İnce Memed: 1 - 2 - 3 - 4


Yazar: Yaşar Kemal
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 1955|1969|1984|1987
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları / 2013

Kişisel görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

Yaşar Kemal ile tanışmam çocukluk zamanıma denk geliyor, ortaokuldaydım. O zamanki aklımla okuduğumda elbette pek bi' şey anlamamıştım. Efe torunu olduğum için çok benzer hikayeleri, kahramanlıkları, yaşanmışlıkları dinleyerek büyümüştüm. Büyük ninemin beni uyutmak için anlattığı hikayelerden çok farkı yoktu. Okuyup geçmiş, yaptığım kitap alışverişlerinin hiçbirinde Yaşar Kemal kitaplarına yer vermemiştim.
Yaşar Kemal'in kim olduğunu, o kalın kemik çerçeveli gözlüklerin ardında gülümserken görmediğim insanın aslında dünyanın saygı duyduğu yazarlardan biri olduğunu, eserlerini, ödüllerini, eserlerinden çevrilen ve çevrilmek istendiği halde çevrilemeyen filmleri büyüdükçe, okudukça öğrendim. Gülümseyen yüzüyle verdiği pozları da geçenlerde gördüm...
Yıllar yıllar sonra, eğer bi' gün Yaşar Kemal okursam, İnce Memed serisiyle başlayıp, beğendiğim takdirde külliyatını okumak niyetine girdim. Bunu geçenlerde başardım. Serinin dört kitabını peş peşe okuyup bitirdim.

Her şeyden önce artık bi' efsane haline gelen İnce Memed hakkında söylenen çoğu şey doğru. Yaşar Kemal çok büyük bi' iş çıkarmış. Yarattığı kahraman okuyucuları tarafından öyle benimsenmiş, öyle sevilmiş ki, ete kemiğe bürünmüş. Adına türküler, ağıtlar yakılmış, masallar uydurulmuş, anlatılmış.
Anadolu insanını çok güzel çözümlemiş. Aslında, "insanoğlunu çok iyi analiz etmiş" demem daha doğru olur. Okurken, aynı karakterin iyiliğine, kötülüğüne, hainliğine, bedduasına, duasına, acımasızlığına, çaresizliğine şahit olmak insanın yüzüne tutulmuş ayna gibiydi.
Seri, kitap başlangıçları hariç hiç sıkmadan, yormadan okuttu kendini. Sadece, "İyi ki bu klasiği okudum" diyebilirim.
Çok sevdiğimi, inanılmaz bi' roman olduğunu, bu eseri okumamış olsaydım eksik kalacağımı söyleyemeyeceğim. 
Her kitabın başındaki sayfalar süren doğa betimlemeleri hevesimi kırdı. Her cildin ilk on-on beş sayfasında neyin nasıl şırladığını, nasıl balkıladığını, ipil ipil ettiğini, şorladığını okuyarak başlamak zevk vermedi. Dört kitap toplamanında kaç yüz kez "püren-su püreni" geçiyor, kaç kez "büklük", "çakır dikenlik" tarif ediliyor hatırlamıyorum bile. Arılar, mavi kuşlar, kelebekler, Çukurova'nın sarı sıcağı... Bu betimlemeler/tekrarlar olmasa İnce Memed'in hikayesi üç kitapta rahatlıkla bitermiş.

Edebi değerinin yüksek olduğunu da söyleyemem.
Seriyi bitirdikten sonra okuduğum kaynaklarda -hatta Yaşar Kemal ile yapılmış ve yayınlanmış röportajların birinde de- bizzat kendisi, bu kitabı para kazanmak için yazdığını, ilk baskısı yapılmadan önce imzasını/adını koymamak için çok direndiğini fakat bu şart koşulduğu için kendi adıyla yayımlanmasına izin vermek zorunda kaldığını, İnce Memed'den çok daha öne çıkacak, edebi değer taşıdığını düşündüğü romanları olduğunu, bu seriyi yazmakla edebiyat dünyasında neyi nasıl etkileyip değiştirdiğini bilmediğini çünkü yazarken sadece ve sadece para kazanmayı amaçladığını söylemiş.
Linç edilmekten kurtulmuşumdur umarım :)

Şimdi gelelim altını çizdiğim cümlelere...
Dört ciltte yüzlerce cümlenin altını çizdim fakat aşağıdaki cümleleri paylaşmak benim için yeterli olacak.

Altını Çizdiklerimden...
"Yaz geldi çattı. Ekinler biçiliyor. Sıcaklar veryansın ediyor. Çukurovanın sıcağına sarı sıcak derler. Toros eteklerinin sıcağına da ak sıcak diyorlar. Ak sıcaklar çöktü."

