Çokuluslu şirketlerde kültürel farklılıkların çatışması


Blog blog olalı böyle başlık görmedi arkadaşlar :)
Bu gönderiyle,  bugüne dek pek bahsetmediğim,  Türkiye dışında bir ülkede çalışıyor olmanın avantaj ve dezavantajlarından bahsetmeye başlayacağım
Elbette gayet subjektif bir şekilde...

Polonya'ya gelip yerleştikten ve çalışma hayatına hatırı sayılır bi' ara verdikten sonra, iş arayışına girerken, yabancı bir ülkede, yabancı bir çalışma kültüründe çalışmanın beni bu kadar zorlayacağının farkında değildim.
Türkiye'de, yaklaşık on yıla yakın bi' süre iş tecrübesine sahip olmamın, burada sadece işe giriş aşamasında bana yardımcı olduğunu söyleyebilirim. Gerisi kelimenin tam anlamıyla ''yanlış anlaşılmaları giderme savaşı''na dönüştü benim için.

En çok takıldığım noktadan başlamak istiyorum; çalışma saatleri.
Türkiye'de, eğer çokuluslu/kurumsal bi' şirkette çalışmıyorsanız -ki, böyle bi' şirkette çalışıyor olmanız bile bunu değiştirmiyor- mesai saatlerinin bitimi bizim için bi' önem taşımaz.
Hepimiz, işimizi tamamlamak, üzerinde çalıştığımız işi son bi' kez gözden geçirmek, ertesi günün raporunu da hazırlamak vs. gibi sebeplerle zaman zaman ofiste uzun süreler harcamış veya hafta sonu, patronumuzun bi' aramasıyla beklenmedik bir toplantıya, bir kaç saatlik ek çalışmaya mecbur bırakılmışızdır.Bazı günler, eve iş getirmiş, gece yarılarına dek çalışmışızdır.
Bizim için mesai saatleri -memur olmadığımız sürece- sadece formaliteden, kağıt üzerinde görünen saatlerden ibarettir. Aslolan sorumluluklarımızdır ve biz, üzerimize düşeni en güzel en doğru şekilde yapmak için insiyatif kullanıp, istediğimiz saatte/istediğimiz kadar çalışırız. Hele hele yaptığımız işi, çalıştığımız şirketi sahiplenmişsek...
Hatta ve hatta, ofisten en son çıkan veya geç saatlere dek çalışan kişiler ''çalışkan'' veya ''sorumluluklarının bilincinde'', ''iyi çalışan'' ilan edilir ve daha fazla değer görür.

Burada ise, saat 17:00 dediği an, eline çantanı alıp ofisten ayrılamıyorsan; ''İşkolik''sindir.
Ya da -kaba tabirle- ''beceriksiz'', profesyonel deyişle ''zamanını yönetme becerisine sahip olmayan'' kişisindir ve acilen ''Time Management/Zaman Yönetimi'' eğitimine katılman gerekiyordur.
Saat 13:00'de işini gücünü bitirip, 17:00'ye dek yemek molası-çay-kahve-gazete, hiçbi' şey yapmadan otursan ve son dakika ''dur beş dakika geç çıkayım'' dersen yandın; ya ''al işte, 4 saat boş oturdun da ne oldu? Yine zamanında çıkamadın ofisten, demek ki; zamanını kullanamıyorsun'' olur, ya da saat 13:00'e dek işini bitirebildiysen, ''demek ki yaptığı iş çok hafif kalıyor, üzerinde yeterince iş yükü yok, daha fazlasını vermemiz gerek'' olur.
İki ucu lollipoplu değnek :)
Ya daha fazla iş yüküne evet diyeceksin, ya da o gün yapman gereken her şeyi tamamlamış olsan bile, bitirmemiş gibi davranıp, aynı ''çalışıyor'' havasıyla akşama dek rol kesmeye devam edeceksin.
Ancak bu rolü hakkını vererek oynayabilirsen zamanını etkin kullanabildiğine dair güvenlerini kazanırsın.

