Plaza Hayatı - Uluslararası şirketlerde çalışmanın iç yüzü.


Tek gönderiyi geçtim, beş gönderi yapsam bile hala anlatacak çok şey kalacağının farkında olduğum için bir yazı serisi oluşturmaya karar verdim.
Upuzun bir ''uluslararası şirketlerde iş hayatı gerçekleri'', başka bir deyişle ''plaza hayatının iç yüzü'' serisi olacak bu.
İşle-güçle, kariyer yapmak ile işi olmayan arkadaşlar hiç zaman kaybetmesinler derim.

Bu seriyi, yüksek lisans yaparak ilerde kariyer basamaklarını ikişer-üçer atlamayı planlayan, dilinden -şaka yollu da olsa- ''çocuk da yaparım kariyer de'' şarkısını düşürmeyen veya ofiste, çevresinin bir karış topuklu ayakkabılarla gezinen birbirinden güzel kadın çalışanlarla dolu olacağının hayalini kuran yeni mezunlara ve de iş hayatına bir şekilde atılmış ama gözü ''Plaza''da çalışmakta olanlara ithaf ediyorum.

***
İşsizlik zor elbette.
Hele hele bizim gibi, en ilerisinden demokrasi ile yönetildiği için işsizlik oranının rakamlara bakıldığında 10% küsur gerçek hayata vurduğunda 30% küsur olduğu ülkelerde iş bulmak daha zor.
İş bulmak da yetmiyor aslında. ''Aman bir işim olsun da ne olursa olsun'' zihniyetine sahibiz çünkü. İşte bu sebepten bulduğumuz ilk işe giriyor, sevmediğimiz işi senelerce yapmak zorunda kalıyoruz.
''Sevmiyorsan yapma, zorlayan mı var?'' demesi kolay, evet zorlayan var; sistem zorluyor.
Bilinçsiziz. ''Ne iş olursa yaparım''la ömür geçmez çünkü, ne iş olursa olsun yapamayız; farkında değiliz.

Henüz hiçbir deneyiminiz yokken, hem yeni mezun-hem deneyimli eleman arayan uluslararası şirketler -hoş yirmi kişilik aile şirketleri de aynı şartları arıyor artık- var artık karşımızda.
Serinin geri kalanında, zamandan ve kelimeden tasarruf etmek için sadece ''Plaza'' olarak tanımlayacağım bu çok uluslu, uluslararası, küresel, dev, logosu bile prestijli şirketlerde iş bulabilmek, vereceğiniz savaşın galibinin siz olduğunu düşündürüyor ama işin aslı öyle değil.

Gelin en baştan başlayalım.
Ama en baştan...
Mezun olduktan sonra aylarca işsiz kalmamanın ve plazalarda iş bulabilmenin en geçerli yolu henüz öğrenciyken staj yapmaktır.
Staj deyip geçmeyin, eskidendi o kağıt üzerinde yapılan ''naylon'' stajlar. Sizi, mezun olduktan sonra yapacağınız işe hazırlayan, o işi sevip sevemeyeceğinizi, kariyerinizi o alanda şekillendirip şekillendirmeyeceğinizi anlamanızı sağlar staj yapmak.
Türkiye'de staj yapabilmek bile başlı başına sorun.

Gönderiyi hazırlarken Türkiye'deki stajyer başvurularında aranan şartları Google'da arattım, mesela aşağıda göreceğiniz şartlar ''Birleşmiş Milletler''e stajyer başvurusu yapabilmek için aranan şartlar.


İşte böyle.
Tüm şirketler yüksek lisans şartı aramıyor elbette ama hepi topu beş üniversitenin öğrencilerine öncelik tanıyorlar: Boğaziçi Üniversitesinin öğrencileri avantajlı bu durumda. Boğaziçi Üniversitesini ODTÜ ve İstanbul Üniversitesi izliyor. Son yıllarda Koç Üniversitesinin öğrencileri de stajyer alımlarında öne geçmeye başladı. Bir kaç üniversite daha var öncelikli sınıfına giren. Bunun dışındaki bir üniversitede öğrenciyseniz -üzgününüm- ama şansınız çok az.
Ülkemizde birbiri ardına üniversite açılıyor artık. İsmini bile duymadığım üniversiteler var. Üniversiteler arası eğitim kalitesindeki farklılıklar had safhada.
Şirketler, işte bu farklılıkları, stajyer-çalışan seçimi yaparken çok iyi kullanıyorlar.

