İnce Memed: 1 - 2 - 3 - 4


Yazar: Yaşar Kemal
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 1955|1969|1984|1987
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları / 2013

Kişisel görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

Yaşar Kemal ile tanışmam çocukluk zamanıma denk geliyor, ortaokuldaydım. O zamanki aklımla okuduğumda elbette pek bi' şey anlamamıştım. Efe torunu olduğum için çok benzer hikayeleri, kahramanlıkları, yaşanmışlıkları dinleyerek büyümüştüm. Büyük ninemin beni uyutmak için anlattığı hikayelerden çok farkı yoktu. Okuyup geçmiş, yaptığım kitap alışverişlerinin hiçbirinde Yaşar Kemal kitaplarına yer vermemiştim.
Yaşar Kemal'in kim olduğunu, o kalın kemik çerçeveli gözlüklerin ardında gülümserken görmediğim insanın aslında dünyanın saygı duyduğu yazarlardan biri olduğunu, eserlerini, ödüllerini, eserlerinden çevrilen ve çevrilmek istendiği halde çevrilemeyen filmleri büyüdükçe, okudukça öğrendim. Gülümseyen yüzüyle verdiği pozları da geçenlerde gördüm...
Yıllar yıllar sonra, eğer bi' gün Yaşar Kemal okursam, İnce Memed serisiyle başlayıp, beğendiğim takdirde külliyatını okumak niyetine girdim. Bunu geçenlerde başardım. Serinin dört kitabını peş peşe okuyup bitirdim.

Her şeyden önce artık bi' efsane haline gelen İnce Memed hakkında söylenen çoğu şey doğru. Yaşar Kemal çok büyük bi' iş çıkarmış. Yarattığı kahraman okuyucuları tarafından öyle benimsenmiş, öyle sevilmiş ki, ete kemiğe bürünmüş. Adına türküler, ağıtlar yakılmış, masallar uydurulmuş, anlatılmış.
Anadolu insanını çok güzel çözümlemiş. Aslında, "insanoğlunu çok iyi analiz etmiş" demem daha doğru olur. Okurken, aynı karakterin iyiliğine, kötülüğüne, hainliğine, bedduasına, duasına, acımasızlığına, çaresizliğine şahit olmak insanın yüzüne tutulmuş ayna gibiydi.
Seri, kitap başlangıçları hariç hiç sıkmadan, yormadan okuttu kendini. Sadece, "İyi ki bu klasiği okudum" diyebilirim.
Çok sevdiğimi, inanılmaz bi' roman olduğunu, bu eseri okumamış olsaydım eksik kalacağımı söyleyemeyeceğim. 
Her kitabın başındaki sayfalar süren doğa betimlemeleri hevesimi kırdı. Her cildin ilk on-on beş sayfasında neyin nasıl şırladığını, nasıl balkıladığını, ipil ipil ettiğini, şorladığını okuyarak başlamak zevk vermedi. Dört kitap toplamanında kaç yüz kez "püren-su püreni" geçiyor, kaç kez "büklük", "çakır dikenlik" tarif ediliyor hatırlamıyorum bile. Arılar, mavi kuşlar, kelebekler, Çukurova'nın sarı sıcağı... Bu betimlemeler/tekrarlar olmasa İnce Memed'in hikayesi üç kitapta rahatlıkla bitermiş.

Edebi değerinin yüksek olduğunu da söyleyemem.
Seriyi bitirdikten sonra okuduğum kaynaklarda -hatta Yaşar Kemal ile yapılmış ve yayınlanmış röportajların birinde de- bizzat kendisi, bu kitabı para kazanmak için yazdığını, ilk baskısı yapılmadan önce imzasını/adını koymamak için çok direndiğini fakat bu şart koşulduğu için kendi adıyla yayımlanmasına izin vermek zorunda kaldığını, İnce Memed'den çok daha öne çıkacak, edebi değer taşıdığını düşündüğü romanları olduğunu, bu seriyi yazmakla edebiyat dünyasında neyi nasıl etkileyip değiştirdiğini bilmediğini çünkü yazarken sadece ve sadece para kazanmayı amaçladığını söylemiş.
Linç edilmekten kurtulmuşumdur umarım :)

Şimdi gelelim altını çizdiğim cümlelere...
Dört ciltte yüzlerce cümlenin altını çizdim fakat aşağıdaki cümleleri paylaşmak benim için yeterli olacak.

