok."

"Sorun şu," diyor, "kocayan kılıfın içinde saklı tutmaya çabaladığın gizli gençliğimin tükenip bitmesi birdenbire ya da kurtuluşu olmayan ölümcül bir hastalık, kanser gibi örneğin..."
Ona söylemedin, kocayan kılıfının içinde gençliğini sıkı sıkı tuttuğunu ve tıpkı onun gibi ölümden korktuğunu.
Yatağın içinde oradan oraya dönüyorsun. Yalnızım, korkuyorum! Yaşamaktan kork, ölümden kork, yaşlanmaktan kork, sevmekten kork! Gençliğinden beri süregelen korkular. Korkmaktan yaşamaya zaman mı kaldı!
"Sen akıllı bir delisin!"

"Beni düşünmemek için öbürlerini düşünüyorsun!" diyor, "Kalabalığın içinde kaybetmeye çabala istediğin kadar, sen beni arıyorsun, başkalarını değil!"

"Nazizm, Antiquite'den beri uygar dünyanın başına gelen, temelinden sarsan en büyük trajedi. İnsanı insana düşman etmek, ne korkunç şey!"
"Şimdilerde, milliyetçi maskesi altında, dini araç ederek insanları birbirine düşürme çabaları, aynı şey değil mi?" diyor, bir başkası."

"Bizde eleştirmenler, yapıtı değil, yazarı eleştirirler çoğunlukla, daha kolay olduğu için," diyor Nilüfer, "geri kalmışlığımızın bir başka yanı belki de..."

"Yazamıyorsun artık. Sorun bu. Bir sürü yarıda kalmış roman, öykü özetleri, notlar. Düşünceler, uçup giden ve zaman kalmadı!"

"Onu tanıdın mı gerçekten? Evet, diyemiyorsun. İnsanların hiçbir zaman birbirlerini tanımadıklarını, tanımayacaklarını düşünüyorsun yalnızca."

"Ödünler, çelişkiler yaratır. Sırasında yüceltir, sırasında yerle bir eder insanı!"

"Bütün evli kadınların, kocalarını sevsinler sevmesinler, tutsak olduklarını, onunla evlendiğinin haftasında anlamıştın."

"Yazıyorsun, durmadan yazıyorsun! Her şey kafanın içinde olup bitiyor. Kâğıda düştüğünde ufalanıp bozuluyor düşünceler. Satırlar birbirine giriyor ve Mine Kaçıp gidiyor ellerinden."

"Her şey senin gördüğün gibi değil. Yaşam denen kısacık oyunun içinde önemsiz rollerimiz oldu, hepsi bu!"
"Büyük gerçekler, giderayak kapı önünde söylenenlerdir," diyor bir Fransız yazar. Senin kapı önünde söylemek istediğin ne?

"İçini çekiyorsun derin derin: Sevmekten güzel ne olabilir? İnanmak ve inanarak sevişmekten başka! İstvan'a inanmıştın. Seni seven gerçekten... Budala gençliğim benim! Yurt sevgisiymiş! Al işte kurtlarla dolu, yabancılaşmış, yozlaşmış yurdunu, başına çal! Burada hiçbir çiçek açmayacak artık. Burada insanlar hiçbir zaman sevmeyecekler birbirlerini. Büyük kentlerin beton yapıları içinde, her biri tuğlalarla ördükleri kafalarından ışık sızdırmadan, saklanarak, karanlık köşelerde birbirlerine saldırarak, hırlayarak yaşayacaklar. Yaşayabilirlerse..."

"Belki de haklı. Hacıların hocaların cirit attığı, her şeyin kadere, Tanrı'ya bırakıldığı çılgın kargaşanın ortasında sınıfları dolduran o çocukları sanat yolu ile oyalamaya değer mi? "Değer..." diyor Küçük Hoca. "Işığı söndürmemek, önemli olan bu."

"İşte yalnızsın! Gerçeği görüyorsun: Duygusallığını kaybettin. Kemikleştin. İstvan, "Seni kendimi sevdiğim kadar seviyorum," dediğinde kızmıştın ona. Neden kendisinden çok değil, diye. Sevilmedim, anlaşılmadım hiçbir zaman!.. Dünyayı, insanları anlamayan, sevmesini bilmeyen sendin!"

"Kafanda bütün gürültüler duruyor bıçakla kesilmişçesine. İşte önemli olan bu an! Unutuyorsun öleni, Nilüfer'i, acıları, geçmişi, ölümünü unutuyorsun! Bir başka dünya açılıyor önünde, girilmeyen kapılardan giriyorsun, kendini değil, bir kişiyi, bin kişiyi yaşamak, yaşatmak tutkusu, büyüyüp ateşleniyor içinde."

"Bu kurtlar en çok kitaplara, kitap yazanlara, okuyanlara düşman. Neden? Kendileri ulumaktan başka bir şey bilmedikleri için mi?"

"Yaşam bu! Üzerine uyduramazsın her zaman giysi gibi. Böyle birdenbire partallaşır, sarkmaya başlar her yanından."

"Bütün yaşamın yalnızlık içinde geçti. Bundan kurtulmasının zamanı geldi, diye düşünüyordum. Anlıyorum, sen kendinle yaşayacaksın sonuna kadar. Kim bilir, yalnızlık, yazarlığın için gereklidir belki de."

