Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında / 国境の南、太陽の西 / Kokkyō no Minami, Taiyō no Nishi / South of the Border, West of the Sun


Yazar: Haruki Murakami
Çeviri: Pınar Polat
Orijinal Dili: Japonca
Basım Yılı: 1992/ Türkçe Basım: 2007
Yayınevi: Doğan Egmont Yayıncılık

Sevgili Cancanım'ın hediyesi idi bana bu kitap.
''Zemberekkuşu'nun Güncesi'' ve ''Haşlanmış Harikalar Diyarı Ve Dünyanın Sonu'' ile birlikte üç Murakami kitabı hediye etmişti bana doğum günümde.
Teşekkür ederim Canancım :)

Yine bi' ''Murakami'nin yarattığı erkek karakter ve onun pipisi etrafında dönen olaylar'' kitabı daha okumuş oldum :)
Şaka şaka, olay sadece pipiden ibaret değil elbette :)
Kitabı okumaya başlarken ''hâyâl kırıklığına uğrayabileceğim'' uyarısı almıştım bi' kaç arkadaşımdan, rapor veriyorum; uğramadım, çünkü Murakami'den ne beklemem-ne beklememem gerektiğini iyi biliyorum artık.
Kurgusu güzel, hem de çok güzel! 
Murakami asla ''Ben burda bunu demek istedim aslında'' demez, yazdıklarını okuyucuya açıklama derdine düşmez. 
Bu kitabında da her zaman yaptığı gibi ipuçlarını veriyor, vermekle de kalmıyor, bi' güzel dağıtıyor sayfalara... Yakalarsa okur o ipuçlarını, kitaba -karakterlere, olaylara bakışı tamamen değişir, olayların gelişimi su gibi akıyor çünkü ''o nokta, o bakış açısı'' yakalandığında... Yakalayamazsa, ''muhtemelen'' sıkıcı, sıradan bi' kitap okuduğunu düşünüp okumayı bitirince üzerine kafa bile yormaz.
Dilerim okurken ipuçlarını değerlendirir ve tadını çıkarırsınız. Ben gerçekten eğlendim. Sanırım en sevdiğim Murakami kitaplarından biri olarak kalacak, Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında. 
Keşke kurgusu kadar işlediği konu da iyi olsaydı demeden de edemiyorum, o zaman tadından yenmezdi...
Sapıksın mapıksın ama hakikaten yazıyorsun Murakami.

Hanimiş: Murakami'nin hâlâ bamya pipili, sapık bi' herif olduğunu ve yazarak, yarattığı karakterlere saçma sapan cinsel tecrübeler yaşatarak kendini tatmin ettiğini düşünüyorum.
Adamı sevmiyorum, sevemiyorum. Hani yolda görsem, omuz atıp yıkar geçerim, dönüp özür bile dilemem.
O derece! :)))

Arka Kapak Yazısı:
''Tokyo'nun varlıklı mahallelerinden birinde, sıradan ve sorunsuz gibi görünen bir hayat süren Hacime, hiçbir zaman sahip olduklarından daha fazlasını istememiştir. İyi bir evliliği, iki kızı vardır. Savaş sonrasındaki yıllarda şansı yüzüne gülmüş, şehirdeki iki caz kulübünün sahibi olarak kıskanılacak bir kariyere sahip olmuştur. Yine de hayatı ve kariyeriyle ilgili sinsi bir yetersizlik duygusuna kapılmaktan kendini alamaz. İlk gençliğinde âşık olduğu, akıllı anca tuhaf bir yalnızlık duygusu uyandıran Şimamoto'nun anısı, kalbini gölgelemektedir. Yağmurlu bir gecede, eskisinden çok daha güzel ve etkileyici görünen Şimamoto yeniden karşısına çıkar.
Hacime artık gerçek anlamda bir dönüm noktasında olduğundan emindir.''

Yine '' ve şimdi reklamlar!'' kısımlarını kestim/budadım.

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Sonuç olarak Tokyo'ya gidene kadar dünyadaki bütün insanların aileleriyle bahçeli bir evde, kedi veya köpekleriyle yaşayıp işe takım elbiseyle gittiklerini sanıyordum. Başka türlü bir yaşam tarzı hayal edemiyordum.''

''Tek çocuk deyişinden nefret ediyorum. Onu her duyduğumda, bir şeylerimin eksik olduğunu hissediyordum -tam bir insan değilmişim gibi. Tek çocuk deyişi orada öylece durmuş, suçlayan parmağıyla beni işaret ediyordu. Bana ''Eksik bir şeyler var dostum'' diyordu.''

''Gülüşünü seviyordum. Beni yatıştırıyor, cesaretlendiriyordu. Her şey yoluna girecek, diyordu bana. Biraz daha bekle, her şey düzelecek. Yıllar sonra, ne zaman onu düşünsem aklıma gelen ilk şey gülüşüydü.''

''Bu dünyada, değiştirilebilen ve değiştirilemeyen bazı şeyler var. Ve geçen zaman geri döndürülemez. Bugüne kadar geldiysek, geriye dönemeyiz.''

''Bütün takım oyunlarından nefret ediyordum. Başkasına karşı sayı almam gereken yarış türlerinden nefret ediyordum. Ben daha çok durmadan yüzmek istiyordum, yalnız ve sessizlik içinde.''

''O zamanlar bilmiyordum. Birini tekrar düzelemeyecek kadar kötü kırabileceğimi. İnsan, sadece var olarak diğer bir insanda dönüşü olmayan yaralar açabiliyordu.''

''Olağanüstü güzellikteki oyuncu ya da modeller de dikkatimi çekmez. Sebebini bilmiyorum ama böyle. Gerçek dünya ile düşler dünyasını birbirinden ayıran çizgi benim için daima belirsiz olmuştur ve ergenlik dönemlerim dahil, aşk o her şeye kadir yüzünü gösterdiğinde sırf güzel bir surat bana yetmemiştir.
Beni çeken şey, dışardan bakılarak ölçülebilen dış güzellik değil, daha derindeki, daha katıksız bir şeydi. Tıpkı bazı insanların yağmur fırtınalarına veya depremlere karşı gizli bir tutku beslemeleri gibi, ben de karşı cinsten gelen tanımlanamayan şeyleri seviyordum. Daha iyi bir kelime seçecek olursak, çekim gücü diyelim. hoşunuza gitsin veya gitmesin, insanları ağına düşürüp sarhoş eden bir güçtü bu.''

''Yağmur yağar ve çiçekler açar. Yağmur yoksa kururlar. Kertenkeleler böcekleri yer, kuşlar da kertenkeleleri. Ama sonunda hepsi ölür. Ölürler ve toprağa karışırlar. Bir nesil yok olur diğeri devralır. Düzen böyledir. Bir sürü farklı yaşam şekilleri. Ve farklı ölüm şekilleri. Nihayetinde hiçbir şeyi değiştiremezler. Geriye sadece bir çöl kalır.''

''İnsanlar bir bir kayıplara karışıyor. Bazı şeyler bıçakla kesilmiş gibi ortadan kayboluyor. Kalanlar yavaşça sisin içinde yok oluyor. Geriye sadece bir çöl kalıyor.''