Bugüne dek, hep kendi ofisine sahip olmuş, kendi odasında sessiz ortamda çalışmaya alışmış, çalışma arkadaşlarıyla mutfakta, yemekte, toplantılarda veya çay molası bahanesiyle birlikte zaman geçirmiş biri olarak, açık ofis, telefon/konuşma/ses kirliliği altında çalışmaya mecbur olmak ilk günlerde beni çok zorlamıştı.
O sebeple, akşamüstü -evim de çok yakın olduğu için- hemen her gün yarım saat-bi' saat fazla kalıp, sakin kafayla, hiç kimse tarafından rahatsız edilmeden çalışmak işime gelmişti.
Zamanla, benim bu yarımşar-birer saatlik fazla çalışmalarımın, en başta yöneticim olmak üzere, departman çalışanları üzerinde stres yarattığını, tasvip edilmediğini ve tam zamanında ofisten ayrılmam gerektiği yönünde baskı görmeye başladığımı fark ettim.
Onlara, bunun tamamı ile farklı bir iş kültürüne sahip olmaktan kaynaklandığını, onların ofisten çıkıp gittikleri saatte, Türkiye'den konferans görüşme talepleri almaya devam ettiğimi, Türkiye çalışanlarının gece yarılarına dek evden, ofisten çalıştıklarını, bizim için aslolanın mesai saatleri değil, o anda işlemde olan, sorumlusu olduğumuz tüm işleri mükemmel şekilde tamamlamak olduğunu, onlara göre çok basit olan ''ertesi güne bırakma'' işleminin bizim için geçerli mazeret olmadığını anlatıncaya dek çok yıprandım.
Hala da anlatabildiğimi/anlayabildiklerini zannetmiyorum.

Birileri yöneticime; benim bi' işkolik olmadığımı, günde sekiz saati tamamladığımda elime çantamı alıp gitme fikrinin, (okuduğum sayfanın arasına ayracı koyup, ertesi gün okumak için kitabı kapatmak gibi) o an/orada işi gücü bırakmamın ve eve iş getirmemenin, özel hayatıma iş hayatının stresini taşımamanın, benim için de ''şahane!-muhteşem!'' olduğunu ama Türkiye'dekilerin daha time based/task based çalışmanın ayrımını bile yapamadıklarını, aslında Türkiye çalışanlarının bu konuda esaslı bir eğitime ihtiyaçları olduğunu...

Diğerleri de; (Türkiye çalışanlarına) benim Türkiye'den sorumlu olmamın burada gece bekçiliği yapmamı gerektirmediğini, işlerin burada Türkiye'de olduğu gibi yürümediğini, mesai saatleri dışında çalışmamam gerektiğini, bunun iş ve sorumluluklarımdan kaçmak için bahane değil, gerçeğin ta kendisi olduğunu açıklayabilir mi?

Bak, hala hatırladıkça gülüyorum :)))))
Sabah 11'e dek uyu, dinlen, kalkıp kahvaltı hazırla. Kahvaltıdan sonra tüm gazeteleri, takip ettiğin blogları köşe-bucak oku. Mutfaktan bir başlayıp dip-köşe-cam-çerçeve evi temizle, bi' toz zerresi bile bırakma, öğle yemeği+akşam yemeği pişirip, üzerine bi' tepsi elde açma börek ve de bi' kalıp kek yap.
Duş al, giyin süslen gezmeye git, dönüşte alışverişini yap, iki bölüm dizi seyrederken, kaş-maş, manikür-pedikür tamamla, çamaşırları asıp, kuruyanları ütüle.
Annenle bi' saat Skype sohbeti yap, İspanyolca ödevini bitir ve eski notları gözden geçir. Üstüne, minnak portakalla da bi' saat oyun oyna-sev-öp-kokla onu :)
Ertesi günü vereceğin eğitimin sunumunu gözden geçir, 50 sayfa kitap oku, sevgilinle oturup uzun uzun sohbet et, gül-kıkırda, ertesi günü giyeceklerini (takılarına dek) hazırla ve saat 22:00'de inci gibi fırçalanmış dişlerle, yatağında uyumaya hazır ol.
Sonra, üzerine giydiği gömleği/eteği ütülemeye bile zaman bulamamış biri tarafından ''işkolik'' ilan edil ve hatta ''etkin zaman yönetimi'' eğitimine katılma tavsiyesi al!
Diyemiyorum ki, sertifikam bile var... desem, ''sertifikalı işkolik'' ilan edilmek var işin ucunda :/

Şeytan diyor ki; Uy, uy, uy bana! :)

Görsel: Google Images

Yorgun savaşçı

Yarım saat oynadıktan sonra, kalan son enerjisi ile çıkardığı numaralar.
Arada azıcık görünmüşüm, o kadarcıktan bi'şey olmaz :P

Huzurlarınızda minnak topak! :)


Yorgun oyuncu :) from Sittirella on Vimeo.


