Aydınlığın şövalyeleri neredesiniz?


Asortik Krep'in gönderisini okurken sonuna eklediği bir mektup içimi cız ettirdi.
''Çaresizlik'' belki tek nefret ettiğim şeydir.
Okuyun.
Sonra ister sayfayı kapatıp gidin, isterseniz  herhangi bir gönderinizin sonuna siz de bu mektubu iliştirin.
Belki gerçekten Berrin'in sesi hedefine ulaşır.

"Aydınlığın şövalyeleri neredesiniz?

Akşamları tepelerde ışıklar görünüyor yer yer: İran sınırı ve karakollar. Yükselti o kadar fazla ki, ağaç yetişmiyor. Yıldızlar o kadar yakın ki, ellerinizle tutabilirsiniz. İlkokulda öğrendiğim tüm yıldız kabileleri burada: küçük ayı, büyük ayı, cezve. İnsanları o kadar sıcak ki, iklime inat. “İnsanlık” burada yaşıyormuş, meğer ölmemiş" diyorum içimden.
Yıllardır batıda değişik ve güzel şehirlerde ...çalıştım hem de iyi koşullarda. İster istemez kıyaslama yapıyorum. Burada 3.haftasındayız okulun. Kılık-kıyafet kontrolü sırasında ayakkabıları farklı renkte birkaç öğrenciyi ayırmıştık. Teneffüste bir kız öğrenci yanıma geldi ayrılan bir arkadaşı için. Sessizce kulağıma “hocam, … arkadaşımız 12 kardeş, ailesinin durumu iyi değil, söyleyemiyor utanıyor” dedi sustum. 9.sınıf öğrencilerinden biri (üstelik ufacık bir şey daha) eski bir eşofman üstüyle gelip gidiyor okula. Fakirliği okunuyor yüzünden, duruşundan.
Bir aya kalmaz kar yağarmış buralara. "Ne yapmalıyım bu çocuk için? Bugün 11.sınıf öğrencilerinden biri üzgündü. Nedenini sordum, "ailemin parası yok hocam beni okuldan alacaklar" dedi. Zehir gibi kafası var. Seneye mezun olacak oysa. Kalacak yer bulmalı ama nasıl? Kız öğrencilerin sayısı az, çünkü okutmuyorlar. Çarşıda kadın-kız pek görülmüyor, ancak memur bayanları görebiliyorsunuz. Öğrenci çok, sıra az. Gelen öğretmenler en fazla 1,5 yıl kalıp gidiyorlar. Sınıfta konuşuyoruz, bir örnek verdim: Van’ a gittiğinizde…"Hocam Van’a gitmeyenler var daha" dediler. Sordum, sınıfın yarısı ilçeden dışarısını görmemiş daha. Gidenler de çalışmak için bir inşaatta veya akraba yanında. Gezmek fiilini çekemez bu çocuklar. Sinema-tiyatro, alışveriş merkezi, kafeterya, çay bahçesi, flört nedir bilmiyorlar.
Ülkemin 40 yıl öncesine ışınlanmışım sanki. Ya da bir köşeden Şener Şen çıkıverecekmiş gibi, bir Türk filminin içine düşmüşüm adeta.Evimi taşırken kitap kolilerinden yakınan taşımacılara kızan ben, okuldaki kütüphaneyi görünce ürperdim. Bomboş! Bu gençlerin bilinç kazanması, kendilerini tanıması, hayallerine kavuşmak için yol-yordam öğrenmeleri gerekiyor oysa. Yokluk ve yoksulluktan kurtulmaları, cahil kalmamaları gerekiyor. YGS-LYS kitapları olsa kütüphanede soru çözümü yaparlar, üniversiteye bir adım daha yaklaşırlar.
Okuduğu bir roman karakteri belki onun hayatında dönüm noktası olacak, belki çözdüğü bir üniversite hazırlık kitabı onun bir bilim insanı olmasını sağlayacak ya da okuduğu kitaplar hayatının tek zenginliği olarak kalacak ama kendi çocuklarını özellikle de kızlarını okula göndermesini sağlayacak.
Üzerime umutsuzluk çökmeye başladı, yakında yağacak olan kar gibi…"

Berrin Damgacı
Başkale İ.M.K.B Çok Programlı Lisesi
BAŞKALE / VAN
Tel: 0537 8611682

Görsel: Google Images

Te allam yareppim!