"Düşler gerçekte olduğundan çok daha coşkulu ve güzel. Umutlar, beklentiler ele geçtiğinde, bir süre sonra tadı kalmaz. Oysa düşler, hayal gücüne bağlı. İstediğin kadar sürdürebilirsin."

"Romanı romanını yazmak! Kimse bilmiyor gerçekte bunu düşlediğini."

"Küçük Hoca, "İki çeşit romancı var," diyor. "Biri, tarihsel olayları, sosyal, siyasal konuları okuyucuya iletmeyi başaran, istediği yola süren, zorlayan; örneğin, Gorki gibi. Sonra evrenseller: Tolstoy, Stendhal, Balzac, Proust örneğin. Bir de yalnızca insanları, onların küçük, yalın yaşamları altında sakladıkları karmaşık duyguları açıklamaya çalışan, yanlış bir dünyada insan olmanın mutlu ya da mutsuzluğunu irdelemeye çabalayanlar. Örneğin bir Çehov, Duras, bir Mansfield, bir Albert Cohen."

"Kimileri, başkalarını aşağılayarak kendilerini yücelttiklerini sanırlar," diyor. "Aldırmayın böylelerinin eleştirilerine. Yazmayı sürdürün, rica ederim, vazgeçmeyin..."

"Yarım kalmış yazılar, yeteneksizliğimizin ölü çocuklarıdır çekmecelerde sürünen.  Yarattığın kişilerin kaderlerini taşımak omuzlarında, onları götürememek gidecekleri yere..."

"Aklını sevmiştim en çok onun! Akıl yok olduğunda, tıkanıp açılan musluktan fırlayan pislikler gibi, onda nefret ettiğin ne varsa yüze çıkıvermişti. Aklıyla seni tutsak etmiş olduğunu, kösnül isteklerini doyurmak için yatağında istediğini, verdiklerini kurnazca geri alan cimri biri olduğunu düşünmeye başladın. Yazarlığın umurunda değildi. Bütün o kitaplar, seni eğitmek için çabalar, savurduğu büyük düşünür adları hepsi, seni bilgiçliği ile ezmek, üstünlüğünü kanıtlamak içindi. Anlamalıydın. Erkeklerin kendilerine göre sevme biçimi vardı: sahip olmak! Onun da öbürlerinden, başka erkeklerden farkı yoktu."

"Yüreğinin derinlerine inmek, kötülükleri arayarak... Başkalarını anlatıp incelemek, yargılamak kolay. Güç olan yüzünü ışığa dönerek kendini yargılamak, açık ve korkusuz."

"Kimi zaman," diyor, "düşman alır elimizden özgürlüğü, kimi zaman içimizden çıkar özgürlük düşmanları."

"Konfüçyüs dört şeyden nefret edermiş," diyor Mine ve peş peşe sıralıyor: "Temeli olmayan düşünceler, kesin yargılar, boş inatlaşmalar ve bencillik."

"Televizyonun karşısına geçer, yanına oturmanı ister, "Bak," derdi, "Atatürk'ün resmi altında tespih çeken, esneyen, sırıtan şu kalabalığa bak! Bunlar mı memleketi yönetecek, ileriye götürecek? Ne sanatçı ne bilim adamı, hiçbir şey çıkmaz bu toplumdan, inan bana. Bir küçük kesim, aydın ve bilinçli. Saysan birkaç bini geçmez. Kusurları da Atatürkçü olmaları. Anlıyor musun?"

"Gecenin ilerlemiş saatlerinde içki içmek, müzik dinlemek, yazmak, okumak hoşuna gidiyor. Herkes uyurken onların rüyalarından bir şeyler çalıyorsun sanki. Yaşamın uzuyor, ölüm korkusu geriliyor."

"İşte, akıllı kadın!" diyor Nilüfer. "kaybettiğimiz sevgilere yeniden ulaşmak, gençliğimize yeniden kavuşmak gibi olanaksız."

"Yıllardır ayn sözleri söylemekten bıkmadılar. Ağızlarında kelimeler eskidi, anlamları kayboldu, farkında değiller."

"Türk toplumu elli milyona yaklaştı. Bunun en aşağı otuz milyonu köylerde, kasabalarda. Kentli ile kasabalı ve köylünün sorunları birbirinden ayrı. Koşulları başka. Gel de böyle bir toplumu demokrasi kuralları içinde uzlaştır bakalım."

"Nasıl kitap basılsın, satılsın istiyorsunuz bu ülkede?" diyor Yazar. "Şairlerin, yazarların kapıları önünde kurtlar uluyor, düşünceye kurşun sıkıyorlar."

"Şimdi korkuyu işliyorlar ustaca. Ayaklarımızın altında çukurlar kazıyorlar. Düşüp yuvarlandığımızda Tanrı'ya yalvarıp yakarmamızı bekliyorlar. Secdeye kapanıp uyuklayan bir toplum. Yaratmak istedikleri bu!"

"Yaşam yalandan başka nedir ki. Yalanı gerçeğe, gerçeği yalana dönüştürmek yazarların işi değil mi?"

"Küçük Hoca, "Daha başlangıçta önümüze açılmış bir tuzaktır yaşam," diyor, "haberimiz olmadan içine düştüğümüz... Oldubittiye getirildik. 'İşte dünya!' dediler önce, arkasından 'İşte ölüm!' dediler."


Sahibinin sesi - Sittirella marka
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...