"Meşe biten toprakta, hemen hemen hiç başka ağaç gözükmez. Dağ taş, dere tepe meşedir. Meşeler, kalın, kısa gövdelidir. Dalları güdüktür. En uzun dalın uzunluğu bir metreyi geçmez. Koyu yeşil yaprakları üst üstedir. Toprakta, sağlam, toprağa bütün güçleriyle yapışmış dururlar. Hiçbir güç onları oradan ayıramayacakmış gibi gelir.
Meşe toprağı kıraç, bembeyaz, kireç gibi bir topraktır. Üstünde meşeden başka bitki yaşatmamaya ant içmiş gibidir."

"Düşmanlıkların, kinlerin, sevgilerin, korkuların, kaygıların, yiğitliklerin üstünü kalın bir uyku örtmüştü. Düşler çarpışıyordu.
Düşler yaşıyordu şu anda.
Görüş sahası ne kadar dar olursa olsun, insan muhayyilesi geniştir. Değirmenoluk köyünden başka hiçbir yere çıkmamış bir insanın bile geniş bir hayal dünyası mevcuttur. Yıldızların ötelerine kadar uzanabilir. Hiçbir yer bulamazsa Kafdağının arkasına kadar gider. O da olmazsa, düşlerinde yaşadığı yer başkalaşır. Cennetleşir. Şimdi, şu anda düşler veryansın ediyordur, uykuların altında."

"Ha ne diyordum, hemencecik hepsiyle tanışıp, ahbap olayım deme. Bir zayıf damarını keşfederlerse ömrünün sonuna kadar rahat edemezsin. Onların yanında on paralık onurun kalmaz. Gün geçtikçe hepsini iyice tanırsın. İnsanları sözleriyle değil, hareketleriyle ölç! Ondan sonra da arkadaş olabileceğin insanı seç. İpin ucunu bir verirsen ellerine yandığın günün resmidir."

"İnsanlarla oynamamalı. Bir yerleri var, ince bir yerleri. İşte oraya değmemeli."

"Mahpushaneye ilk giren insan şaşırmıştır. Dünyadan apayrı düşmüş gibi olur. Sanki başka bir dünyadadır. Uçsuz bucaksız bir ormanda kaybolmuştur. Ondan da beter. Topraktan, evden barktan, dosttan, sevgiliden, her şeyden bütün bağlarını koparmışçasına uzaktır. Bir derin, ıpıssız boşlukta döner. Sonra başka bir hali daha vardır yeni mahpusun, taşı toprağı, duvarı,  o azıcık görünen gökyüzünü, kapıyı, demir parmaklıklı pencereleri bile düşman sayar kendisine."

"Konuşan insan, öyle kolay kolay dertten ölmez. Bir insan konuşmadı da içine gömüldü müydü, sonu felakettir."

"Çukurova salt bataklıktı, büklüktü. Yalnız tepe eteklerinde el kadarcık tarlalar... Çukurovada in yok, cin yok o zamanlar. Göç başlardı gürül gürül, Türkmen göçü... Çukurova bayramlığını giyerken. Yani soyunmuş ağaçlar, soyunmuş toprak, soyunmuş dünya donanırken... Al yeşil, göç kalkardı, gürül gürül. Alırdık göçü, aşardık dağları, konardık Binboğanın yaylasına. Kış basarken de inerdik Çukurovanın düzüne."

"Memedin gözleri kıvılcımlandı, sapsarı bir deste ışık kıvılcımlanarak savruldu kafasında balkıdı. Gözlerine de geldi, o çelik pırıltısı oturdu."

"En çok neye baktın?"
"En çok izlere baktım."
"İzlerde ne gördün?"
"İzler sahiplerine benzer. Bir at izine baksam, üç aşağı beş yukarı o atın nasıl bir at olduğunu anlarım. Yelesini, kuyruğunu, boyunu boşunu sana gerçeğine yakın söyleyebilirim. Hele insan izlerini... İzlerden, insanların yüreğini okurum. Hangi yöne gitmişler, ne düşünerek, nasıl düşünerek gitmişler bilirim. Sevinçli mi, öfkeli mi, küskün mü, kederli mi, içi karanlık mı bilirim. Aydınlık mı, dost mu, düşman mı bilirim."

"Başlamış çoluk çocuk doğramaya, doğrayıp kazdırdığı kuyulara doldurtmaya. Başkaldıran insan o kadar çokmuş ki, kazdırdığı kuyular yetmemiş. Yeni kuyular kazdırmış, o da yetmemiş. Kumandanları demiş ki, kıymetli seraskerimiz, bu kadar insanı kuyulamakla nasıl başa çıkarız? Murat Paşadır, dini bütün Müslüman bir adam, buna çok öfkelenmiş, bağırmış, bağırtısından, öfkesinden taşlar sallanmış, toprak çatlamış, ben, demiş, hiçbir Müslümanın ölüsünü açıkta bırakıp kurda kuşa yem edemem. Orduyu ikiye ayırmış bundan sonra, yarısı kuyu kazıyor, yarısı da çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın kız demeyip Müslümanları doğruyormuş. Murat Paşa elhamdülillah Müslüman dam, dini bütün adam, o savaşta, tepeden tırnağa kana batıp çıkmışken bile bir kerecik olsun namazını kazaya bırakmamış. Murat Paşa öyle dini bütün bir Müslümanmış ki bir kuyuya kadını erkeği bir arada gömdürmezmiş."