Bir iş arkadaşım bana şu soruyu sordu:
''Sittirella, Türkiye'de çay bedavaymış doğru mu? Herkes istediği an, istediği yerde çay içebiliyormuş.
İnsanlar yorulduklarında falan böyle herhangi bir yere oturup sağda solda sürekli bulunan çeşme gibi bir yerlerden!!! çay doldurup içiyorlarmış.''
Nerden çıktı bu? dedim.
Bir arkadaşı Türkiye'den yeni dönmüş, ona da ''süper ülke, çay bile bedava, sokaklarda dağıtıyorlar'' demiş :)

Bir an durdum, aklıma Lou'nun söylediği Rizeliler bilmemnesinden dolayı İstiklal caddesi dolaylarında bedava dağıtılan çaylar geldi :) Sanırım o olaya denk gelip bol bol içmiş.

''Heryerde inanılmaz ucuza en kaliteli çayı bulabilirsin. Dilediğince içebilirsin. Bir çok yerde ''ikram'' edildiği için bedava olduğunu düşünmüştür arkadaşın ama genelde gerçekten ucuzdur'' dedim.
Teşekkür etti, muhakkak Türkiye'ye gideceğini söyledi, ''ne güzel adetleriniz var sizin,  hayranım bu sıcaklığınıza'' dedi, gitti.

Başladım düşünmeye. Gerçekten de böyle mi?
Beyin otomatikman kıyaslama yapmaya başlıyor bu gibi durumlarda.
Alışverişlerimizi düşündüm ilk ''ikram'' deyince.
Bizde girersin bi' tükkana :) ''Ablacım ne içersin?'' dir ilk soru.
(Ablacım derken... abla olmuşsuz nan.. na. nannnnn.. yoksa????)
Burada elbette böyle birşey yok.

Mesela pazarlık vardır bizde.
İlla 3 aşağı 335 yukarı farklı fiyata almamız gerekir yoksa millet olarak kazıklandığımızı hissetme hastalığına yakalanırız. Fiyatı 3 kuruş aşağıya çektiğimizde de dünyayı kurtarmış kahraman edasıyla kasılırız... e-be salak, neden kasılıyorsun? Adam zaten 5 Liralık malın fiyatını 10 Lira deyip 8'e sana kakalamış işte, sen hala 10 dedi de, ben 8'e aldım, çok karlı bir alışveriş oldu de.
Te allam yareppim.
Ama pazarlık bile etmesi güzeldir memleketimde.
Burada ne pazarlığı, fiyat 9.56 mı? Cebinde 9.55 olsun, alamazsın.
1 kuruş için, evet tam 1 kuruş için satmaz sana.
Ticari zeka sıfır adamlarda (şahsi görüşüm).

Suratlarından düşen de binparçadır ayrıca. 
Satış elemanlarını özellikle en suratsızlarından seçtiklerini düşünüyorum ben.
İş ilanında belki de temel şarttır : ''Suratından düşen binbir parça olacak derecede meymenetsiz olmak'' da ben hala sökemediğim için Lehçe'nin inceliklerini, gözümden kaçmıştır.
Bizde otuziki dişi göstermeyen satış işine alınmaz, bunlarda sırıtana ceza vericekler, o derece.
Bir de bizde ne vardır? Cumartesi-Pazar ailecek ne yaparız?
Alışveriş elbette! Saatlerce dolaşılır-edilir. Evin eksik-gedik nesi varsa alınır.
Burada Cumartesi günü heryer 14:00 bilemedin 15:00'e dek açık.
Çalışıyorsan çalışıyorsun, tek boş günün haftasonuymuş, kime ne?
Sabahın köründe kalktın-gittin alışverişini yaptın yaptın, yapmadın taaaa, Pazartesi'yi beklemek zorundasın.
Pazar günü açık ''tükkan'' bulmak lotoyu tutturmakla eş değer şansa sahip olmanı gerektirir.
Kazara ekmek falan almadıysan en geç Cumartesi sabahtan, taaa bilmemnerdeki açık alışveriş merkezine gideceksin veya tüm yemekleri restoranda yiyeceksin :)
Sonra yok efendim ekonomi kötü, para kazanamıyoruz, bilmem ne.
Hem en çok kara geçilecek günlerde dükkanı açma, hem satıcıları en suratsızından seç, hem pazarlık yaptırma sonra da iç kuruşluk naylon poşetlerden kara geçmeye çalış!
Oturup ağlarsın işte böyle!
Oh olsun size, pis herifler, tü-kaka herifler!
Bak kızdım şimdi.
Poşet dedim. Bildiğimiz naylon poşetler var ya, hani annelerimizin market alışverişine gittiğinde muhakka 5-10 tane sağa sola sıkıştırdığı, çöp torbası yapmak amacı ilen kasada ödeme yaparken ''kalk gidelim'' dediği, bildiğin naylon incecik poşet..... burada parayla.
Gitmişsin alışveriş merkezine doldurmuşsun 1 araba eşya.
En az 3-4 büyük boy poşet gerekli taşımana.
Yanında alışveriş torbası getirmediysen kazara, unuttuysan yandın.
Ciddi ciddi tane hesabı para ödeyip bir de torba satın almak zorundasın.
(Bizim bez torbalarımız var, kullanmıyoruz naylon-plastik poşet, o ayrı mesele)