Ola ki, eğitim dili İngilizce olmayan bir üniversitenin lisans derecesine sahipseniz; geçmiş olsun.
Eğitimi İngilizce almış olmanız da çözüm değil, ileri seviyede İngilizce konuşabilmek, yazışma yapabilmek ve hatta Türkçe'ye simültane çeviri yapabilmek gerekiyor.
Burada ''İngilizce'' olarak bahsettiğim dil, günlük hayattaki konuşmaları gerçekleştirdiğiniz veya eğitimini aldığınız alanın dili değil; iş İngilizcesi.
Bu da ayrı bir duvar çarpacağınız.
Yüksek lisans konusunda şu noktaya değinmeden geçemeyeceğim; Türkiye'de yüksek lisans yapmak sizi bir parça da olsa ayrıcalıklı kılar ama yurt dışına çıktığınız anda hemen herkesin zaten yüksek lisans derecesine sahip olduğunu ve ikiden fazla dili ileri seviyede kullandığını görmek aslında bunun size bir ayrıcalık tanımadığını anlamanızı sağlar.

Ofis programlarını ileri düzeyde kullanıyor olabilmek şartı da aranır ki, kimse mülakatta Excel bilmeden bildiğini beyan etmesin. Yoksa olur ya, önünüze koyarlar bir Excel testi; vlookup fonksiyonunu kullanma, pivot table oluşturma gibi bir kaç basit işlem sorarlar, kalakalırsınız...daha baştan kaybedersiniz.
Stajyer veya kalıcı çalışan görüşmelerinde adı geçmeyen ofis programı Outlook'tur ve iş hayatında -en azından son yıllarda- sürekli kullanmak zorunda olduğunuz ve öğrenmeniz gereken ilk önemli program budur.
Kolay değil, günde en az sekiz saat Outlook programı bilgisayarınızda açık olacak.
Elektronik posta göndermekle/almakla bitmiyor iş; toplantı ayarlama, ayarladığınız toplantının saatlerini değiştirmek, toplantıya katılması mecburi kişileri ve katılması yararlı olabilecek ama katılmasa da dünyanın sonu gelmeyecek olan kişileri ayrı işaretlemek, toplantı odasını rezerve etmek, toplantı eğer telekonferans şeklinde olacaksa katılımcılar için şifre/giriş kodu almak, katılımcıların  -hele ki farklı zaman dilimlerinde çalışıyorlarsa- ajandalarını kontrol etmek ve hepsine en uygun zaman aralığını seçebilmek, hatalı/eksik gönderdiğiniz bir elektronik postayı geri çağırabilmek, önemli gönderilerinizin takibini yapabilmeniz için ''ulaştı'' veya ''okundu'' bilgisi isteyebilmek,  gönderinizi oylamaya sunabilmek...
Her gönderiyi, silmeden-kaybetmeden doğru klasör içine arşivleyebilmek, gönderileri kategorileri ayarlayıp işaretleyebilmek...
Bunun gibi daha yüzlerce işlemi yapabilmek için Outlook programını kullanmayı bilmeniz gerekir ama gelin-görün ki tüm başvurularda ''Word, Excel, Powerpoint'' bilme şartı aranır.

Stajyer olabilmek için maaş almayı da unutmanız gerekir. Çok az şirket maaş verir ve bu imkanı tanıyan şirketlerden de alacağınız stajyer maaşı yol ücretinizi karşılamaz.
Staj yaptığınız süre boyunca masraflarınızı cebinizden karşılamaya hazır olmanız gerekir.
Yukarıdaki şartlarda gördüğünüz gibi, sigorta kısmında da sıkıntı yaşayacaksınız.
Staj yapabilmek -ne yazık ki- gönüllülük esasına dayanır.

Uzun lafın kısası: stajyer olabilmek için başınıza gelebilecek her şeye gönüllü olmanız gerekir.

Diyelim ki, plazalarda bir aylık, üç aylık bilemedin altı aylık stajınızı/stajlarınızı tamamladınız. Bu stajlar, mezun olduktan sonra yapacağınız iş görüşmelerine bomboş bir özgeçmişle gitmenizi engelleyeceği için iş bulma şansınızı yükselttiniz demektir.