''Yağmura uzun süre bak, kafanda düşünce olmadan ve dünyanın gerçekliğinden uzaklaşarak, yavaş yavaş gevşeyen bedenini hisset. Yağmurun hipnotize edici gücü vardır.''

''Déjà vu'nun tersi bir duygu -etrafımdakileri daha önce gördüğüme değil, ilerde göreceğime dair bir önsezi. Bu önsezi o uzun elini bana yöneltmiş beynimi sıkıca kavramıştı. Kendimi bu kavrayışın içinde hissedebiliyordum. Orada parmaklarının arasında olan bendim. Gelecekteki ben, yaşlanmış. Yine de neye benzediğimi göremedim tabii.''

''Bir kez ilerlemeye başladın mı, ne yaparsan yap gittiğin yoldan geri dönemiyorsun. En ufak bir sapma her şeyi sonsuza dek değiştiriyor.''

''Âşıklar talihsiz bir yıldızın altında doğarlar,'' dedi. ''İkimiz için yazılmış gibi sanki.''

''Bazen sana baktığımda, çok uzak bir yıldıza bakıyormuşum gibi hissediyorum'' dedim. ''Göz kamaştırıcı fakat on milyarlarca yıl öncesinden gelen bir ışık. Hatta belki de yıldız artık yok. Yine de bazen o ışık bana her şeyden daha gerçek görünüyor.''

''Sibirya'da yaşayan çiftçilerin başına geliyor. Söyleyeceklerimi kafanda canlandır şimdi. Sen bir çiftçisin, Sibirya tundrasında tek başına yaşıyorsun. Aralıksız her gün tarlalarını sürüyorsun. Görünürde hiçbir şey yok. Kuzeyde ufuk, doğuda ufuk, güneyde, batıda, hepsinde aynı şey. Her sabah güneş doğduğunda tarlaya çalışmaya gidiyorsun. Güneş tepeye çıktığında öğle arası veriyorsun. Güneş battığında eve yatmaya gidiyorsun.''

''Her gün güneşin doğuşunu, sonra da batışını izliyorsun ve içinde bir şey yitip gidiyor. Sabanını bi' kenara atıp kafan boş bir şekilde batıya doğru yürümeye başlıyorsun. Güneşin batısındaki bir yerlere doğru. Takıntılı biri gibi ara vermeden, yemeden, içmeden yere yığılıp önele kadar yürümeye devam ediyorsun. İşte bu hastalığın adı Sibirya Histerisi.''

''Bende hiçbir şeyin orta yolu yok. Ortası olmayan şeyler vardır ve bunun gibi şeylerin olduğu yerde orta yol yoktur.''

''Hafıza ve duyular bu kadar belirsiz ve her yöne eğilimli olduğundan olayların gerçekten yaşandığını ispatlamak için daima belirli bir gerçekliğe -alternatif gerçeklik diyelim- güveniriz. Belli bir şekilde algıladığımız olaylar ne dereceye kadar göründükleri gibidir ve bu olaylar ne dereceye kadar biz onları öyle adlandırdığımız için öyledir bilmem mümkün değildir. Bu nedenle gerçekliğe gerçeklik diyebilmek için başka bir gerçekliğe gereksinim duyarız. Ama bu başka gerçeklik temel olarak üçüncü bir gerçekliğe ihtiyaç duyar.''


Keyifli okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Mavi Köpeğin Gözleri / Ojos de Perro Azul / Eyes of the Blue Dog


Yazar: Gabriel García Márquez
Çeviri: Emrah İmre
Orijinal Dili: İspanyolca
Basım Yılı: 1974/ Türkçe Basım: 2011
Yayınevi: Can Yayınları

Gabo'ya olan hislerim hep karmakarışık olmuştur; an gelir çok severim, an gelir onu terkedip bi' daha tek bi' kitabının kapağını bile açmamak isterim.
Durumumuz, birbiriyle sürekli kavga edip birbirine ağzına geleni söyleyen ama birbirinden de bir türlü kopamayan-vazgeçemeyen sevgililer gibidir diyebilirim... Elbette, bu ilişkide ağzına geleni söyleyen o saygısız taraf benim.
Aylarca okumam, sonra döner dolaşır -sanki okuyacak hiçbi' kitabım kalmamış gibi- yine bi' kitabını elimde bulurum ve bile-göre yine aynı döngüye girerim.

Mavi Köpeğin Gözleri'nde de aynı döngüyü yaşadım. Bu kitap bana Lale Abla'mdan doğum günü + ev hediyesi olarak geldi. Kelimenin tam anlamıyla sürpriz kitap idi. Başıma geleceği iyi bildiğimden aylarca rafta beklettim ama iki gün önce bi' baktım ki elim bu kitaba gitmiş.

Yine aynı bıkkınlık hissi bastı içimi, yine küfretme ihtiyacı!..
Çünkü, yine 'Ölüm',
Yine 'Portakal ağacı' ve ağacın ekşi, serinlik veren meyvesinin, 'Portakalın tadı',
Yine 'Toprak yiyen karakterler', yedikleri mezar toprağı...
Yine 'Çürüme', bilinçliyken ölme ve bu çürümeyi an be an hissetme,
Yine 'Zamandan ve mekândan ayrılma, boyut değiştirme',
Yine odanın bi' yerinde durmadan öten o 'Cırcır böceği',
Yine pencereden odaya dolan 'Nemli toprak, menekşe ve gül kokuları'...

Yine ittire-kaktıra okumaya çalıştığım sayfalar, yine sanki Gabo bi' güzel kafayı bulmuş da ne yazdığının kendi bile farkında değilmiş gibi birbirine yabancı, bunalım yüklü cümleler, yine kafamda dönen ''yazar tam da bu cümleden sonra kalemini elinden bıraktı ve gidip kendini astı'' düşüncesi...

Yakın bi' arkadaşımın kelimesi kelimesine söylediği gibi: ''Ölüme övgü için yazılan kitapları sevmiyorum!''

Mavi Köpeğin Gözleri, Gabo'nun ilk yazdığı 12 hikayeden oluşuyor. 
Açık söyleyeyim; kitaba ismini veren öyküyü ve ''Arka Kapak Yazısı''nda da görebileceğiniz gibi, Gabo'nun ''Yüzyıllık Yalnızlık'a değişmem!'' dediği 'Çullukların Gecesi' öyküsünü okumak için okumaya devam ettim.

Ve...
Bam!
Çarpıldım!

İlk defa -ama hayatımda ilk defa- ''Bu öykü benim için yazılmış!'' dediğim öyküyü buldum.
İnanamıyorum! Hâlâ inanamıyorum!
Kitaba adını veren ''Mavi Köpeğin Gözleri'' öyküsü benim için yazılmış, hem de 1950 yılında. Okuduğum 7 öykü boyunca demediğim laf bırakmadığım Gabo'ya, bu öyküyü okuduktan sonra yine aşık oldum.
Yine ''Boşuna Gabo olmadı o'' dedim, yine gönlünü aldım... Fakat yine, aylarca elime Gabo kitabı almayacağım, buna da adım gibi eminim.

Bu dünyadan bi' ''Gabo'' geçti... 
''Bir öykümü senin için yazdım, okuduğunda kendini bulacaksın.'' deyip de geçmiş meğer duymamışım; okudum-anladım.
Ah Gabo...
Teşekkür ederim!