Allah baba akıl-mantık dağıtırken bu Polonya milleti yine kesin içiyormuş bi'yerlerde, kaçırmışlar, sona kalmışlar.
Öyle mantıksız ki bir çok şey, şaka gibi geliyor.
Başka bir örnek vereyim:
Balkon.
Bildiğimiz balkon.
Oturup çay-kahve-yaz geceleri tadını çıkardığımız, çamaşırımızı kuruttuğumuz caaanım balkonlar.
Balkonu yıkayamazsın çünkü ''gider'' yok.
Şöyle iki kova su döküp, tozunu temizleyeceğin, minderini atıp yayılacağın balkonlarda  suyun gidebileceği hiç bir yer yok.
Sileceksin :)

Hadi bunu da geçtim... mesela.. ummm:
Mutfak.
Adam ev yapmış, ama ev ki ev.
Sanırsın saray yavrusu.
Dört dörtlük donatmış evi.
Bakıyorsun için gidiyor... o derece.
Alacaksın veya kiralayacaksın diyelim.
Mutfağa giriyorsun... birşeylerin ters olduğunu hissediyorsun ama ilk anda göremiyorsun.
Sonra aklın başına bir geliyor, aneaaaam, aspiratör yok nan ocağın üstünde!
Davlumbaz neyin yani.
Parası neyse öde-al durumu da söz konusu değil çünkü satın almayı bırak takılabilecek, yemek buharının çıkacağı gideceği hiç bir yer planlanmamış mutfakta.
Pişireceksin yemeğini o caaaanım mutfakta ama kokusu-buharı-yağı tüm eve yayılacak.
Böyle kafasızlık olur mu allasen?

Bir bunlarla kalsa yine iyi-güzel hoş.
Mesela internet veya ne bileyim telefon aboneliği.
Gidiyorsun telefon numarası veya internet bağlantısı satın alacaksın.
Buyurun şu-şu-şu tarifelerimiz var.
Buraya kadar normal ama hemen anormallik başlıyor :
Bu tarifeyi seçersen 24 ay, bunu seçersen 30 ay... bunu seçersen bilmem kaç yüz ay aynı ücreti ödeyeceksin.
Eeee, değiştirmek istersem?
O zaman ceza ödüyorsun 12 aylık peşin tarife parası kadar ve değiştirebiliyorsun.
Eee, ben yurt dışına çıktım mesela veya ne bileyim, adresimi değiştiriyorum, taşınıyorum vs... tarifemi muhakkak değiştirmem gerekiyor.
Ya da hattı kapatmam gerekiyor.
Yok, seçtin mi son güne dek o parayı ödemek zorundasın.
Hadi buna razı olduk diyelim, internetinle sorun yaşıyorsun arıyorsun adamları, hafta içi saat 08:00-17:00 çalışıyor adamlar.
Senle aynı zamanlarda :D
Eee, sen evdeylen bir arızan oldu, haftasonu bir yardım-destek ihtiyaç duydun. Yok kardeşim, söyle bilgisayarına-telefonuna arıza çıkaracaksa hafta içi 8-17 arası çıkarsın yoksa yok bakım-makım-yardım.

İçim daraldı :/
Ben memleketimi özledim.
Şu Tayyeap bi' çektirsin gitsin, döneceğim memleketime.
Varsın ttnet'e küfre devam edeyim.
Varsın balkonumu yıkarken alt komşunun çamaşırlarına -kazara- kirli su sıçratayım, azarı yiyeyim.
Varsın pazarlık yapacağım derken kazığı yiyip üj-bej gün salaklığıma yanayım.
Ama insanımla olayım, dilimi konuşayım.
Buruk bitmesin bu yazı.
Hemen size ofisimde hergün yüzümü güldüren bi' komikatür ile sonlandırayım.
Hepinize şapşahane bir haftasonu dilerim, en gülümseteninden, en iç açıcısından.




Dedim ''bu böyle olmaz, ya sen, ya ben''... demedi mi ''ben'', vurdum kapıyı çıktım gittim!


Doğal olacaksın, kendin olacaksın.: Ya olduğun gibi görüneceksin ya göründüğün gibi olacaksın.
Mevlana'cım, hakikaten senden randevu talep ediyorum. Öteki tarafta aynı tarafa düşersek -ki kesin düşeriz- bi' ara görüşelim.
Bu cümleyi sarfetmeden saniyeler önce aklından geçenleri bilmek ve ne içti idi isen aynısından içmek istiyorum.