Staj yapabilme imkanı yakalayamayan adaylarımız ise, meslek olarak seçmek istedikleri alanla ilgili iş deneyimi ile gitmek zorundalar iş görüşmelerine. Bu da bir nevi staj sayılabileceği için, henüz üniversitedeyken ''harçlığınızı çıkartmak'' amacının ardına sığınarak part-time iş başvurusu yapabilirsiniz.
Bu yöntem, resmi olarak staj yapmaktan daha kolaydır  ve part-time iş bulabilme şansınız daha yüksektir.
Çünkü iş başvurularında daha önce part-time çalışmış olmak -hele de uzun süre çalışıldıysa aynı şirkette- çok büyük artı olacaktır sizin için.
İşverene, sizin girişkenliğinizi, sorumluluk alabileceğinizi ve de çalışma arkadaşlarınızla uyumluluğunuzu gösterecek bir deneyim olacaktır.

***
İş görüşmelerinizde takınacağınız tavır çok önemlidir.
Unutmayın ki, ne kadar iyi eğitimli olursanız olun, kaç dili akıcı olarak kullanıyor olursanız olun; o şirketin çalışma kültürü/biçimi hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz.
Bunun farkında olmak ve ''öğrenmeye'' hevesli olduğunuzu göstermek önemlidir.
Sizin, o şirkete ne gibi bir değer katabileceğinizi belirtmeniz beklenir sizden. Burada birikimlerinizi/becerilerinizi açık ve net sözcüklerle ortaya koymanız gerekir.
Yoksa, dağdan gelip bağdakini kovmak isteyen, ''ben bu işi zaten biliyorum'' tarzında -amiyane tabirle ukala-tavırlar sergilerseniz işi alamazsınız.
Kendine güvenmek, yeteneklerinin farkında olmak, mütevazi olmak ile yetenekli olduğunun farkında olup ukala bir tavır takınmak arasındaki çizgi çok incedir ve mesleğinin kurdu olan İK uzmanları bu çizginin hangi tarafında durduğunuzu mülakatınızın ilk dakikalarında çok net görürler.
İş ilanlarında pek popüler bir şart olan ''Ekip oyuncusu olmak'' burada önem kazanır.
Elbette; bağımsızlık, kendi başına karar alabilmek, sorumluluk alabilmek, kendini motive edebilmek çok önemlidir ama hangi pozisyonda olursanız olun sonuçta bir ekibin ast veya üst parçası olacağınızı ve ekibin diğer üyeleriyle uyum içinde çalışmak, birilerini ezmek-geçmek-ekibin geri kalan üyelerinden daha ''iyi'' olduğunuzu ispatlamaya çalışmanızın sizin aslında hiç de ''iyi'' bir ekip oyuncusu olmadığınızı göstermekten başka işe yaramayacağını aklınızdan çıkarmamanız gerekir.
İşe kabul edilmeniz durumunda; çalışma arkadaşlarınızı sevmek zorunda değilsiniz ama onlara saygı göstermek zorundasınız. Çünkü, siz de çalışma arkadaşlarınız tarafından belki sevilip belki sevilmeyeceksiniz ama onlardan saygı görmeyi hep bekleyeceksiniz.
Plazalarda aslolan size verilen görevin yetki ve sorumluluklarının ne derece farkına vardığınız ve beklentileri ne derece karşıladığınızdır.
Yan masanızda oturan çalışma arkadaşınızdan daha çok yabancı dil bilmek veya program bilmek size bir artı getirmeyecek, bir mali yıl içinde -genelde bir kez- gerçekleşen senelik performans değerlendirme görüşmenizde, sizin işinize ne denli hakim olduğunuz, işinizi ne denli iyi yaptığınıza bakılacaktır. Yan masadaki çalışma arkadaşınızla karşılaştırılmayacaksınız.
Aşmanız gereken, yan masanızda oturan çalışma arkadaşınızın yapabildikleri değil, kendiniz olacaksınız.
Yani, tek rakibiniz siz olacaksınız.
Bu sebeple, mülakatlarda, çalışma ortamına ve ekibe uyum sağlayabileceğinizi göstermeniz önemlidir.

***
Mülakatlarda size sorulacak en can alıcı sorulardan birine gelelim; maaş beklentiniz.

Unutmayın ki, her pozisyon için şirketin yönetim merkezi tarafından bir iş kodu/maaş aralığı belirlenmiştir ve aynı iş kodu/seviye ile işe alınan çalışanlar arasında pek fazla gelir farkı bulunmasına izin verilmez.
Sizin beklentinizin bu aralığın altında olması durumunda size teklif edilecek olan maaş bu pozisyonun en düşük maaş seviyesi olacaktır.