Yine efenim, ''Vimeyo açılmeyoooo'' diyenler için, YouTube'dan geliyor:

Google Google... hele bir bak aşağıda ne yazıyor :



Hapse giriyorum arkadaşlar.
Artık bana bol bol el yazısıyla yazarsınız :/
Bu da nerden çıktı demeyin, hemen açıklıyorum durumu :'(

Ö-höm ö-höm!
İşten eve geldim, çayım-kahvem hazır.
Kuruldum PC başına, takip ettiğim bloglarda yapılan yeni gönderileri okuyacağım, keyifle...
İlk olarak yeni gelen yorumları yayımladım ve hatta bi' kaçını yanıtladım. Buraya dek her şey normal.

Başladım blog listeme bakmaya, bizim OİP'im kutukafayı öldürmüş :) Hemen bir yorum yaptım.
Sayfasında yorum kontrolü olmadığını bildiğimden yorumumun yayımlanıp yayımlanmadığına bakmadım bile.
Ardından Edi'nin sayfasını ziyaret edip, çektiği bitpazarı fotoğraflarının birindeki ayrıntıya takıldığım için destan gibi yorum yaptım.
Bastım gönder butonuna... ı-ıh! Gitmiyor! Google uyarı veriyor :/ Döndüm OİP'in yorum penceresine, onda da aynı ERÖR :/
''Google hesabınız şüpheli ve tehlikeli hareketler midir nedir, -alengirli işlemler yapıyorsun der gibi- tespit edildiği için bloklanmıştır!''
Ülke adını onaylayacağım, telefon numaramı yazacağım da hesabımı geri alacağım.
Denemediğim yöntem kalmadı, yedek mail adreslerine şifre sıfırlama linkleri geldiği halde yine de hesabıma erişemiyorum!.
Dellendim!
Dedim mesaj falan hikaye, sesli arama yapsın bana google madem yapacaksa!
İşaretledim-gönderdim.
+16503539140 numaralı telefondan otomatik arama geldi ve bildiğin otomatik sekreter bana bi' aktivasyon kodu sıraladı, iki kez tekrarladı.
Sekreter dediğin otomatik bile olsa kadın oluyormuş arkadaş... öğrendim.
Girdim kodu kutucuğa, tak açıldı Google hesabım!

Hani ben alengirli işler çeviriyordum arkadaş? Her şey telefon numarama erişinceye dek miydi?
Belki de bambaşka biri -sadece kullanıcı adımı yani mail adresimi bilen ama şifremi bilmeyen biri- yazdı kendi telefon numarasını-aldı kodu, elimden aldı Google hesabımı, blog adresimi, son beş yılın birikimini????
Bu mu sizin data koruma seviyeniz?
Birinin mail adresini bilmek yetiyor mu elinden hesabını almaya tek bi' telefon numarasıyla?
Hepimiz biliyoruz blogların bağlı olduğu mail adreslerini, görebiliyoruz sonuçta!
Aç parantez (bu arada, hepinizin hesabınızı elinizden alabilirler bu yöntemle demek istiyor şair size, yeter ki kullanıcı mail adresinizi bilsinler!!!!! kapa parantez)

Ayrıca, o tehlikeli-şüpheli hareketleri, üç beş yoruma yanıt yazmakla-arkadaşımın sayfasına yorum bırakmak arasında geçen toplasan yazıyla BEŞ, sayıyla 5 dakika içinde mi yaptım?
Hadi, boş verdim hepsini...
Ne diye, kumanda paneline döndüğümde, bugüne dek adını bile duymadığım blogları izleme listemde görüyorum???
Hem de bir değil, beş değil!
Ne diye, aylar-yıllar önce takipten çıkardığım blog yazarlarının gönderilerini görüyorum???
Hadi bunları da sittir et!
BEN NEDEN KENDİ BLOG SAYFAMI İZLEMEYE ALMIŞ GÖRÜNÜYORUM?????????
Açın bakın, izleyiciler kısmından, hem de ilk sıralardayım, en son izleyici bile değilim, yıllardır kendimi takipte görünüyorum!!!
Ne diye kendimi takip edeyim, zaman makinesi icad edildi de, beş yıl öncesine gidip kendi bloguma izleyici olup geri mi geldim?
Yapılacak onca iş, değiştirilecek onca şey varken hem de 5 yıl öncesinde...