Nasıl ''olduğumuz gibi'' görüneceğiz ya da göründüğümüz gibi olacağız? Ömrümüz rol kesmekle geçiyor ayol!
Düşünsene bi'; daha sabah ayağında pofuduk terlikler, mutfakta totonu kaşıya kaşıya reçelli ekmek yiyen, saç baş dağınık ama konforlu ve mutlu, çayını höpürdeterek içen sen, işyerine adım attığın anda özgüven tavanda, işine-alanına hakim, ne yaptığını bilen, giyim-duruş-bakış ''o biçim'' bi' izlenim bırakmak,  bissürü insan önünde ''küçük dağları ben yarattım, ovaları, vadileri zevk olsun diye aralara attım, bulutları da serbest bıraktım'' şeklinde atıp tutabilme kapasitesine sahip birine dönüşüyorsun.
Nerde kaldı o evdeki ''sen''? Çünkü; mecbursun. Bu yüzden hastayız aslında hepimiz.
Elbise değiştirir gibi, bukalemun gibi, her duruma-her ortama anında uyum sağlamak, senaryoyu bile görmeden rolü giyinmek ve şahane ''oynamak'' zorundayız. Yoksa oyun dışı kalırız.
Bu yüzden hepimiz sahteyiz, ikiyüzlüyüz, yalancıyız.
Yazık nan bize :/ Durumumuz içler acısı.
UFO neyin varsa ne oralarda bi' yerlerde, ne çok gülüyorlardır halimize.

İşyeri dedim de... aklıma  işsiz kaldığım zamanda, günde 5 vakit namaz kılar gibi okuduğum iş ilanları geldi :)
İnsan ilişkileri iyi, ekip çalışmasına yatkın, analitik düşünebilen, aktif(neye göre?), üniversite mezunu, -mümkünse master dereceli- en az 2 (tercihen 3-4-5) yabancı dili ana dil seviyesinde bilen(iyi seviyede bilmek kafi bile değildi ne yazık ki) , üzerinde tuş barındıran her türlü alet edevatın kullanım kılavuzunu yazacak derecede olaya hakim, en az beş yıl deneyimli - mümkünse on yıl - ve de elbette 30 yaşını aşmamış, bekar, fiziği düzgün :)  bi' "profesyonel olmak" gerekiyordu.
Fazlası vardır eksiği yoktur hala herhalde.

Başka kuzum? Suyundan da ister misin?
Soralım bakalım bu şartların hepsi mucize eseri oluşmuş olsa -bile- sana teklif ettiği maaş ne?
Pelerin de takalım mı sırtımıza... pantolonun üzerine don giyip? Göğsümüzde kocaman ''S'' böyle.
Etrafta kıyafet değiştirilecek telefon kulübesi de kalmadı ya, neyse.

Olduğun gibi olmak... kendin olmak, değişmemek, kendin kalmak...
Rol yapmamak, yalan söylememek, kişiliğinden, prensiplerinden ve düşüncelerinden -her ne olursa olsun- asla ödün vermemek...
Yaşayabilmek için üç kuruş paraya takla atmak zorunda kaldığın sürece, hele hele bu devirde- bu düzende...

                                                                        ZOR!


Hanimiş: başlıkla konunun alakası yok anladığınız üzere, bunu da bi' blog yazarından öğrendim :)
Alakasız bi' başlık veya fotoğraf dikkat çekiyor, sonuna dek okuyorlar, hala alaka kuramayınca dönüp bi' daha okuyorlar dedi. Siz okumayın be, kıyamam :)
Böyle de hastalar var aramızda, bilin istedim :) iyi fikirmiş aslında nan, arasıra yapmak lazım, eğlencesine.
Sevgilerimle.

Görsel: Google Images

Agresifim, kompleksliyim, ekşi sözlük yazarıyım!


Yazmayacağım, yazmayacağım diyorum, şeytan -gör bunu da gör, bi' de bak şunu da gör - diye diye gözüme sokuyor bazı şeyleri.
Sonra uyuveriyorum o şeytana -ne de olsa kanka- başlıyorum yazmaya.
Ben arızalı üretimim.
Ciddi ciddi :)
Arıza yaratmaya bayılırım. Ortada bir sorun yok mu? Çağır beni bebeyim :)
Sana olmayan sorun nasıl yaratılır? Hiç yoktan arıza nasıl çıkarılır? derslerini ücretsiz vereyim.
Gözümün görüp aklımın erdiği bir konuda ortada kabak gibi duran bir hata varsa, susamam.
Susarsam... çatlarım!
İçimdekini, içimden geçeni söyleyeceğim, görüşümü bildireceğim, rahatlayacağım.
Söyleyemezsem... sanki o sözcükler ağzımdan çıkmadığı, dilimden dökülmediği sürece zehir gibi içime akar, mideme sancı girer, elim ayağıma bağ olur, acı verir bana, dert olur içime.
Kendime işkence etmenin alemi yok :)
Severim çünkü ben kendimi.
Çiçek gibi hatunum, ne diye acı çektireyim kendime? :)
Ukalalık ise bunun adı, evet, ukalayım ben.
Kimse kusura bakmasın. Benim kusurum ukalalık sanırım.
Kolay kolay sevmem, kolay kolay beğenmem, kolay kolay...düşündüm de, ben kolay olan hiçbi' şeyi sevmem ki.