Tamamen hayali bir örnekle açıklamaya çalışayım;
(Israrla altını çiziyorum, Harfler/Maaşlar tamamen hayalidir.)
Başvurduğunuz pozisyon A olsun ve bu pozisyon için merkez tarafından belirlenmiş iş kodu 001 ve maaş aralığı aşağıdaki gibi olsun.

Positions: A/E/K/M/T/Z
Job Code: 001
Minimum 2.000 TL
Medium   3.000 TL
Maximum 4.000 TL

Mülakatta 1.500 TL maaş beklentiniz olduğunu söylediğiniz halde işin size 2.000 TL net maaşla teklif edilmesinin sebebi sizin o pozisyon için kaçırılmayacak aday olmanız değil, o pozisyon için belirlenmiş en düşük maaş seviyesinin 2.000 TL olmasıdır.
Beklentinizin 3.000 TL olduğunu söylemiş olsaydınız, sizin pozisyon için uygun aday olduğunuza karar verilmesi durumunda sizin -deneyiminiz göz önünde bulundurularak- 3.000 TL beklentiniz kabul edilecek veya sizinle 2.000 TL'ye en yakın maaş için pazarlık yapılacaktır.
Pozisyona başvururken 5.000 TL beklentiniz olduğunu belirtmeniz durumunda ise, yine, sizin daha önceki iş deneyiminiz ve işe uygunluğunuz göz önüne alınarak sizinle maaş pazarlığı yapılacaktır fakat Einstein bile olsanız 5.000 TL maaş teklifi alamazsınız.
Sizi, 4.000 TL altında mümkün olan en düşük maaşla işe almak için pazarlık yapılacaktır.
Israrcı olmanız durumunda ise o pozisyon sizin için biçilmiş kaftan olsa veya siz o pozisyon için mükemmel ve hatta tek aday dahi olsanız başvurunuz reddedilecek demektir.

Ek olarak: her pozisyonun, giriş/uzman/kıdemli/ileri gibi belirlenen seviyeleri vardır.
A pozisyonunun Giriş Seviyesi kodu A01 iken, Uzman kodu A02, Kıdemli kodu A03 ve İleri kodu A04'tür varsayalım.
Sizin hangi seviye ile işe alınacağınız önemlidir.
A01-Giriş seviyesi için belirlenen maaş 2.000 TL iken A02-Uzman seviyesi için belirlenen maaş 2.500 TL, A03-Kıdemli seviyesi için belirlenen maaş 3.000 TL ve A04-İleri seviyesi için belirlenen maaş 4.000 TL'dir.
Size önerilecek maaş, geçmiş deneyiminize ve o pozisyona hangi seviye ile başlayacağınıza bağlı olarak değişecektir.
Yeni başlayacak, daha önce o pozisyon hakkında bilgisi olmayan biri A01-Giriş seviyesinde 2.000 TL ile başlarken, aynı pozisyonla ilgili gerçekten tecrübesi olan başka bir çalışan A02-Uzman seviyesi ve 2.500 TL maaşla kabul edilecektir.

Başka bir pozisyon mesela ''M''i ele alalım.
M pozisyonu, sizin başvurduğunuz A pozisyonu ile aynı iş koduna -001- ve aynı maaş aralığına sahip olduğu için, pozisyon adı bambaşka olsa bile M pozisyonuna başvuracak adaylar için de aynı maaş aralığı geçerli olacak böylece aynı şirket içinde, farklı departmanlarda ama aynı seviyede çalışanların maaşları birbirine eşit tutulacaktır.

Son olarak, şirketin, açılan her pozisyon için belirlediği en düşük seviye üzerinden maaş vererek istihdam etmesi elbette arzulanan bir durumdur. Adayın ilk mülakatını yapan İK şirketleri  başvuru yapan-pozisyona uygun, ön elemeden geçmiş adayların listesini bu bilgiyle birlikte işverene ilettiğinde, işveren şirket, bilgi ve deneyim açısından birbirine tamamen eşit adaylar arasından deneyimine göre en düşük maaş beklentisinde olan adaya öncelik tanıyacaktır.

...devam edecek...

Görsel: Sahibinin sesi-Sittirella marka  & un.org.tr




İmkansızın Şarkısı / ノルウェイの森 / Noruwei no Mori / Norwegian Wood


Yazar: Haruki Murakami
Çeviri: Nihal Önol
Orijinal Dili: Japonca
Basım Yılı: 1987 / Türkçe Basım: 2004
Dijital Yayın Tarihi: Ocak 2013
Yayınevi: Doğan Kitap

Arka Kapak Yazısı:
''Ne yaptığını bilen, riske giren, dünya çapında bir yazar.''
Washington Post Back World

''Odasında, yatağının üstünde kucaklaştık. Onun uyku tulumunun içinde, yağmuru dinlerken öpüştük, sonra şundan bundan konuştuk, her şeyden, dünyanın oluşumundan tut da, rafadan yumurtanın nasıl pişirileceğine değin.''