Ben senin taaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa........ babanın şarap çanağına tüküreyim Google!

Yemin ederim soğudum!
Ben, kendimi gizleyen-saklayan-millete var olmayan bir hayat hikayesini kakalamaya çalıştığı için adı-sanı ortaya çıkacak diye korkudan tir tir titreyen biri değilim ki!
Bi' ton arkadaşım var burda, akraba olduk be!
Ver deseydin numaranı, verirdim!
Şimdi işim yoksa düşünüp durayım CIA mi izliyor beni? FBI mı?
Yoksa bildiğin MİT mi?
Hergelenekon'dan içeri mi alıcaklar? Adres tespitine mi uğraşıyorlar yoksam leyn?
Yapmışımdır ben kesin bi'şiler :/
Hiç bi'şi yapmamış olsam bile, sevmiyorum ya Tayyeap'i... bu bile suçtur veya kanun hükmünde kararname ile Tayyeap'i sevmemek de suç ilan edilmiştir bu sabah belki.
Sevmeyenleri de akşam saatlerinden itibaren 'Yattık rüyaya, sorduk - S.Ella nereye gitsin? Yüce rabbim Silivri gibim bi' yer olsun dedi' deyip içeri tıkmaya başlamışlardır.
Uleeeeyn!
Gel de paranoyak olma!
Kesin atıcaklar beni içeri:/
Benden ses çıkmazsa, malum Silivri-Milivri bi' yerlerdeyim.
Karton karton sigara, bol bol kitap, defter-kalem temiz çorap,famila-manila neyin getirin.
Valla hakkımı helal etmem bak.
Valla dedim :/
Oyoyoyoy! :)

Görsel: Google Images

A Z


Yazar: Hakan Günday
Orijinal dili: Türkçe
Basım yılı: 2011
Yayınevi: Doğan Kitap

Arka Kapak Yazısı:
''Diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az...
O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum... Az...
Sen de fark ettin mi? Az dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z.
Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var.
O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında.
Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar.
Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler.
Senin ve benim gibi...

11 yaşında bir tarikat şeyhinin oğluyla evlendirilen korucu kızı Derdâ ile hapisteki bir gaspçının aynı yaştaki oğlu “mezarlık çocuğu” Derda’nın bir mezarlıkta kesişen hayatlarının, bu iki çocuğu kırk yıl boyunca her tür şiddetle yontup birbirlerine hazırlayışının, (bütün anlamlarıyla) Yazı’nın bu iki çocuğu birleştirmesinin hikâyesi.
Çocuk şiddeti, hayatın şiddeti, aşkın şiddeti, inancın şiddeti, hırsın şiddeti üzerine, A’dan Z’ye şiddet üzerine, dilin ve yazının şiddetiyle bir roman...''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Maddenin hallerinden biri de 'olağanüstü' olandır.''

''Çünkü dünyanın en çabuk geçen, geçer geçmez de en hızlı yakalanılan hastalığına sahipti : Umut.''

''Müslüman kadınlar. Baksana, o kadar seksi olmalılar ki, her yerlerini kapatıyorlar. Yani bir açsak kendimizi, tutamayacaksınız kendinizi, diyorlar bize, anlıyor musun? Üzerimizdeki kumaşları çıkarırsak, kendinizi kaybedersiniz, demek istiyorlar biz erkeklere! Evet, evet, bunu hiç düşünmemiştim ama böyle olmalı! Yani insan, dünyanın en güzel kadını değilse niye saklasın kendini? Tecavüze uğramaktan korkuyor olmalılar! Şöyle düşün, sen hiç nüdist olan güzel bir kadın gördün mü? Yok! Belki müslüman kadınlar bir çeşit silah gibidir. Ölümcül bir silah gibi! O kadar ölümcüller ki, kılıflarından asla çıkarılmıyorlar. Nükleer bombalar gibi! Asla ateş etmiyorlar ama hep oradalar! Yani bir ortaya çıksalar, dünyanın sonu olacak! Herkes onların kölesi olacak!''