Kafatasının içinde beyin yerine fındık(veya ona benzer büyüklükte bi' şeyler) taşıyan insanlardan nefret ederim.
Hiç ''ben hümanistim, çiçekler-böcekler-kelebekler dünya ne güzel-herkesi seviyorum'' ayakları yapmama gerek yok.
Bildiğin faşistim işte.
Aptal olan kimseye tahammülüm yok.
Salaklığa, gerzekliğe, zevzekliğe, boş beyinlere, gerizekalılığa -sıfır tolerans-lıyım.
Bu tip yaşam formlarının solunum yoluyla küresel ısınmaya katkıda bulunmak dışında hiç bir boka yaramadan ot gelip ot gittiklerine inanıyorum.
Evet, bu sınırlarda dolanıyorum. Düşüncelerim kötü müdür? tartışılır.
Kime göre? Neye göre?
Benim blog sayfam, benim görüşüm, bana göre hiç de kötü değil, hatta lokum gibi, mis.
Ekranda ağzını yaya yaya, zevzek zevzek konuşan birini gördüğümde böyle gırtlağını sıkıp ağzının ortasına ortasına çakma ihtiyacı hissettiğim çok olmuştur mesela.
Bu derece takıntılıyım.
Vahşiyim, değil mi? Evet.
Elimin tersine olan güvenim tamdır, korkak alıştırmam.
Şiddete hayır! diye pankart açanları destekler gibi görünsem de, içimden bi' yerlerden bu vahşi ses hep ''bazı istisnalar kalmalı!'' diye haykırır.
Mesela, kendini savunmaktan aciz bebeklere, çocuklara, hayvanlara işkence yapanları, çok yaşlı insanların güçsüzlüklerinden yararlananları -gerekirse- dövmek serbest olmalı kanımca.
''Ne farkımız kalır o zaman ondan?'' mı diyeceksin.
Sen farklı kal, peki-kabul... bana ver onları.
Ben eşeği suya göndereyim... başlayayım...
gelmez o eşek bi' daha geri, benden söylemesi.

Ben çok mu matah bi' şeyim?
Evet, öyleyim, mütevaziliğin lüzumu yok.
Düşünmeden, bakmadan, görmeden, incelemeden, ''bu doğru mudur? yanlış mıdır?'' demeden önüme koyulan her fikre, bana kabul etmem için dayatılan şeylere gözü kapalı '' tamamdır' demem.
Fazla ''farkında'' yaşamak can sıkıcı.
Bazen ''Bush dallamasından hallice'' bir beyne sahip olsaydım da, dünya pipime-ahiret topuma yaşayıp gitseydim dediğim oluyor elbette.
Ne kadar ''farkında''sın, o kadar beynin yoruluyor, ruhun daralıyor.
Konuyu getireceğim bir yer yok.
Daral geldi, söyledim.
İlle de bir yere bağlamam gerekecek ise elbette getirebilirim.
Muhakkak bulurum bir nokta nasılsa :)

Şimdi...
insanları tanıyıp-etmediğim için, takip te etmediğim için kişilikleri hakkında ahkam kesmem mümkün değil ama genel gördüklerimi anlatacağım.
Kendi farklılığının, yeteneğinin, yapabileceklerinin farkında olan insanlar zaten alınmıyorlar yazdıklarıma, en süper olay bu.
Bu yazıdan sonra yine kimse bana bikbikbik demesin.
Bak üzerine basa basa diyorum; tanımıyorum, buradan bakıldığında görüneni söyleyeceğim.

*Lou ile Skype üzerinden hem sohbet edip hem birbirimize yeni blog adresleri, web siteleri tavsiye ederken yolumuz bir kaç güzel sayfaya düştü.

*YavruSu'yu ziyaret ettik, pazar torbalarımızın bez olmasının gerekliliğinden, naylon poşeti hayatımızdan çıkarmamızın ne gibi getirileri olabileceğinden bahsettik.

*OİP'in kutukafasının şirinliğine, hatunun yeteneğine inancımızı pekiştirdik.