Hanimiş: Lale Ablacığım çok teşekkür ederim :)

Arka Kapak Yazısı:
''Görünmez bir güneş omuzlarımızı ısıtmaya başladı. Ama güneşin varlığı bile ilgimizi çekmiyordu. Mesafe, zaman ve yön kavramımızı kaybetmiş halde orada, nerede olduğunu bilmediğimiz bir yerde oturduk. Yanımızdan birçok ses geçti. 'Çulluklar gözlerimizi oydu,' dedik. Seslerden biriyse şöyle dedi: 'Bunlar gazeteleri fazla ciddiye almışlar.' Sesler ortadan kayboldu. Bizse öylece, omuz omuza oturmaya devam ettik."

Rüyalar, kazalar, pişmanlıklar, inanç, özlem ve ölüm... Büyülü gerçekliğin gizemli ve puslu atmosferlerle buluştuğu bu öykülerde Gabriel García Márquez, yatalak bir genç adam, kedisinin bedenine girmek isteyen bir kadın, evladının ölümünün yaraladığı bir anne, ikizi ölen bir kardeş, gözleri çulluklar tarafından oyulan üç adam, kurbanını sabırla bekleyen ölüm meleği gibi birbirinden çok farklı kurgusal ve mitolojik kahramanlara gönderme yapan kişiliklerin, bedensel ve düşünsel hassasiyet anlarını anlatıyor.

Yazarın ilk eserlerini barındıran Mavi Köpeğin Gözleri, Márquez'in 1947-1955 yılları arasında yazdığı on iki öyküden oluşuyor. Kitap, tarzı, temaları, karakterleri ve bilhassa yazarın "Yüzyıllık Yalnızlık'a değişmem," dediği "Çullukların Gecesi" öyküsüyle bir Márquez şenliği.''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Artık bir yetişkin olduğunu hatırladı. Yirmi beş yaşındaydı; yani daha fazla büyümeyecekti. Yüz hatları iyice yerine oturmuş, çehresi vakur bir ifadeye bürünmüştü. Ama sağlığına kavuşunca oturup çocukluğundan bahsedemeyecekti. Çocukluğunu hiç yaşayamamış, ölü olarak geçirmişti.''

''Birden güzelliğinin kendisi için yük olmaya başladığının farkına vardı. O acı güzelliği, bir tümör gibi, bir tür kanser gibi canını yakar olmuştu.''

''Yarın bu sokaklardan uyurgezerler gibi ağır düşler içinde geçeceğim, hayvansı ve isyankâr açlığımla geceyi yudum yudum içeceğim, isyankârlığım yüzünden zorla kendimi yakışıklı hissediyordum, kokainle kaplı acı gökyüzünün altında yakışıklı ve yalnızdım. Hayır. Zaman ve mekân!..'' ''Bu iki sözcüğü telaffuz etmeye cüret eden de kim? Onlardan ne kadar korktuğumun farkında değil misiniz? Ama hayır, zaman ve mekân diye bir şey yok. Zaman ve mekân! Mekân ve zaman... Böyle baş aşağı kalsınlar, onları nalları havaya dikmiş halde görmeye bayılıyorum!''

''Onu tanımlayan, hayvanlar âleminde kati ve tartışılmaz bir noktaya yerleştiren, birçok sistemin bileşiminden oluşan akıl almaz yapısını hayatta tutan ve şekilleri belirgin organları sayesinde akıllı hayvanlar hiyerarşisinde yukarıda kalmasını sağlayan şey bu dünyevi, somut varlığıydı işte.''

''Bekârdan ne kastettiğinize göre değişir,'' diye karşılık verdi boyacı, başını kaldırmadan.
Natanael sigarasından bir fırt çekti. Dirsekleri dizlerine dayanacak şekilde öne doğru eğildi. ''Evli olup olmadığınızı kastediyorum.''
''Öyleyse işin rengi değişir,'' dedi delikanlı ve müşterisinin yeniden ayak değiştirmesi için sandığı fırçasının tersiyle tıklattı.
''Bu durumda bekârım, evet,'' dedi.''

''Dünyanın bir şehrindeki bütün duvarlarda bu sözcükler yazılı olmalı: 'Mavi köpeğin gözleri''' dedim.
''Yarına sözcükleri hatırlarsam seni aramaya başlayacaktım.'' Kadın yeniden başını kaldırdı, dudaklarının arasındaki sigarayı tüttürüyordu. ''Mavi köpeğin gözleri'' diyerek iç geçirdi; sigarası, aşağıya doğru sarkmış; tek gözü yarı kapalı halde anılara dalarak.''

''Sana dokunmak istiyorum,'' dedim yeniden. ''Her şeyi kaybedeceksin,'' dedi. ''Artık bir önemi yok,'' dedim. ''Tekrardan buluşabilmek için yastıklarımızda dönüp durduğumuz yeter artık.'' Sonra elimi şamdanın üstünden ileri uzattım. Kadın kımıldamadı. ''Her şeyi kaybedeceksin,'' diye tekrarladı, daha ben ona dokunamadan. ''Şamdanın öteki tarafına geçersen dünyanın kim bilir hangi köşesinde uyanacağız.'' Ama ben, ''Önemi yok,'' diye üsteledim. O ise, ''Yastıklarımızda dönüp durursak yeniden buluşacağız. Ama sen uyandığında bunu unutmuş olacaksın,'' dedi.

''Dışarıda, rüyasında kırlar gören bir kadın var,'' dedi. Kollarını alevin üstünde kavuşturarak konuşmayı sürdürdü: ''Hep kırların ortasında bir evde yaşamayı arzulayan ama şehirden bir türlü çıkamamış bir kadın o.''

''Uyandığında rüyasında gördüğü hiçbir şeyi hatırlamayan tek erkek sensin.''

''Günlerden pazar olduğu ve yağmur durduğu için mezarıma bir demet gül götürmeyi düşünüyorum.''


Keyifli okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Kün


Yazar: Sezgin Kaymaz
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2013
Yayınevi: İletişim Yayınları

Okuduğum ilk Sezgin Kaymaz kitabı olan Lucky 'nin gönderisinde ''Sezgin Kaymaz ile bu kadar geç tanıştığıma pişmanım.'' demiştim, ne kadar eksik demişim meğer.
Kün'ü okurken kahkahalar attım, sinirlendim, öfkelendim, telaşlandım, merak ettim, ağladım...
Bilmiyorum sizler de kendinizi hikayenin akışına kaptırır mısınız ben gibi, sanki kitabın içinde -dokunulmaz/görülmez bir bölgede- olaylara tek tek şahitlik eder, kahramanları destekler-köstekler misiniz?
Bunu Sezgin Kaymaz kitaplarını okurken hep yaşayacağım sanırım. Mümkün değil, sadece ''okuyucu'' olarak kalamıyorum. Bahsedilen kokuları duyuyorum, tadları dilimde hissediyorum, sıcaksa terliyor, soğuksa üşüyorum...
Şimdiden hangi kitabını okuyacağımı düşünüyorum.
Sezgin Kaymaz'la henüz tanışmadıysanız benim gibi geç kalmayın; ben kendime bu kötülüğü yaptım, siz yapmayın :)