Altını Çizdiklerimden...
"Yaz geldi çattı. Ekinler biçiliyor. Sıcaklar veryansın ediyor. Çukurovanın sıcağına sarı sıcak derler. Toros eteklerinin sıcağına da ak sıcak diyorlar. Ak sıcaklar çöktü."

"Meşe biten toprakta, hemen hemen hiç başka ağaç gözükmez. Dağ taş, dere tepe meşedir. Meşeler, kalın, kısa gövdelidir. Dalları güdüktür. En uzun dalın uzunluğu bir metreyi geçmez. Koyu yeşil yaprakları üst üstedir. Toprakta, sağlam, toprağa bütün güçleriyle yapışmış dururlar. Hiçbir güç onları oradan ayıramayacakmış gibi gelir.
Meşe toprağı kıraç, bembeyaz, kireç gibi bir topraktır. Üstünde meşeden başka bitki yaşatmamaya ant içmiş gibidir."

"Düşmanlıkların, kinlerin, sevgilerin, korkuların, kaygıların, yiğitliklerin üstünü kalın bir uyku örtmüştü. Düşler çarpışıyordu.
Düşler yaşıyordu şu anda.
Görüş sahası ne kadar dar olursa olsun, insan muhayyilesi geniştir. Değirmenoluk köyünden başka hiçbir yere çıkmamış bir insanın bile geniş bir hayal dünyası mevcuttur. Yıldızların ötelerine kadar uzanabilir. Hiçbir yer bulamazsa Kafdağının arkasına kadar gider. O da olmazsa, düşlerinde yaşadığı yer başkalaşır. Cennetleşir. Şimdi, şu anda düşler veryansın ediyordur, uykuların altında."

"Ha ne diyordum, hemencecik hepsiyle tanışıp, ahbap olayım deme. Bir zayıf damarını keşfederlerse ömrünün sonuna kadar rahat edemezsin. Onların yanında on paralık onurun kalmaz. Gün geçtikçe hepsini iyice tanırsın. İnsanları sözleriyle değil, hareketleriyle ölç! Ondan sonra da arkadaş olabileceğin insanı seç. İpin ucunu bir verirsen ellerine yandığın günün resmidir."

"İnsanlarla oynamamalı. Bir yerleri var, ince bir yerleri. İşte oraya değmemeli."

"Mahpushaneye ilk giren insan şaşırmıştır. Dünyadan apayrı düşmüş gibi olur. Sanki başka bir dünyadadır. Uçsuz bucaksız bir ormanda kaybolmuştur. Ondan da beter. Topraktan, evden barktan, dosttan, sevgiliden, her şeyden bütün bağlarını koparmışçasına uzaktır. Bir derin, ıpıssız boşlukta döner. Sonra başka bir hali daha vardır yeni mahpusun, taşı toprağı, duvarı,  o azıcık görünen gökyüzünü, kapıyı, demir parmaklıklı pencereleri bile düşman sayar kendisine."

"Konuşan insan, öyle kolay kolay dertten ölmez. Bir insan konuşmadı da içine gömüldü müydü, sonu felakettir."

"Çukurova salt bataklıktı, büklüktü. Yalnız tepe eteklerinde el kadarcık tarlalar... Çukurovada in yok, cin yok o zamanlar. Göç başlardı gürül gürül, Türkmen göçü... Çukurova bayramlığını giyerken. Yani soyunmuş ağaçlar, soyunmuş toprak, soyunmuş dünya donanırken... Al yeşil, göç kalkardı, gürül gürül. Alırdık göçü, aşardık dağları, konardık Binboğanın yaylasına. Kış basarken de inerdik Çukurovanın düzüne."

"Memedin gözleri kıvılcımlandı, sapsarı bir deste ışık kıvılcımlanarak savruldu kafasında balkıdı. Gözlerine de geldi, o çelik pırıltısı oturdu."