*Aylar önce hakkında iddiaya girdiğimiz ve haklı çıktığımız bi' hanım kızceğizimizin dedikodusunu yaptık.

*Yaşadığımız ortamda, günlük hayatta vücudumuzdan geçen binlerce-onbinlerce, hele hele İstanbul gibi büyük şehirlerde milyonlarca ''sinyal''in ilerde bize ne gibi zararları olabileceğinden bahsettik.
Düşünsenize, günlük hayatta sürekli bir dalga yayılımına, radyasyona, A dan tut, X-Y-Z ye dek tüm çeşitli ışınlar sürekli vücudumuzdan geçiyorlar.
Yakında ya kanatlarımız çıkacak... ya da görünmez adamlar normal olacak.
Telefon sinyal güçlendiricileri, wireless bağlantılar, peeeeeeeeeh, anten taksak totomuza ayna gibi diskavıri çenıl çekeriz, farkında değiliz bence.

*Blogmania'yı gördük, ''burası tekin değil'' dedik. Damat Ferit diye bir arkadaşın yazısını okuduk.
Hemen takibe aldım şahsen, bu devirde  doğruyu söyleyeni bulduğunda kaçırmayacaksın.
Arkadaş süper konu işlemiş, ders gibi, kitap gibi.
Ortadoğu ve Balkan'ların deşifre olduğu halde paravan arkasından karizma ve gizem yapan tek blog yazarı.

Sorarım size; Karagöz-Hacivat oynatılan perdenin arkasına bir kadın oturtup perdenin/paravanın önüne '' Havalı Deniz içerde/paravanın arkasında'' diye bir tabela koysan, bunun YAZAR (pabucumun yazarı!) olduğunu ve imza dağıtacağını söylesen ne kadar inandırıcı gelir sana?

Yazarların kemikleri sızım sızım sızlıyordur valla, mezarları dar geliyordur, dönüp duruyorlardır.
Hayatını yazmaya, edebiyata adayan ve bu yolda ömür harcayanların hiç de huzurlu uyuduğunu sanmıyorum.

Hadi eline her mikrofon alıp karga sesiyle kulağımıza tecavüze yeltenenler şarkıcılığı geç, ''sanatçı'' oldu... alıştık.
Podyumda her iki defileden birinde ''iş kazası'' yaşayan manken-model kızceğizlerimiz/oğlanceğizlerimiz artist oldular, ''sanatçı'' oldular, filmlerde, dizilerde boy gösterdiler... alıştık.
Ajdar denen bir  makine mühendisi çıkıp ''çikita muz'' dedi, bu bir şarkıdır dedi, ona bile alıştık.
''Ananı da al-git'' diyen başbakana bile alışan milletiz biz.
Bize sunulan, önümüze konulan her isme, her şeye alıştık.

Ama ''yazar'' ya.. yazar.
Elif Şafak'ta ''yazar'',  Balzac'ta ''yazar'', Coelho'da ''yazar'' Havalı Deniz muamelesine uğrayan kızceğizimiz de ''yazar''.
Fark ne?
Elbette gül ile bok böceği kadar farklılar birbirlerinden ama bu farkı bile hissetmeyen-bilmeyen fındık beyinliler nefes alıp verirken ve küresel ısınmayı desteklerken ( Hahaha, negzel bağladım gördün mü? Çok iyi de oldu çok güzel iyi oldu tamam mı?) hepimizi aynı enayilik oranını reva görüp gözümüze gözümüze sokmuyorlar mı...
deli oluyorum!

İlk başlarda sırf desteklemek adına bu kitapları almaya yeltenen, siparişini veren BEN...  kendime '' az kalsın sen de küresel ısınmaya destek grubuna girecekmişmişsin bak, salak'' deyip kızıyorum.

Neyse, konuyu dağıttım. Ne yapalım, yazar değiliz, acemiliğimize verin :)
Damat Ferit'e gülümsedim. O bana gülümsedi mi bilmiyorum.
Yorumları okurken birilerinin - hem de tanındık-bilindik bir kaç ismin - bu Havalı Deniz'i çatır çatır savunduklarını, onu edebiyat dünyamıza!!!! kazandıran ama bu işe kesinlikle ve kesinlikle para amacıyla soyunmamış olan Cem Mumcu'nun ( bu noktada hakikaten gülüyorum, okuyorsan Cem kusura bakma, sen de ben de biliyoruz sonuçta amaç-araç-sonuç üçlemesini) avukatlıklarını yapanları gördüğümüzde garibimize gitti.

Lou'ya  ''Neden böyle Kara Murat benim! tarzında yazmış ki bu isimler?''dedim.
Demediysem de kesin yine içimden konuşup dedim saymışımdır. Son günlerimin hastalığı oldu bu.Ya söylemek istediklerimi söyledim sanıp içimden söylüyorum. Ya da apaçık konuşup söylemedim sayıyorum. Bunama böyle mi başlıyor acaba? Araştırmak gerek :)
Neyse biz okuduk, güldük geçtik.