Arka Kapak Yazısı:
''Ankara Çayı, bağrına şefkatle basıp muhafaza ettiği sivrisinek larvalarını usul usul kabuğundan salıyor, evlâd-ı haşerattan dokunmuş vızıltı pikesini, ana avrat sövmüşmüş sövmemişmiş hiç aldırmadan civardan geçenlerin burun deliklerine, kulak memelerine doğru sallıyordu. Şımarık şımarık bahar müjdesi vereceğiz diye uçuşan kavak pamukları, terli enselere, çıplak alınlara yapışıp kaşındırarak milleti illet ediyordu. Börtü böcek antenini sallıyor, kıllı bacaklarını sıvazlıyordu. Danaburnu topraktaki tohuma, uçuç böceği yapraktaki bite, tırtıl yaprağa, solucan toprağa saldırıyor, peygamberdevesi alayına saldırıyordu. Çocuk yaşta beyaz bulutlar havai gökyüzünde uzun eşek oynuyor, kararsız tavırlarla kâh yavşayıp kıç kıça sokuluyor, kâh gâvur görmüş gibi kopup birbirlerinden uzaklaşıyorlardı.

Bahar gelmişti''

Kün, yani ‘Ol’... Neleri neleri olduran bir roman, Kün. Ölülerin daha da ölebildiği -ya da tam ölemediği-, cami imamıyla ateistin birbirini ‘aydınlatabildiği’, köpeklerin (hem de Konya ağzıyla!) konuşabildiği, el kadar oğlanın kendisine el kaldıranı haşat ettiği bir âleme kapı aralıyor. Şerefsizler şerefsizliğin gözüne vuruyorlar, ‘iyiler’ canını dişine takıyor, feleğin zarı hepyek de gelse bir bakıyorsunuz altı kapı alıyor.

Sezgin Kaymaz, kendine özgü üslûbu ve hâlesiyle, yine eğlenceli ve ürpertili bir hikâye anlatıyor. Anlattığı hikâyenin heyecanıyla anlatışın neşesi yine birbirini coşturuyor.

‘Sıradan’ denen insanların ‘sıradan’ denen hallerinin ve dillerinin usta yazarı, Angara’nın kıyısına, rengâhenk bir Konya dekoru kuruyor ayrıca - Eski Konya. Eski taşra yaşantısı… Sezgin Kaymaz’ın gizemine, mizahına, olay örgüsüne, anlatıcılığına tutulanlar kadar, ‘yerliliğine’ de tutulanlar yok mu? Kün, her zevke yetişiyor, her şeyi olduruyor!''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Kadınlar iki 'X', erkekler bir 'X' bir de 'Y' kromozomu taşırlar. Yirmi üç homolog çiftten oluşmak şartıyla.
Hâl bu ise, kadın milletinde kırk altı tane 'XX', erkek milletinde kırk altı tane mikroskobik 'XY' kromozomu var demektir. Sapına kadar erkek bir pala, 'Sapına kadar erkeğiz evelallah!' böbürünü bu mikroskobik kimyaya borçlu olduğunu bilmez. Daha da bilmediği, erkeği erkek yapan 'Y' kromozomunun erkek vücudunda bulunan 'erkek hücrelerindeki' toplam DNA sayısının taş çatlasa kırkta biri olduğudur. Yani 'Sapına kadar erkeğiz evelallah!' diye diye kaldırmış gezen bir fallus hayvanı, kendisinin bile kırkta biri kadar erkektir en fazla. Fecaat, değil mi?''

''Varlık, kadındır.
Dişidir yaratım süreci, erkek değil.
Tarlayı kaldır at, sabanı nerene sokacaksın bakalım.''

''Uçtu gitti Ayşegül...''
''Yaklaştığım mezarın elli derecelik bir açıyla yan yatmış başucu taşında böyle yazıyordu. Ruhuna Fatiha falan değil. Uçtu gitti Ayşegül...' Anneye babaya yakılamayacak kadar yanık bir feryat. Çok yanık. Bir evlâttı Ayşegül, belli. Hızlandım. 'O gitti, biz arkasından bakakaldık.' der gibi... 'Uçtu gitti Ayşegül...'

''Ölüm hâli, hayatta olma hâlinden farklı olarak ne olduğunu bilme haliydi. Öte taraf değildi ölüm tarafı, ara taraftı. Bu nedenle ölüler ve diriler kesin olarak ayrılmazdı birbirinden. Birinin bedeni toprağın üstünde olurdu, diğerininki altında. Ama ölünün ruhu, dirinin ruhundan yüz bin kere daha diri olurdu. Belki çok daha diri.
Ancak yine de çok farklı bir boyuttu ölüm. Farklı bir mekân, zamana ait olmayan bir zaman... Ölen insan, hayatı boyunca üstüne kapalı duran ağır kapağı yukarı kaldırır, nihayet kabuğundan çıkar, kâinata gören gözlerle ilk defa bakarak hakiki hürriyete çok yaklaşırdı.''

''Ölüm, 'Yaşıyorum' iddiasında olan kısacık dünya uykusundaki insanoğlunun bilmediği, bu tarafa geçmedikçe de bilemeyeceği upuzun bir yaşama şekliydi meselâ...''

''Aşık adam yılmaz, canını sakınmaz, üzülme, utanma nedir bilmez. Değirmen taşının altına girmiş gibi ezilip unufak olur da 'bunaldım' demez. Aşık, aklını çöpe atıp 'Aşk bana yeter' diyen adamdır. Tahammül kelimesi yoktur onun lûgatinde; tepeden tırnağa rızadır, kabuldür... Aşık budur kızım... Sen de bu musun? Başına bir sürü dert, illet gelecek bu saatten sonra ve sen tahammül etmeyecek, 'ne olacaksa o olur' deyip her geleni aşkın meyvesi gibi derecek, toplayacak, kucaklayacaksın... Son defa soruyorum; aşık mısın kızım?''

''Başkalarının baktığı yerden baktığında başka bir hayat göreceğini bilirdin; eyvallah. Misâl, dindarsan, hayatı sevap ve günahtan ibaret görürdün, obursan makarnadan, mantıdan, etli ekmekten. Ölsen başka bir şey göremezdin. İnsan olarak; hayatın boyunca sana 'DOĞRU' diyerek kaktırılan şeylerden ibarettin. Bu nedenle deliliğin de delilik olabileceğine pek inanasın gelmezdi. Normalin altı delilikti tıbba göre. Peki normalin üstü? O da delilikti tabii...''

''Bütün bir şehrin akıl trafiği sağdan akıp seninki soldan akıyorsa ''Bende bir yanlışlık var.'' dersin. Ancak Hüdai Ağa; ''Bu millette bir yanlışlık var. Hepsi ters şeritte gidiyor.'' diyebilen bir adamdı. İnadından, çokbilmişliğinden, küstahlığından değil; adamlığından.''

''Ne tuhaf! Düşünmenin para etmediğini de gene düşüne düşüne keşfediyordu insan. Düşünmemesi gerektiğini düşüne düşüne buluyordu. Şimdi oturup seyretme faslındaymış gibi geliyordu ona. Düşündüğünden daha fazla şey öğreniyordu sırf seyrederek çünkü.''