''İnsan doğar. On-on beş yıl sonra dünyanın nasıl bir tezgah olduğunu ve doğumla ölüm arasına nasıl hapsedildiğini fark eder. Bu aslında bir histir, bilgi değil. Ve ilk tepkisini verir. Avazı çıktığı gibi bağırarak. Bu çığlık, kalabalığın içinde cüzdanını çaldırdığını fark eden kişinin çaresiz haykırışına benzer. Önce, aşağılayan ve umursamaz bakışlar atan kalabalık, sonra da aşırı gürültüye dayanamayıp, içlerinden birini, bağırıp çağıranla konuşmaya gönderir. O da gidip ''Biz de çaldırdık cüzdanı, ne var? Senin gibi kıçımızı yırtıyor muyuz?'' der. Böylesi bilimsel bir müdahale için, genelde diplomalı olanlar tercih edilir. Kalabalığın kayıtsızlığı karşısında yavaş yavaş sesi kesilen yaygaracı, gerçeği kabullenir ve çevresindeki boşluğu insanlarla doldurur. Buna büyüme denir. Yetişkin olma. Tam olarak, yetişkin uysallığı.Yapay bir haldir. Tasarlanmıştır. İşlevselliği üzerinde hesaplar yapılıp öyle biçimlendirilmiştir. Yetişkin uysallığının temeli, toplumun varlığını sürdürebilmesi için toplumdaki her bireyin bir boka yaraması gerektiği inancında yatar. Ve en önemlisi, yetişkin uysallığı, tamamen ölçüsüz bir dünyada, milimetrik biçimde ölçülür.''

''Ama bazılarının kafası kalındır ve onlar son nefeslerine dek bağırmaya devam eder. Çünkü hayat aşırı bir süreçtir, çünkü dünya aşırı bir yerdir ve ikisinin de hak ettiği, suratlarının ortasına inen aşırı şiddetli yumruklardır. Bu yüzden, ergen isyanı, bir insanı öldürmek için onu altmış kez bıçaklamaktır. Çünkü gözlerini dünyaya ancak on dört yaşlarında açabilen biri, her insnanın, ağzı tüten en az altmış ejderha tarafından kuşatılmış olduğunu anlayandır. Sonuç olarak, insanlığın ergenlik hali, bütün aptallığına rağmen, hayatı boyunca, özgür bir yaratığa en çok benzediği dönemdir.''

''Ya hayatlarının anlamını bulamayanlar? diye söze girmişti kızılderili. Onlar ne olacak?'
Onlar da, göğüslerinde bir et parçasıyla, canlı canlı çürüyecekler. Ve buna da, Yaşamak demeye devam edecekler.''

''Nereden bilebilirdi insanoğlu? Varlığının sonuçlarını.
Hepsinin de yanıtı aynıydı: Hiçbir yerden...
Belki de bu sayede hayat devam ediyordu. Kime, neye neden olduğunu önceden bilemediği için... Çünkü her davranışınızın zaman içindeki bütün sonuçlarına önceden tanıklık eden kişinin ilk tepkisi, büyük ihtimalle, durmak olurdu. Durmak ve durdurmak. Dehşet içinde. Hareket etme korkusundan kalbi durana kadar. Çünkü her hareketin nihai sonucu acıydı ve belki de, insanoğlu bunu bilse hiç doğmazdı. Belki de daha kötüsü, bütün bunları bilse de doğmaya devam ederdi. Ne de olsa, insandı ve doğası gereği arsızdı. Doğmak için her şeyi yapardı. Gerekirse karnından çıktığı annesinin leşini doğumhanede bırakır, hatta dünyaya ikizine yağışık bile gelir, ama yine de doğardı...''

''Zaten her insanın, yaşadıkça uzmanlaştığı bir yan mesleği yok muydu? Geçmiş Tasarımı ve Yönetimi adında müthiş meslek!''

Keyifli okumalar :)

Görsel: Google Images

Tertemizdir minnakım :)


Tertemizdir benim minnakım :) from Sittirella on Vimeo.

Bir bu pati, bir şu pati... söz de dinler :)
Pek temizdir benim minnakım :)

Yok efendim vimeo çalışmıyor, izleyemiyoruz diyenler için ;

''Asla, asla deme'' dediler... dedim gitti!