68'in esintilerini taşıyan üniversite hayatı ile müziğin muhteşem bir harmanı.
Sonsuz bir sevecenlik ve şiirsellik, yoğun bir erotizm. İmkansızın Şarkısı, genç bir adamın güçlüklere birlikte göğüs germe umuduyla ilk aşkına geri dönüşünün olağanüstü hikayesi.
Salinger ve Fitzgerald etkisi taşıyan romanda, Murakami'nin yaşamöyküsünden yansımalar da var.''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Uyansana, anlamaya çalışsana. İşte bunun için yazıyorum bu satırları. Çünkü ben, olayları, sözcüklere dökmedikçe anlayamayan o yeteneksiz insan türündenim.''

''Çünkü birinin, bir başkasını sonsuza dek koruyabilmesi olanaksızdır da ondan.''

''Gene de, anılar gitgide uzaklaşıyor, bu kaçınılmaz ve ben daha şimdiden birçok şeyi unuttum. Olayları anımsamak için şu satırları yazarken bile, zaman zaman paniğe kapıldığım oluyor. Çünkü birdenbire, belki de en önemlisini unuttuğumu anlıyorum. Kendime soruyorum, acaba bedenimin içinde karanlık bir yer mi var diye, uzak bir bölge, en önemli anılarımın üst üste yığılıp balçığa dönüştüğü yer.''

''Biliyordum, ilk satırı yazabilsem gerisi kendiliğinden gelecekti, ama başaramıyordum bu ilk satırı yazmayı. Her şey fazlasıyla belirgindi, açıktı ve nereden başlayacağımı bilmiyordum. Nasıl bir harita, aşırı ayrıntılı olduğunda pek işe yaramazsa, öyleydi işte. Ama şimdi anlıyorum. Sonunda anlıyorum; biliyorum ki ancak ve ancak eksik kalmış düşünceler ve anılar, eksik diye tanımlanan cümlelere gelip oturabilir.''

''Efendimiz egemen olsun.
Bayrak tırmanmaya başlıyordu.
''Çakıltaşları kayalara dönüşünceye değin.''
Direğin yarısına varıyordu.
''Ve yosun tutuncaya değin.''
Şimdi bayrak tam tepedeydi.''

''Konuşma yeteneğim pek parlak değildir de. Bu son zamanlarda, hep böyle oluyor. Bir şey söylemeye çalışıyorum, ama aklıma gelen kelimeler hep yanlış. Hatta kimi zaman söylemek istediğimin tam tersini söylüyorum. Düzeltmeye kalkınca da daha beter oluyor. Sonunda ne diyeceğimi hepten şaşırıyorum ve başta söylemek istediğimi de unutuyorum. Sanki bedenim ikiye ayrılmış da birbiriyle kovalamaca oynuyor. İkisinin arasında koca bir sütun yükselmiş ve onlar da birbirlerini yakalamak için sürekli dönüyorlar o sütunun çevresinde. Her zaman başka bir parçam var, söylenmesi gereken sözleri bilen, ama onu bir türlü ele geçiremiyorum...''

''ÖLÜM YAŞAMIN KARŞITI OLARAK DEĞİL, PARÇASI OLARAK VARDIR.''

''Sonra da yüreğimin herhalde sert bir kabuğu olduğunu ve pek az kişinin o kabuğu delebildiğini ve belki de bunun için bir türlü doğru dürüst sevmeyi beceremediğimi ekledim.''

''Böylece ben de, bir yandan bu sessiz ortamda titreşen ışık parçacıklarını seyrederken, diğer yandan da yüreğimin içini açık seçik görmeye çalışırdım. Sonuçta ne arıyordum? Ve insanlar benden ne bekliyorlardı? Ama verecek doyurucu bir yanıt bulamıyordum. Ara sıra elimi, havada asılı ışık parçacıklarına uzatırdım, ama parmaklarım hiçbir şey yakalayamazdı.''