Dün gece yine Lou ile geleneksel Skype dedikodu gecelerimizden birini gerçekleştirdik. (şu an yapmakta olduğumuz gibi, gördüğünüz üzere böyle de marifetliyizdir. Aynı anda 2-3 işi başarı ile sonuçlandırabiliriz, peh peh peh)
Bi' yerde bu havalı deniz kod adlı kızceğizimizin avukatlığını yapan, Cem Mumcu'nun,  havalı deniz kızceğizimiz üzerinden para kazandığını neredeyse kuran'a-kitaba el basarak inkar edecek olan kişilerin yakında kitaplarının çıkacağını! ( ayayay burada bayılacağım) okuduk ve kahkahayı bastık.
Anlaşılmıştı.
Olay çözülmüştü.
Mişın kompleytid bebeyim.
Birilerinin ortaya dökülüp neden böyle avukatlığa soyunduğunu anladık.
Bugün sana- yarın ona olabiler, garantiye almak lazım tabe totoyu, onlar da haklı.
O sırada o blogdan bu bloga zaplarkene :) geçgeç yaparkene, (hahaaayt! negzel nan bu TDK :)) yolumuz bi' bloga düştü.
baktık... baktık... başladık gülmeye.

Şimdi.... olay şu:
Bi' hanım kızceğizimiz...

''...bu blog olayı öyle bir hal aldı ki,kitap çıkaran çıkarana... Şimdiye kadar hiç bir blogcunun kitabını okumadım. Oyüzden bir fikrim yok nasıllar güzeller mi diye. Blogun kitaba donusmus hallerı mi onu bile bilmiyorum. Fakat benim takıldığım nokta,blogların blogluktan çıkmış olması,herkesin bir blogunun olması,herkesin birbirinin çakması olması.. Nerde çokluk orda bokluk misali.. 1 senedir blogcu olan ben,bu farkı çok net hissedebiliyorum. Kitapı duyan "lan blog da neymişkina?" oldular görüp beğenen "bende yapayım da ünlü olim yea,çok kolay" gibi bir tavra bürünüp blog açıyo. Benim bu takıntımdır.Hani bir şarkıyı siz bilirsiniz bir kaç arkadaşınız size özeldir,sonra o bi duyulur patlar,tiksinirsiniz bög gelir.Yada bir marka için öyledir.. Bunun gibi.Bloglarında cılkı çıkmaya başladı ve yelpaze çok genişledi. Ha bu yüzden blogu kapatıp gidecek değilim. Tea blogu acarken kapatıcam tarihi belirlemiştim.O tarih geldiğinde zaten kapatıcam...''

demiş.
Şimdi...  ilk olarak, adı üstünde nan, blog.
Utanmasa bir ben yazayım, başkası yazmasın diyecek.
Babasının malı mübarek, herkes birbirinin çakması !!! olmuşmuşmuş ve de muş.
Burada beş yıllık blog yazarları var.
Bir yılda ''bög'' gelmiş kızceğizimize, üzüldüm :) yazık.
Bi'de şu var, bırakıp gitsen ne yazar?
Ne dünya durur, ne millet arkandan ağlar.
Bu kızceğizimizi de görsünler ya da.
Elinden tutsunlar, yol-yordam göstersinler.
Kıskanmasın, üzülmesin, isyan etmesin.
Blog alemlerini kendinden mahrum etmesin :)

''İnsanların kendini bu kadar önemsemesini, önemli görmesine sinir oluyorum. Manyak mı bunlar? Sanki dünyanın sonu gelecek, zaman duracak sanıyorlar, nasıl bir egodur bu? 300-500 izleyici edinen kendini kral sayıyor, dünyaya kafa tutuyor hahahaha, hasta nan bunlar!'' dedi Lou.
Veya ben dediklerine tamamen kendi demek istediklerimi de ekledim, pireyi deve yaptım yani.
Hak verdim kuzuma :)