''İmkânsız imkânsızdır. Mucize ise mucize. İkisinin arasında dağlar kadar fark var.''

''Adalet var mıydı bu dünyada? Acaba Allah ara sıra dönüp 'Kullarım ne yapıyor bakalım?' diyor muydu? 'Onları attım oraya; ben olmazsam yollarını şaşırırlar. Bir çeki düzen vereyim.' falan?
Allah var mıydı?
Şüpheliydi, günahı boynuna. Vardıysa bile, bunlara öğretilen, şefkât eli her daim kullarının üzerinde bir Allah değildi o. Ne getirip adaleti kondurmuştu dünyanın göbeğine, ne de kullarının işine karışıyordu. Salmıştı zamanında kendi pisliklerinin içine, ölüp de yanına geleni hesaba çekiyordu.
Yaratmış, bırakmıştı.
Karışmıyordu.''

''Ah düşünmese, şu işten uzak tutabilse aklını... O zaman gönlüyle hareket edebilirdi. Gönlün; 'Şu olmasa daha iyi olur.' diye bir bilgiçliği yoktu.Mukayese aklın işiydi, gönlün değil. Gönül bir seferde verirdi hükmünü ve o hüküm gerçekten sana ait olurdu. Oysa aklın verdiği hükmün içinde, senden başka yüz bin kişiye ait yüz bin nas olmak zorundaydı.''


Keyifli okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

''Tükenmişlik Sendromu'' dedikleri şey bu mu yoksa?


(Kendime fırça: Her şey bu akıllı telefon denen zımbırtı yüzünden. Eskiden akılsız telefon kullanırdın, ''alo-alo'' o kadar. En fazla mesaj gönderirdin. Gelirdin evine paşa paşa, otururdun bilgisayarının başına, yazardın.
Şimdi öyle mi ki? Eline yapıştı sanki telefon! Günde on yüz bilmem kaç kere şarj ediyorsun.  Her gün instagram'da 1-2 fotoğraf paylaşmayı biliyorsun, whatsapp'ta saatlerce çene çalıyorsun ama iş oturup blog gönderisi yapmaya gelince toton yemiyor.
Bakıyorum da blogcağızına, son bi' yılda -kitap gönderileri dışında- neredeyse hiç yazmamışsın ayol!
Titre ve kendine gel Sittirella; her şey geçer, blog kalır!)

Bi' derdim var...anlatmak istiyorum. Belki aynı durumu yaşayanlar vardır, derdime derman olacak bi' kaç tavsiye gelir sizden, yalnız olup-olmadığımı bilirim.
Son zamanlarda garip bi' haller çöktü üzerime, ruh halim değişti; dağıldım, tükendim sanki, ruhum bedenimden çekilmiş gibi.
Hayır, öyle depresyona girdi-çıktı yapacak bi' insan da değilim. ''Orta yaş bunalımına mı girdim acaba?'' diye düşünmeye başladım ciddi-ciddili.

Kendime taktım son zamanlarda. Aynaya baktığımda gördüğüm yüz benim yüzüm değil! 
Karşımda gördüğüm yüzün benle yakından uzaktan âlâkası yok! Göz altları şiş, gıdı ''meribaaa!'' diyor, göz çevresinde ince çizgiler, kaz ayakları temel atma işlemlerini tamamladı-tamamlayacak. 
Kafamdaki hava durumu parçalı ışıltılı dağınık saçlı! Saçlar darmaduman, şakaklar ışıl ışıl, gri tellerle donanmış. Hani, eski köy düğünlerinde gelin telleri olur, gelinin şakaklarından aşağı uzanır, gümüş rengi, ışıl ışıldır...aynen öyle! O ışıltılar kafanın geri kalanına da dağılmış.  Saçlarıma yıldız düşmüş gibi duruyor.

Darmadağınığım! Yaptığım hiçbi' işe uzun süre yoğunlaşamıyorum, dikkatim dağılıveriyor. Sonra hop o işe atlıyorum, hop bu işe, bi' de hop şu işe...gün bitiyor bakıyorum ne yapmışım? Hiç! Koskoca bi' hiç! Başlanmış ama ilerlenmemiş-tamamlanmamış onlarca şey buluyorum sadece elimde. ''Nasılsa sonra yaparım, acelem mi var sanki?'' diyorum...erteliyorum.

Mesela burası, kimbilir kaç defa açıp açıp kapadım yeni gönderi sayfasını. Yazmaya başlıyorum, gerisini getiremiyorum, yazdığımı siliyorum ve kalkıp gidiyorum. ''Akşama yazarım, yarına yazarım, hafta sonuna yazarım'' diye diye bi' bakmışım günler-haftalar geçivermiş ama tek satır bile yazamamışım.

İş desem; tam gaz çalışıyorum. Ama ben mi çalışıyorum yoksa bedeni otomatiğe bağlamışım da parmaklar sürekli ''klik klik, tık tık, kopyala-yapıştır, gönder'' mi yapıyor? bilemiyorum.
Ne kendimi veriyorum işe, ne de çalışasım geliyor. Her fırsatta ''beş dakka kahve molası'' verip sonra son iki saatte harala gürele çalışıp günlük işimi tamamlayıp bilgisayarı kapatıyorum.
''İşimi sevmiyorum'' diyorum ama belki de yanılıyorum. Belki de işimi seviyorum ama bu işi birlikte yaptığım insanları sevmiyorum. Beşinci yılımdayım burada. Bunca yıldır aynı işi gittikçe artan-eklenen sorumluluklar/ek görevler yüküyle -hemen hemen hiç artmayan ücrete- yapmaktan bıktım. Emeğimin karşılığını alamıyorum üstelik işimin bana kattığı hiçbi' şey yok artık. Arada o sertifika, bu eğitim, şu sınav gibi mecburiyetler de olmasa bütün günlerim birbirinin kopyası. İşimi değiştirmek istiyorum, yeni bi' şeyler öğrenmek, yepyeni bi' alana dalmak ve sıfırdan başlamak... ''Bunca yılın birikimini değerlendirmelisiniz. Alanınızla ilgili üst düzey pozisyonlarda değerlendirelim sizi. Yeni bir alana başlamanız demek tecrübesiz insanlarla aynı seviyeden başlamanız anlamına gelir ki bu size şimdi olumsuz görünmese de ileride sizi mutsuz eder. Bu riski almak istemeyiz. İnanın mutsuz olursunuz'' cevabını alıyorum.
Bırakın da neyin beni mutlu edip-etmeyeceğine ben karar vereyim! Siz değil!
İnsanların benim hayatım hakkında -güya benim iyiliğimi düşünerek- karar vermesine gıcık oluyorum! Hayat benim! İster yaşarım, ister çöpe atarım! Size ne nan? Size neeee?!?!