''Nagasava, birbiriyle çelişen birkaç özellik birden taşıyan bir çocuktu. Hem yüreğime dokunacak kadar nazik olabiliyordu, hem de aşırı inatçılığı tutabiliyordu. Şaşılacak derecede soylu bir anlayışa sahipti, ama aynı zamanda da akıl almaz derecede sıradan olabiliyordu. Bir yandan başkalarını yönetir ve iyimser tarzda ilerlerken diğer yandan da yüreği yalnızlık girdaplarına kapılıyordu. Ben daha başlangıçta tüm bu çelişkileri net olarak algılamıştım ve başkalarının onda niçin sadece coşkulu bir yaradılış görebildiğini bir türlü anlayamıyordum. Bu çocuk gerçekte, kendi ölçüsünde bir cehennemde yaşamaktaydı.''

''Yalnızlığı kime sevmez, bilirsin. Ne var ki ben, arkadaş edinebilmek için çaba harcamam. Çünkü ne olursa olsun, hayal kırıklığı gelir arkasından...''

''Biliyor musun, benim ailemde herkes, ağır bir hastalıktan ölüyor, hem de çok ama çok acı çektikten sonra. Sanki kalıtsal bir şey bu. Ölmemiz çok uzun sürer bizim. Öyle ki, sonunda insan ölü mü diri mi onu bile bilemez. Bize kalan tek bilinç, dayanılmaz bir acı bilincidir. (Midori bir Marlboro yaktı.) İşte bundan korkuyorum ben. Ölümün gölgesi, yaşam alanına pek ağır ağır iner, insan bunun bilincine vardığında artık karanlıkta hiçbir şey seçemez olur ve öyle bir durumdasındır ki çevrendekiler seni diriden çok ölü sayarlar. Ben böyle bir ölüm istemiyorum işte.''

''Bana burada bulunma nedenimizin, bu çarpıklığı düzeltmek değil, bizi ona alıştırmak olduğunu açıkladı. Ve sorunlarımızdan birinin de bu çarpıklığı kabullenemeyişimiz olduğunu söyledi. Her birimizin nasıl kendine özgü bir yürüyüşü varsa, her birimizin hissetme, düşünme ve olaylara bakış biçimi de ayrıymış ve kendini düzeltmek istesen bile, bu, bir günde olmuyormuş ve eğer kendini zorlarsan bu kez başka yönlerden gariplik çıkıyormuş.''

'' İnsan bir konuda yalan söyleyince, inandırıcı olması için başka bir sürü konuda da yalan söyler. İşte mitomania budur. Ama bu hastalığa tutulmuş olanların yalanlarının çoğu önemsenmez, çevresi kısa zamanda öğrenir çünkü, ona inanmamak gerektiğini.''

''Bu gibi çocukları eğitmenin püf noktası, her şeyden önce, onlara aşırı övgü yağdırmamaktır. Daha çok küçükken, pohpohlanmaya, kutlanmaya alıştırılmıştır onlar, bu yüzden, ne denli övülseler de onlarda hiçbir etki yaratmaz. Bu yüzden, sadece, ara sıra ve yerinde, beğenilmeleri, övülmeleri doğru olur. Sonra da asla zorlanmamalıdırlar. Daha ileri gitmeleri için itilmemeli ve düşünmek için soluklanmalarına izin verilmelidir.''

''Elbette pek akıllı olmadığımı ben de biliyorum. Halktan biriyim ben. Ve dünyayı ayakta tutan da halk. O halde halkın anlamadığı sözcüklere dayandırılmış bu devrim de neyin nesi oluyor! Nedir bu toplumsal devrim! Kuşkusuz ben de dünyanın iyiye gitmesi için çabalamayı isterim. Biri baskı görüyorsa eğer, buna son verilmesini isterim.''

''O zaman anladım ki hepsi de rastgele işler yapıyorlar. O koca koca söylevleriyle, sadece ve sadece yeni kız öğrencilerde hayranlık uyandırmak ve ellerini eteklerinden içeri sokmak için böbürlenip duruyorlar. Bundan başka bir şey düşündükleri yok. Sonra da, dördüncü yıla geldiklerinde, Mitsubishi'de, IBM'de veya Fuji Bankası'nda işe almak için saçlarını kestiriyorlardı, sonra da Marx'ı hiç okumamış güzel bir genç kadınla evleniyorlar ve çocuklarına olmadık, gülünç adlar veriyorlardı. Bütün bunların içinde eğitim-endüstri işbirliğinin yok edilmesi, nerede kalıyor? Öylesine gülünç ki, insanın ağlayası geliyor.''

''Kaderinden yakınma. Bunu aptallar yapar.''

Keyifli okumalar :)

Görsel: Google Images
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...