Bunu diyen, bu sözleri sarfeden hanım kızceğimizinin blog sayfasını açtığınızda sizi Yann Tiersen'in Le Fabuleux Destin d'Amélie Poulain albümü şarkıları karşılıyor :)
Hatırladınız mı?
Edi? :)
Bana 1 yıldan uzun zaman önce ''S.Ella, işyerinden giriyoruz bi' anda müzik başlıyor, çok iyi, çok hoş ta, kaldır müziği ne olur'' diyen arkadaşlarım... hatırladınız sanırım.
Ve... evet, herkesi birilerinin, birbirlerinin ''çakması'' olmakla itham eden bu arkadaşın profil fotosu ve blog sayfasını süsleyen 5-10 tane eşek nalı kadar fotoğraf kime ait dersiniz?
Audrey Tautou :)
Çakma değil yani kendisi.
Hayran diyelim biz ona kısaca :)
Sen kalk boy boy Audrey Tautou fotoğraflarıyla blogunu süsle.
Blog headerını bile hatunun fotoğraflarıyla donat.
Bloguna müzik linki yerleştir ve bağıra çağıra Amelie şarkılarını dinlet millete...
(Sevmediğimden değil, iş yerimde 2 ay sabahtan akşama dek sadece bu albümü dinlemişimdir, müthiş bir rahatlama ve konsantrasyon veriyor burası kesin, hatta bayılırım)
Sonra da kalk herkesi ''özenti'', ''çakma'' olmakla suçla.

Yok yeaaaa!
Pabucumun orjinali.

Tanımam-etmem.
Ama hani ''Küresel ısınmaya katkıda bulunmaktan başka  bir işlevleri yok'' demiştim ya.
Dileyen dilediğini yazsın.
(İzin verdim yani :) hahahaha)
Burası kimsenin malı değil.
Hiçbirşey kimsenin tekelinde değil.

Offff, bu kadar uzun lafın sopası;
Bu tiplere bir şans daha verilsin bence.
Çıktıkları yere geri girsinler.
Bi' daha denesinler.

Bu gönderiyi kelimenin tam anlamıyla süsleyen fotoğrafın anlamına da dikkat çekip, mesajımızı vermiş olduk böylece.
Hahahaha :)
Şaka nan! :)
Yazı sağlamdı, birilerinin salaklığını yüzlerine söylemek istedim.
Poz da ''vay be!'' olunca, gözünüz, gönlünüz açılsın dedim.

Herkese yazarlık kariyerinde, kitabında, blogunda, amaçladıklarına ulaşmak için seçtikleri yolda başarılar dilerim.
Üç günlük dünya, yaşayın-yaşatın, zevk alın.
Aklınızda yapamadığınız hiçbi' şey kalmasın.
Avukat olun, doktor olun, yazar olun.
Elinize yüzünüze bulaştırın, hatta sıçıp bırakmayın, sıvayın, tam olsun.
Hiç ''ben ne anlarım bundan-şundan?'' demeyin. Her boka  atlayın.
Her ''Hıyarım var!'' diyene elinizde tuzlukla koşun, hiçbi' şeyden geri kalmayın.

Kimsenin totosunu öpmeyin, el pençe divan durmayın dik durun nan!
Az omurgalı olun!

Herkes -gördüğünüz, an itibariyle ispatladığım üzere- kendi blog sayfasında atını koşturur, ''yeaaaa, koşturamazsın taaağaaam mı?'' diyen kepçük ağızlılara selam olsun.
O kişiler de koşturmuşlar atlarını ama kardeşim ben kırmızıdan nefret ederim deyip kırmızı başlıklı kız çıkarsan komik ya!
Hakikaten komik.
Az dengeli olun, ne bileyim dediğiniz-yaptığınız-giydiğiniz- yediğiniz bi' şeyiniz tutsun, tutarlılık olsun :)

Evet, bu saatten sonra artık yazmaya devam edersem saçmalanır.
Buralarda bi'yerde sonlandırmak gerekiyor gönderiyi.
Ama sonlandırmadan... buyurun, cılk cılk cılkını çıkarıyorum.
O kızceğizimiz demiş ya, cılkı çıkmış blog olaylarının.
Yelpaze genişlemiş şekerim :)
Hay o yelpaze...
Tey tey de tey tey!
Allam allam fındık mındık az akıl sür-ver o beyinlere yareppim.
Süpaneke, dinimiz,amin.

Hanimiş: link vermesine verirdim de üşendim.
Google diye bi'şey var,  kopyala-yapıştır bulursun bu bahsettiğim herkesi-herşeyi.
Öyle reklamını yapmayayım, aman bilmem ne olmasın derdim yok, bak ipucu verdim.
(içimden geldi: pabucumun yazarı, pabucumun Tautou'su... peeeeh!)

Görsel: Deviantart.com

Ağla gökyüzüm ağla...

Herkes ağlar.
Hayata ağlayarak başlarsın bi' defa...
Hem de avazın çıktığınca.
Yaşamak için ağlaman gerekir çünkü.
Hayata tutunabilmek için ciğerlerini yırtarcasına,
gırtlağını parçalarcasına,
ölürcesine ağlamak gerekir.
Herkes ağlar, her şey ağlar...
ama,
en güzel gökyüzü ağlar.


Görsel: Google Images
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...