"En çok neye baktın?"
"En çok izlere baktım."
"İzlerde ne gördün?"
"İzler sahiplerine benzer. Bir at izine baksam, üç aşağı beş yukarı o atın nasıl bir at olduğunu anlarım. Yelesini, kuyruğunu, boyunu boşunu sana gerçeğine yakın söyleyebilirim. Hele insan izlerini... İzlerden, insanların yüreğini okurum. Hangi yöne gitmişler, ne düşünerek, nasıl düşünerek gitmişler bilirim. Sevinçli mi, öfkeli mi, küskün mü, kederli mi, içi karanlık mı bilirim. Aydınlık mı, dost mu, düşman mı bilirim."

"Başlamış çoluk çocuk doğramaya, doğrayıp kazdırdığı kuyulara doldurtmaya. Başkaldıran insan o kadar çokmuş ki, kazdırdığı kuyular yetmemiş. Yeni kuyular kazdırmış, o da yetmemiş. Kumandanları demiş ki, kıymetli seraskerimiz, bu kadar insanı kuyulamakla nasıl başa çıkarız? Murat Paşadır, dini bütün Müslüman bir adam, buna çok öfkelenmiş, bağırmış, bağırtısından, öfkesinden taşlar sallanmış, toprak çatlamış, ben, demiş, hiçbir Müslümanın ölüsünü açıkta bırakıp kurda kuşa yem edemem. Orduyu ikiye ayırmış bundan sonra, yarısı kuyu kazıyor, yarısı da çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın kız demeyip Müslümanları doğruyormuş. Murat Paşa elhamdülillah Müslüman dam, dini bütün adam, o savaşta, tepeden tırnağa kana batıp çıkmışken bile bir kerecik olsun namazını kazaya bırakmamış. Murat Paşa öyle dini bütün bir Müslümanmış ki bir kuyuya kadını erkeği bir arada gömdürmezmiş."

"Bir kişi bütün dünyayı sevincine katar da güldürür, ağıdına alır da ağlatır. Böyledir bu. Bir tuhaf yaratıktır şu insanoğlu."

"Vay bre insanoğlu," diye kendi kendine söylendi, "sen ne biçim yaratıksın böyle, bir gecede bin yaş kocuyor, bir günde bin yaş genceliyorsun."

"Her insanın içinde bir mecbur kurdu, bir İnce Memedlik, bir Köroğluluk kurdu var. Köroğlu gitti İnce Memed geldi. İnsanoğlunun içinde bu kurt oldukça insanoğlu ne olursa olsun yenilmeyecek. Sen insanoğlunun içindeki kurtsun, ne olursan ol, nereye gidersen git. İşte İnsanoğlunun içindeki bu kurt yiterse, insanlık da işte o zaman insanlıktan çıkar. İnsanoğlu içindeki kurdunu yitirmeyecek, ona kıyamete kadar gözü gibi, yüreği gibi bakacak. O kurt insanoğlunun şahdamarı, atan yüreğidir. Senin içindeki kurt da, işte insanlığın bu kurdudur."

"Ondan sonra bunların adına Seyhan derler bir ulu su olur. Her bir su o kadar aydınlıktır ki, sanki akan su değildir de ışıktır. Dibine kitap düşse okunur."

"En çok zulüm görenden korkacaksın. Fırsatını bulursa bin misli zulmeder..."

"Yılanlar insanlar gibi değil, onlar dostluğu da düşmanlığı da unutmazlar."

"Dedenin sesi içe işleyiciydi. Bin yıl öteden gelir, bin yıl ileriye gider gibiydi. Yemenden öte bir yerde Düldül hala savaştadır. Ali daha savaştadır. Kafdağının arkasında Köroğlunun Kıratı, dostluk için, yiğitlik, doğruluk için, zulme karşı, bilcümle kötülüklere karşı savaştadır. Alagözlü Dedem Pir Sultan, yedi derya ötesinde zulme karşı savaştadır. Cümle kırklar, pirler, iyi kimseler yitime karşı savaştadır, diyordu. Dünya kurulduğundan bu yana güzel dünya savaştadır, kötü dünyaya karşı, çirkin dünyaya karşı. Her gün başka bir gün doğuyor, her gün yeni yıldızlar döşeniyor gökyüzüne, diyordu Dursun Dede. Her doğan gün, her gece gökyüzüne yeniden döşenen yıldızlar savaştadır. Her sabah yeni çiçekler açıyor, dünkünden daha güzel, diyordu Dursun Dede., yeni bebeler doğuyor, her gün, her gün yeniden, eskisinden daha sağlıklı. Dünya her gün, her gün, her gün güneş doğarken deri değiştiriyor, yepyeni terütaze oluyor. İnsan, her insan,  eğer insansa, her gün, her gün tanyerleri ışırken yeniden doğuyor. Toprağa düşen her tohum, toprağı yaran her filiz yenidir. Gökyüzü her ışıyışında yeniden kuruluyor, dünya yeniden kuruluyor her tan atışında, tohum yepyeni uçuyor, su yepyeni akıyor, ışık yepyeni akıyor. İnsan yüreği yepyeni yepyeni atıyor. Çiçek sevgiye duruyor, yürek sevgiye duruyor, şırlayıp gelen ışık sevgiye duruyor. Ölüm yok, diyordu Dursun Dede... İnsana ölüm yok. İnsan muhabbete, insan sevgiye doğuyor. İnsan sevgiye doğmuyorsa insan olamazdı, o zaman ölürdü işte... İnsan insana doğuyor."