Oturup kitap okuyayım diyorum, beş-on sayfa okuyorum, bi' bakmışım okuduğumdan hiçbi' şey anlamamışım. Beş dakka haberlere bakayım diyorum, daha birinci dakkanın sonuna doğru içim şişmeye başlıyor. Bi' tane mi iyi haber olmaz ayol? Bakıyorum dünya boka batmış...el birliği ile, söz birliği etmişçesine dünyanın içine etmekle meşgulüz. Kan gölü, acı denizi haline gelmiş dünya. Bizi bi' temiz kıyamet paklar artık. O silahtan, savaştan, kandan, acıdan gelen milyarları götüren para babaları kıyameti ellerinde fiskileriyle izlerken öte tarafa o milyarları nasıl götüreceğinin hesabını yaparlar artık.
Hani şu Mars'a koloni kurmaya gönderilecek kırk kişi arıyorlardı ya, bu godamanların hepsini toplasak, uzay gezisi, mekik tatili, koloni kurmaya diye...hepsini uzay boşluğuna atsak da gelsek?
Sadece fikir canım, beğenirsiniz beğenemezsiniz...hayalini kurarken bile içime soğuk sular serpiliyor, ne yalan söyleyeyim.

Bazen diyorum ''Kalk bari bi' dolaş gez.'' Amaaaan, şimdi kim giyinecek, kuşanacak, makyaj yapacak da sokağa çıkacak? Hem her an yağmur yağabilir. Havaya güven olmuyor. En iyisi risk almamak. Üç arkadaşımla -ayrı ayrı-  buluşup iki kadeh içme planlarımız var. Son altı aydır buluşulacak da içilecek o iki kadeh! Aynı şehirde yaşıyorum üstelik üçüyle de. Kılık-kıyafet alışverişine çıkmanın düşüncesi bile zor geliyor. Şimdi kim giyecek-çıkaracak o kadar kıyafeti? Ayh!

Evde bi' şey yapayım diyorum; tek yapabileceğim temizlik! Onu da ben sevmiyorum. Sevmesem de temizliyorum işte, aklıyorum, paklıyorum, iki kaşık yemek ve yanına salatamı yapıyorum; bitti! Başka da yapılacak hiçbi' şey yok.

Sonra alıyorum elime telefonu...başlıyorum kızlarla çene çalmaya. Instagram'da geziniyorum, ona buna kalp kalp veriyorum. Twitter'a bakıyorum, milletin o gün küfredilecek konu neyse o konu hakkında saydırmalarını-laf sokmalarını- ahkâm kesmelerini okuyorum, gazetelere göz atıyorum; hepsi felaket tellalı! Doğru haber bulmak ne mümkün? İçim daralıyor, kapıyorum sayfaları...o da bitiyor.

Kendimi, bitmiş-tükenmiş, hiçbi' şeye istek duymayan, hiçbi' hevesi olmayan, beklentisiz, amaçsız, heyecanımı-yaşama sevincimi kaybetmiş hissediyorum :/
İşin en ilginç yanı, mutsuzluktan da gebermiyorum. Ağlayıp zırlamıyorum. Mutsuz değilim. Endişelerim yok. Sadece...nasıl desem...sanki içim, kafam boşaltılmış gibi.
Bazen bi' anda kendime geliyorum; gülüyorum, şaka yapıyorum, eğleniyorum. Ama o anlık- o saatlik. Sonra yine boşboş içim.
Değişmeyen tek şey kızlarımı gördüğümde sıcacık kalbime dağılan dokunma, okşama, öpme, sevme hissi.
Minnak canavarlarım da olmasa ne yapardım gerçekten bilmiyorum.

Bu durum -özellikle son altı aydır-  değişmedi.
Nedir şimdi bu?

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Mülksüzler / The Dispossessed


Yazar: Ursula K. Le Guin
Çeviri: Levent Mollamustafaoğlu
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 1974/ Türkçe Basım: 1999
Yayınevi: Metis Yayınları

Başyapıt!
Bugüne dek okuduğum yüzlerce kitap arasında okumaktan çok zevk aldığım kitaplardan biri oldu.
Ursula K. Le Guin'e saygım ve hayranlığım katlanarak arttı. Nasıl bi' yaratıcılıktır, nasıl bi' birikimdir? Aklı zorluyor. Hele hele bu kitabın daha ben doğmadan yıllar önce yazıldığını bilmek...
Özellikle bi' kahramanın hakkını yemek istemiyorum, çevirmen Levent Mollamustafaoğlu'nun.
Şapka çıkardım çevirisi karşısında. Bu kadar akıcı, yalın, okuyucuya gayet doğal gelen kelimeleri kullanmak/türetmek, ismi bile tartışmalı olan romanın çevirisinin altından bu kadar başarılı kalkmak; muhteşem iş çıkartmış!
Kitap hakkında söylemek istediğim o kadar çok şey var ki...ama burada destan yazmak gereksiz. Çünkü, Bülent Somay'ın kitaba yazdığı sonsöz, aklınızda kalması muhtemel tüm soru işaretlerini cevaplıyor. Sonsöz'ü, kitabın sonunda kendiniz okuyacaksınız ve ne-nedir, nereden gelmiş/türetilmiştir vb. tüm cevapları bulacaksınız.

Bu kadar geç okuduğum için cidden üzülüyorum.
En kısa sürede okumanız dileğimle.

Arka Kapak Yazısı:
"...Vermediğimiz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrim'i satın alamazsınız. Devrim'i yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiç bir yerde değildir." Konuşmasını bitirirken, yaklaşan polis helikopterlerinin gürültüsü sesini boğmaya başladı.

"Romanım Mülksüzler, kendilerine Odocu diyen küçük bir dünya dolusu insanı anlatıyor; Odo romandaki olaylardan kuşaklarca önce yaşamış, bu yüzden olaylara katılmıyor, ya da yalnızca zımnen katılıyor, çünkü bütün olaylar aslında onunla başlamıştı.

"Odoculuk anarşizmdir. Sağı solu bombalamak anlamında değil: kendine hangi saygıdeğer adı verirse versin bunun adı tedhişçiliktir. Aşırı sağın sosyal-Darwinist ekonomik özgürlükçülüğü de değil; düpedüz anarşizm: eski Taocu düşüncede öngörülen, Shelley ve Kropotkin'in, Goldmann ve Goodman'ın geliştirdiği biçimiyle. Anarşizmin baş hedefi, ister kapitalist isterse sosyalist olsun, otoriter devlettir; önde gelen ahlaki ve ilkesel teması ise işbirliğidir (dayanışma, karşılıklı yardım). Tüm siyasal kuramlar içinde en idealist olanı anarşizmdir; bu yüzden de bana en ilginç gelen kuramdır."

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, iki yüzlüydü. Neyin içeride neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı.''

''Bundan sonra hep yabancılar olacaktı çevresinde. Adam yabancı bir dilde konuşuyordu: İoca. Kelimeler anlamlıydı. Bütün küçük şeyler anlamlıydı yalnızca bütünü anlamsızdı.''

''İçeri kapamak, dışarıda bırakmak, aynı şey,'' dedi Shevek ışıltılı, dalgın gözlerle doktora bakarak.''

''Eğer yalnızca sayılardan oluşan bir kitap yazılabilseydi doğru olurdu. Haklı olurdu. Sözlerle söylenen hiçbir şey doğru çıkmıyordu. Söze dökülen şeyler düzgün durup birbirine uyacağına eğilip bükülüyor, uçup gidiyordu. Ama sözlerin altında, merkezde, Kare'nin merkezi gibi, her şey doğru çıkıyordu. Her şey değişebilir, ama hiçbir şey yitirilemezdi. Eğer sayıları görebilirseniz bunu anlayabilirdiniz; dengeyi, şekilleri, dünyanın yapı taşlarını görürdünüz. Ve onlar sağlamdı.''