Ben hayatta 65 kiloya düşemem arkadaş!
Selülitsiz, taş gibi kalçalara, bacaklara, taş gibi bi' vücuda sahip olmam mümkün değil!
Yiyip yiyip kilo almamak? Benim için hayalden öteye geçmez.
İstediğimi alıp, her giydiğimi yakıştıramam kendime... asla!
Biz, asla bahçeli bi' eve sahip olamayız arkadaş!
Üç kuruşu bi' araya getiremeyiz asla!
Biz bu yıl Türkiye'ye gidemeyiz arkadaş! Gidip bi' ay kadar aile saadeti yapamayız, mümkünatı yok!
Ben bu dilleri sular-seller gibi asla konuşamam arkadaş!
Asla terfi alamam, maaşımı katlayamam!
Ben kendime bi' kitaplık yapıp onu yüzlerce kitapla dolduramam arkadaş! İmkansız!
Ben sürücü belgemi alıp, kendi arabamda işe gidemem arkadaş! Asla yapamam bunu!
Ben, asla bi' afet-i devran olamam arkadaş! Kanımda, genlerimde yok bi' kere bu!
Asla istediğim gibi yaşayamam arkadaş, canına yandığımın feleğinin gözleri kör, asla görmez-duymaz beni!

Hadi bakalım, bu kadar da büyük konuştum.
Yedir bana 'asla' dediğim her sözümü felek!
Yediremezsin arkadaş! Döt ister bana büyük büyük ettiğim lafları yedirmek!
Hıh!

Görsel: Google Images

Miv! :)

OİP'im yapmış.
Benim için yapmış... zaman harcamış, yazmış, çizmiş, boyamış.
Bir yukarı bakıyorum, bir buna bakıyorum... içim içime sığmıyor :)
Çocuklar gibi ellerimi çırpa çırpa, ağzım ensemde fiyonk, laptop çevresinde dolanıyorum :)


Blog sayfamı süslüyorum, kutusittirellam ve kutubalım ile :)
Kurum kurum-gerim gerim mode on! haliyle ;)
Seviyorum seni OİP'im, bir kez daha teşekkür ederim :)
Kutu kedilere bakıp iç geçirirken, ''Gel kutu kutu kutu'' derken :)
Miv! :)*

Ayrılmaya karar verdik...



Ayrılmaya karar verdik :/
Nasıl anlatılır, nasıl açıklanır bilmiyorum.
Uzun zamandır aklımdaydı ayrılık. Burada bile, bazen bunu kelimelerimin altına yerleştirdim, bazen açıkça ifade ettim ama iş ciddiye binince hiç kolay olmadı bunu dillendirmek.
Böyle birden bire, pat diye... bunca zamanın birlikteliği var, onca ortak yaşanmışlık... zor geliyor insana tabi.
Son zamanlarda, ilişkimiz gitgide tatsız tuzsuz bi' hal almaya başlamıştı.
Önce aynaya baktığımda bile bana ''mutsuzum'' demeye çalışan gözlerimi fark ettim... sonra kendimi sorgulamaya başladım... sonra iş biraz daha ilerledi ve özgürlüğümü kısıtlamaya, giydiğim her şeye karışmaya, daha önce severek giydiğim hiç bi' kıyafetimi onaylamamaya başladı.
Üzerimdeki baskısı, hoşnutsuzluk artıp, artık kaldıramayacağım bi' hale geldi ve ben dürüst olup bi' karar vermek zorunda olduğumu hissettim.
Ayrılık kararımı açıkladığımda çıtı çıkmıyordu, benim kararlı cümlelerimden sanırım itiraz etme şansı bile olmadığını anlamıştı.
Zaten, suskunluğun bir diğer anlamı kabullenmek değil midir?
En zoru da; ''ben artık seninle beraber olmak istemiyorum, kolay olmayacak biliyorum, elbette birbirimizden tümüyle kopmak zaman alacak ama bu beraberliği mümkün olan en kısa sürede bitirelim'' demek oldu.
Ve... bitti.

Daha önce hayatımda yoktu ve ben mutluydum.
Yine hayatımda olmayacak ve eminim ki ben yine mutlu olacağım.
Elveda göbeğim, elveda gıdım, elveda bel çevresi simidim, elveda fazla kilolarım.
Sizi hiç ama hiç özlemeyeceğim.

Görsel: Google Images

Tembel işi oyun :)


Tembel işi oyun :) from Sittirella on Vimeo.

Tam tembel teneke, tam! :)
Hem oyun oynasın, hem yorulmasın.
Oh, ne ala hayat! :)

Yerim o kırpışık gözleri, pembe patileri :)

Hanimiş: videonun tamamı ile yüklenmesini bekleyip izlemek gerekiyormuş :/
Ya sabır deyin, hemencecik yükleniyor :)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...