"İnsan kendine, kendi yüreğine, kendi korkusuna toptan başkaldırmadıkça, insan soyu bundan da beter olacak, aşağılanacak, zulüm, korku iliklerine işleyecek, insanlıktan çıkacak, bir solucandan da daha mutsuz olacak. Solucanın gözü yok, kulağı, ağzı, dili yok, insanın var. İnsan soyu başkaldırmayı yemek, içmek, yaşamak, uyumak, çocuk yapmak gibi bir yaşama biçimi yapmazsa bugünden de bin beter olacak, içi boşalacak, duymayı, düşünmeyi, sevmeyi, sevişmeyi, dostluğu, arkadaşlığı, göğün yerin, kurdun kuşun, akarsuyun, tanyerindeki ışığın, yürekteki sıcaklığını unutacak."

"İnsanlara umut vermek iyidir de, o umudun altından kalkamamak kötüdür. Umudun ölmesi, insanın ölmesinden daha beterdir Alim."

"Maalesef," dedi, "bin kere maalesef, bizim halkımız yalnız ve yalnız kuvvetten anlar. Onu ezeceksin, ezeceksin, ezeceksin..." Dişini sıkıyor, sağ elinin başparmağını masanın üstüne bütün gücüyle bastırıyordu. "Onu ezeceksin."

"Hiçbir şey bilmiyorum, diye düşünüyordu. Şu dünya üstüne, şu insanlar üstüne hiç kimse bir şey bilmiyor. Şu dünyaya insanlar ahmak geliyor, kör gidiyorlar."

İyi okumalar :)

Görsel: ykykultur.com.tr

Ne biçim - O biçim!


Zaman su gibi akıp geçiyordu sayın seyirciler ve kahramanımız zamanın bu çılgın hızına bi' türlü yetişemiyordu.
Takvimlerle yatması ajandalarla kalkması, bırakın günlerin planını, dakikalarını bile planlayarak kullanması gereken, bol bol fazla mesaiye kaldığı ve hatta sıklıkla haftasonları bile çalıştığı -düşman başına- bi' işe sahipti. Bu kadar plan-program yapmasına rağmen zamanı hâlâ yetiremiyor, omuzlarındaki bu ağır işyükünün altında eziliyor, masa başında dur durak bilmeden çalışmaktan bazı günler tuvalete gitmeyi bile son dakikaya dek erteliyor, hemen her gün bi' öğününü atlamak zorunda kalıyor ve hatta bazı geceler duş bile alamadan kendini yatağa zor atıyordu.
(Yazıktı ona, insan insana bunu yapar mıydı? Biz yapmayız mesela.)