''Evet, demişti, hapishane bir Devlet'in Yasaları'na uymayan kişileri kapattığı yerdir. Peki oradan neden çıkmıyorlardı? Çıkamıyorlardı, çünkü kapılar kilitliydi. Kilitli mi? Kamyondan düşmemen için kapıları kapatıyorlar ya, işte öyle, aptal! Ama bütün o zaman boyunca bir odada ne yapıyorlardı? Hiçbir şey. Yapacak hiçbir şey yoktu.''

''Yasak mı? Doğal olmayan bir sözcük. Kim yasaklıyor? Bütünleyici işlevin kendisini dıştalıyorsun,'' dedi Shevek, heyecanla öne eğilerek. ''Düzen 'emirler' demek değil. Anarres'ten ayrılmıyoruz, çünkü Anarres biziz. Sen Tirin olduğun için Tirin'in bedenini geride bırakamazsın. Nasıl olduğunu görmek için başka biri olmaya çalışmak isteyebilirsin, ama olamazsın. Seni güç kullanarak engelleyen mi var? Burada güç kullanılarak mı tutuluyoruz? Hangi güç - hangi yasa, hangi hükümet, hangi polis? Hiçbiri. Yalnızca kendi varlığımız, Odocular olarak kendi doğamız. Senin doğanda Tirin olmak var, benimkinde Shevek olmak, ortak doğamızda ise birbirimize karşı sorumu Odocular olmak var. İşte bu sorumluluk bizim özgürlüğümüz. Ondan kaçmak özgürlüğümüzü yitirmek olur. Sorumluluğun ve özgürlüğün seçeneğin olmadığı, yalnızca yasaya uymaktan oluşan sahte bir seçeneğin veya uymamayı izleyen cezanın olduğu bir toplumda yaşamak ister miydin? Gerçek bir hapishanede yaşamak ister miydin?''

''Ama birçok kadının bir erkekle tek ilişkisi sahip olma ilişkisidir. Ya sahip olma, ya da sahip olunma.''

''Düşüncenin doğasında iletilmek vardır, yazılmak, konuşulmak, gerçekleştirilmek. Düşünce çimen gibidir, ışığı arar, kalabalıkları sever, melezlenmek için can atar, üzerine basıldıkça daha iyi büyür.''

''Ama ben hiçbir şey söylemedim!'' dedi Shevek Pae'ye. ''Elbette, yanınıza yaklaşmalarına izin vermedik ki. Ama bu kuş beyinli bir gazetecinin hayalini kısıtlayamıyor! Siz ne söylerseniz -veya söylemezseniz- söyleyin, onlar sizin söylemenizi istedikleri şeyi söyleyeceğinizi yazacaklardır.''

''Çocukken ona Urras'ın çürümüş bir eşitsizlik, haksızlık ve israf yığını olduğunu anlatmışlardı. Ama rastladığı ve gördüğü herkes, en küçük köyde bile iyi giyinmiş, iyi beslenmiş ve beklediğinin tam tersine, endüstrileşmişti. Somurtarak, yapacakları işlerin emredilmesini beklemiyorlardı. Tıpkı Anarres'liler gibi yalnızca işlerini yapmakla meşguldüler. Bu onu şaşırttı. Bir insanın çalışmak için doğal dürtüsü-inisiyatifi, kendiliğinden yaratıcı enerjisi-kaldırılıp yerine dışsal dürtü ve zorlama konulduğunda tembel ve dikkatsiz bir işçi olacağını varsaymıştı. Ama bu sevimli tarlalara bakanlar, harika arabaları ve rahat trenleri yapanlar hiç de dikkatsiz işçiler değillerdi.''

''Cennet onu cennet yapanlar içidir. Oraya ait değildi. Bir öncüydü, geçmişini, tarihini yadsıyan bir kuşaktandı. Anarres göçmenleri, Eski Dünya ve onun geçmişine sırtlarını dönmüş, yalnızca gelecek için çalışmaya karar vermişlerdi. Ama nasıl ki gelecek kesin olarak geçmişe dönüşüyorsa, geçmiş de geleceğe dönüşür. Yadsımak başaramamaktır.''

''Bir topluluğun doğal büyüme sınırının, gerek yiyecek ve güç için hemen çevresindeki bölgeye olan bağımlılığında yattığını öne sürmesine karşın, bütün toplulukların iletişim ve ulaşım ağlarıyla bağlanmasını, böylelikle malların ve fikirlerin istedikleri her yere gidebilmesini, işlerin yönetiminin kolaylıkla ve hızla yapılabilmesini ve hiçbir topluluğun değişim ve alışverişten uzak kalmamasını sağlamayı amaçlamıştı. Ama ağ yukarıdan aşağıya yönetilmeyecekti. Hiçbir denetim merkezi, hiçbir başkent olmayacaktı; kendi kendini besleyen bürokrasi aygıtına ve lider, patron, devlet başkanı olmayı amaçlayan bireylerin hükmetme güdüsüne hizmet edecek hiçbir kuruluş olmayacaktı.''

''Aşırılık dışkıdır,'' diye yazıyordu Odo Analoji'de. ''Bedende kalan dışkı da zehirlidir. Abbenay zehirsizdi: çıplak, parlak bir kent, renkler açık ve keskin, hava tertemiz. Sessizdi. Tuz tanecikleri gibi apaçık görebilirdiniz her şeyi.
Hiçbir şey gizli değildi.''

''Çocukken özel bir odada uyumak, başkalarını hoşgörü  gösteremeyecekleri kadar çok rahatsız ettiğinizi gösterirdi; bencillik etmişsiniz demekti. Yalnızlık, gözden düşmeyle eş anlamlıydı.''

''Sen bana bunu ver, ben de sana şunu. Beni reddedersen ben de seni reddederim. Anlaştık mı? Anlaştık. Toplumun varlığı gibi Shevek'in mesleği de temel, açıkça kabul edilmeyen bir kar anlaşmasının sürmesine bağlıydı. Karşılıklı bir yardım ve dayanışma ilişkisi değil, sömürüye dayalı bir ilişki, organik değil, mekanik bir ilişki. Temel işlevsizliklerden gerçek bir işlev doğabilir miydi?''

''Sınav sistemi ona anlatıldığında çok şaşırmıştı; doğal öğrenme isteğini, bu bilgiyle doldurulma ve istendiğinde geri kusma dizisinden daha fazla engelleyebilecek bir şey düşünemiyordu. İlk önceleri sınav yapıp not vermeyi reddetti, ama bu,  Üniversite yöneticilerinin keyfini o kadar kaçırdı ki, ev sahiplerine nezaketsizlik etmemek için isteklerine uydu. Öğrencilerinden fizikte ilgilerini çeken herhangi bir sorun hakkında makale yazmalarını istedi; sonra da bürokratlar formlarına ve listelerine yazacak bir şey bulabilsinler diye hepsine en yüksek notu vereceğini söyledi. Birçok öğrencinin şikayet etmek için gelmelerine şaşırdı. Onun problem hazırlamasını ve doğru soruları sormasını istiyorlardı; sorular düşünmek değil, öğrendikleri yanıtları yazmak istiyorlardı. Bazıları herkese aynı notu vermesine şiddetle karşı çıktılar. Parlak öğrencilerle aptal olanlar nasıl ayırt edileceklerdi o zaman? Çok çalışmanın ne yararı kalacaktı? Eğer rekabetçi ayrımlar olmayacaksa, hiçbir şey yapmamak daha iyiydi.''