Çok sevdiği blog sayfasına bırakın yazmayı, bakmaya bile zaman bulamıyor, bunca iş arasında kitap okumayı sadece toplu taşıma araçlarında ve gece yatağa girdiği an ile gözlerinin kapandığı an arasında geçen bi' kaç dakikalık zamanda başarabiliyordu, eğer buna başarı denebilirse. Okuduğu kitaplar gittikçe birikiyor, rafta yan yana sıraladığı bu kitaplar kahramanımızın yüzüne sanki "Biz gönderisini yaptığın diğer kitaplar kadar bahsedilmeye, paylaşılmaya layık değil miyiz?" der gibi bakıyorlardı. Hatta bakmakla kalmayıp sanki fısıldıyorlardı kulağına. Kahramanımız "Delirdim mi acaba? Kedilerle konuşurdum ama kitaplarla da konuşmaya başladım" diye düşünmeye başlamıştı. Kitapların fısıltıları haksızlığa hiç tahammülü olmayan kahramanımızın vicdanında sızıya sebep oluyorlardı.
Bi' gün - o gün bugün oluyor- kahramanımız "Yeter, bloglamaya devam etmem gerek, bu kitapları madem okudum haklarını vermeliyim!" dedi ve soluğu ekran karşısında aldı. Blog sayfasını açarken biraz mahcup biraz da heyecanlı hissediyordu kendini. Aslında bloglamayı çok özlediğini fark etti. Onu bloglamaktan alıkoyan işyüküne lanetler okudu fakat zaman işten güçten şikayet etme zamanı değildi. Şikayet etme işini aylardır, belki de yıllardır el atmadığı "Plaza Hayatı - Uluslararası şirketlerde çalışmanın iç yüzü" serisine yeni bi' gönderi ekleyerek yapmaya karar verdi. Şimdi zaman, kitapların, o kitaplardaki yolculuk ederken kurşunkalemle altını yamuk yumuk çizdiği, başına sonuna notlar alıp, gülümseyen veya ağlayan surat çizimleri yaptığı cümlelerin paylaşılma zamanıydı.

Onu çok üzen bi' konuyu tekrar hatırladı; ne zaman kitap paylaşımı yapsa izleyicilerinin sessizce okuyup gitmelerini... "Instagram'da her gün başka bi' kitabın fotoğrafını paylaşmasını biliriz, o fotoğrafların altlarına yorumlar döşemeyi beceririz de iş blog gönderisine gelince neden okuyup geçer, iki satır yorum yapma zahmetine bile girmeyiz ki?" diye düşündü.
Kitap sevmeyen, kitaplara pek önem vermeyen bi' izleyici kitlesine sahip olduğunu düşünmeye başlamak kendini mutsuz hissettirdi.
Ben, "Yapma, etme, eyleme...seni takip eden insanların büyük bi' çoğunluğu kitapları, okumayı çok seven ve bu konuda gönderi gördüğünde okumadan geçmeyenler. Belki iki satır yorum bırakmaya üşeniyorlardır fakat bu onların gönderilerini sevmedikleri, kitaplarla ilgilenmedikleri anlamına gelmiyor. Onlara haksızlık etmiyor musun?" dedim, ikna edemedim.
Neyse, artık siz ikna edersiniz bi' şekilde, gönlünü alırsınız. Kahramanımıza geri dönelim.

İlk işi Goodreads'i açmak oldu; en son gönderisini paylaştığı kitabı bulup ondan sonra hangi kitapları okuduğunu sıraladı. "Aferin!"di ona, zararın bi' yerinden dönüyordu ve kâra geçiyordu. O kitapları "Okunmuş-Üflenmişler" adını verdiği raftan aldı ve masasına üst üste sıraladı. "Amma da çok kitap birikmiş, zor olacak hepsinin gönderilerini hazırlamak"tı, ama "Olsun"du, "Ne kadar çok o kadar iyi"ydi.
Sonra klavyeyi bana verdi."Al sen yaz, ben kitapların neresinden -kitabın gidişatını ele vermeden, kimsenin okuma hevesini kaçırmadan- hangi cümleleri paylaşacağımın dökümünü yapacağım" dedi, ben de "Meownuniyetle!" deyip tapi tapi bunları yazdım işte.

Hepinize çok selam söylüyor, bu gönderiyi okuyanların -zahmet olmazsa-  tek bi' "Merhaba!" yazdıktan sonra gitmelerini istiyor. Merhaba demekten hoşlanmayanların "Fikibok" veya "Çükübik" de yazabileceklerini, sayılacağını söyledi.
Bi' de, "Merhaba demeden gidenler, dilerim ayaklarının serçe parmaklarını sehpaya çarparlar!" dedi, suratındaki gülüş pek bi' tekinsizdi, tüylerim ürperdi...

Parola gibi-şifre gibi bi' şey bunlar sanırım aranızda, hepiniz delisiniz galiba, hem de ne biçim!
("O biçim!")

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...