''Bir hırsız yaratmak için, bir sahip yaratın; suç yaratmak istiyorsanız, yasalar koyun.''

''Varolmanın yasası mücadeledir; Rekabet, zayıf olanın elenmesi, sağ kalmak için amansız bir savaş.''

''Hiç kimse çalınacak herhangi bir şeye sahip değil. Eğer bir şeyi istersen gidip depodan alabilirsin. Şiddete gelince, doğrusu bilemiyorum Oiie; durup dururken beni öldürür müydün? Eğer öldürmek isteseydin, buna karşı çıkarılan bir yasa seni engeller miydi? Zorlama, düzeni sağlamanın en etkisiz yoludur.''

''Göbek bağları hiçbir zaman kesilmeyen ruhlar var,'' diye düşünüyordu. Hiçbir zaman evrenden kopmuyorlar. Ölümü bir düşman olarak görmüyorlar; çürüyüp humusa dönüşmeyi arıyorlar. Takver'in bir yaprağı, hatta bir kayayı eline alışını görmek tuhaftı. Takver nesnenin, nesne de onun bir parçası oluyordu.''

''Yaratıcı ruh, araçlarını hoyratça kullanır, onları yorar, atar, yeni modelini alır.''

''Eğer bir şeyi bütün olarak görebilirsen,'' dedi, ''hep güzelmiş gibi görünür. Gezegenler, yaşamlar...Ama yakından bakıldığında bir dünya yalnızca toz ve kayadan oluşur. Günden güne yaşam daha da zorlaşır, yorulursun, ritmi kaçırırsın. Uzaklığı ararsın -ara vermeyi. Dünyanın ne kadar güzel olduğunu görmenin yolu, onu ay gibi görmekten geçiyor. Yaşamın ne kadar güzel olduğunu görmenin yolu ölümün bakış açısından bakmaktan geçiyor.''

''Ona hepsi kaygılı gibi görünüyorlardı. Bu kaygıyı daha önce Urras'lıların yüzlerinde görmüştü ve ne olduğunu merak ediyordu. Ne kadar para kazanırsa kazansınlar yine de yoksul ölmemek için daha fazla çalışmaları gerektiğini düşündükleri için miydi? Suçluluk muydu, çünkü ne kadar az paraları olursa olsun, her zaman onlardan daha az parası olan birisi vardı.''

''Sanat Galerisi tabelası olan bir zemin kat penceresinin önünden geçerken caddelerin ahlaki klostrofobisinden kaçmayı ve Urras'ın güzelliğini yeniden bir müzede bulmayı düşünerek içeri girdi. Ama müzedeki bütün resimlerin çerçevelerine fiyat etiketleri iliştirilmişti. Ustaca boyanmış bir çıplağa baktı. Etikette 4000 UPB yazıyordu. ''Bu bir Fei Feite,'' dedi arkasında sessizce beliren esmer bir adam, ''bir hafta önce elimizde beş tane vardı. Son zamanlarda sanat piyasasındaki en büyük şey. Bir Feite edinmek gerçekten iyi bir yatırım, efendim.''
''Dört bin birim bu kentte iki aileyi bir yıl yaşatmaya yetecek para,'' dedi Shevek.
Adam Shevek'i inceledi ve ağır ağır konuştu, ''Evet, şey, bakın, efendim, bu bir sanat eseri.''
''Sanat mı? İnsan yapması gerektiği için sanat yapar! Bu niçin yapılmış?''
''Galiba sanatçısınız,'' dedi adam açık bir küstahlıkla. ''Hayır, yalnızca boku bir görüşte tanırım!''

''Şey, zamanın 'geçtiğini', önümüzden akıp gittiğini düşünürüz; ama ya biz öne doğru, geçmişten geleceğe, sürekli yeniyi keşfederek gidiyorsak? Böyle bir zaman akışı, biraz kitap okumaya benzerdi, anlıyor musunuz? Kitap orada, tümüyle, kapağının içinde. Ama öyküyü okumak ve anlamak istiyorsanız, ilk sayfadan başlamalı, sonra ilerlemeli, hep sırayla gitmelisiniz. Böylece evren çok büyük bir kitap, biz de onun çok küçük okuyucuları olurduk.''


“Hayır. Harika değil. Çirkin bir dünya. Bu dünyaya benzemiyor. Anarres sadece tozdan ve kuru tepelerden oluşuyor. Her şey az, her şey kupkuru. İnsanlar da güzel değil. Hepimizin koca elleri ve ayakları var, benimkiler ve buradaki garsonunkiler gibi. Ama koca göbekleri yok. Çok kirlenirler, birlikte yıkanırlar, burada kimse bunu yapmaz. Kentler çok küçük ve sönüktür, sıkıcıdır. Hiç saray yoktur. Yaşam sıkıcıdır, çok çalışılır. Her zaman istediğinizi alamazsınız, hatta bazen gereksindiğinizi bile, çünkü yeterince yoktur. Siz Urras’lıların her şeyi yeterince var. Yeterince hava, yeterince yağmur, çimen, okyanuslar, yiyecek, müzik, yapılar, fabrikalar, makineler, kitaplar, giysiler, tarih. Siz zenginsiniz, siz sahipsiniz. Biz yoksuluz, biz yoksunuz. Sizde var, bizde yok. Burada her şey çok güzel. Güzel olmayan yalnızca yüzler. Anarres’te hiçbir şey güzel değildir, yalnız yüzler güzeldir. Diğer yüzler, erkek ve kadın yüzleri. Bizim onlardan başka bir şeyimiz yok, birbirimizden başka bir şeyimiz yok. Burada siz mücevherleri görüyorsunuz, orada gözleri görürsünüz. Çünkü bizim erkeklerimiz ve kadınlarımız özgürdür, hiçbir şeye sahip olmadıkları için özgürdürler. Siz sahipler ise sahiplisiniz. Hepiniz hapistesiniz. Herkes yalnız, tek başına, sahip olduğu yığınla birlikte. Hapiste yaşıyor, hapiste ölüyorsunuz. Gözlerinizde görebildiğim yalnızca bu- duvar, duvar!”

''Sahip olmanın suçundan ve ekonomik rekabetin yükünden arınmış bir çocuk, yapılması gerekeni yapma iradesi ve bunu yaparken coşku duyma yeteneğiyle büyüyecektir. Kalbi karartan, gereksiz çalışmadır.''

''Acıdan kaçarsanız coşku şansını da yitirirsiniz. Zevk alabilirsiniz, hatta zevkin türlü çeşidini alabilirsiniz, ama doyamazsınız. Eve dönmenin ne olduğunu bilemezsiniz.''


Keyifli okumalar :)

Görsel: Google Images
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...