"Bir kişi bütün dünyayı sevincine katar da güldürür, ağıdına alır da ağlatır. Böyledir bu. Bir tuhaf yaratıktır şu insanoğlu."

"Vay bre insanoğlu," diye kendi kendine söylendi, "sen ne biçim yaratıksın böyle, bir gecede bin yaş kocuyor, bir günde bin yaş genceliyorsun."

"Her insanın içinde bir mecbur kurdu, bir İnce Memedlik, bir Köroğluluk kurdu var. Köroğlu gitti İnce Memed geldi. İnsanoğlunun içinde bu kurt oldukça insanoğlu ne olursa olsun yenilmeyecek. Sen insanoğlunun içindeki kurtsun, ne olursan ol, nereye gidersen git. İşte İnsanoğlunun içindeki bu kurt yiterse, insanlık da işte o zaman insanlıktan çıkar. İnsanoğlu içindeki kurdunu yitirmeyecek, ona kıyamete kadar gözü gibi, yüreği gibi bakacak. O kurt insanoğlunun şahdamarı, atan yüreğidir. Senin içindeki kurt da, işte insanlığın bu kurdudur."

"Ondan sonra bunların adına Seyhan derler bir ulu su olur. Her bir su o kadar aydınlıktır ki, sanki akan su değildir de ışıktır. Dibine kitap düşse okunur."

"En çok zulüm görenden korkacaksın. Fırsatını bulursa bin misli zulmeder..."

"Yılanlar insanlar gibi değil, onlar dostluğu da düşmanlığı da unutmazlar."

"Dedenin sesi içe işleyiciydi. Bin yıl öteden gelir, bin yıl ileriye gider gibiydi. Yemenden öte bir yerde Düldül hala savaştadır. Ali daha savaştadır. Kafdağının arkasında Köroğlunun Kıratı, dostluk için, yiğitlik, doğruluk için, zulme karşı, bilcümle kötülüklere karşı savaştadır. Alagözlü Dedem Pir Sultan, yedi derya ötesinde zulme karşı savaştadır. Cümle kırklar, pirler, iyi kimseler yitime karşı savaştadır, diyordu. Dünya kurulduğundan bu yana güzel dünya savaştadır, kötü dünyaya karşı, çirkin dünyaya karşı. Her gün başka bir gün doğuyor, her gün yeni yıldızlar döşeniyor gökyüzüne, diyordu Dursun Dede. Her doğan gün, her gece gökyüzüne yeniden döşenen yıldızlar savaştadır. Her sabah yeni çiçekler açıyor, dünkünden daha güzel, diyordu Dursun Dede., yeni bebeler doğuyor, her gün, her gün yeniden, eskisinden daha sağlıklı. Dünya her gün, her gün, her gün güneş doğarken deri değiştiriyor, yepyeni terütaze oluyor. İnsan, her insan,  eğer insansa, her gün, her gün tanyerleri ışırken yeniden doğuyor. Toprağa düşen her tohum, toprağı yaran her filiz yenidir. Gökyüzü her ışıyışında yeniden kuruluyor, dünya yeniden kuruluyor her tan atışında, tohum yepyeni uçuyor, su yepyeni akıyor, ışık yepyeni akıyor. İnsan yüreği yepyeni yepyeni atıyor. Çiçek sevgiye duruyor, yürek sevgiye duruyor, şırlayıp gelen ışık sevgiye duruyor. Ölüm yok, diyordu Dursun Dede... İnsana ölüm yok. İnsan muhabbete, insan sevgiye doğuyor. İnsan sevgiye doğmuyorsa insan olamazdı, o zaman ölürdü işte... İnsan insana doğuyor."

"İnsan kendine, kendi yüreğine, kendi korkusuna toptan başkaldırmadıkça, insan soyu bundan da beter olacak, aşağılanacak, zulüm, korku iliklerine işleyecek, insanlıktan çıkacak, bir solucandan da daha mutsuz olacak. Solucanın gözü yok, kulağı, ağzı, dili yok, insanın var. İnsan soyu başkaldırmayı yemek, içmek, yaşamak, uyumak, çocuk yapmak gibi bir yaşama biçimi yapmazsa bugünden de bin beter olacak, içi boşalacak, duymayı, düşünmeyi, sevmeyi, sevişmeyi, dostluğu, arkadaşlığı, göğün yerin, kurdun kuşun, akarsuyun, tanyerindeki ışığın, yürekteki sıcaklığını unutacak."

"İnsanlara umut vermek iyidir de, o umudun altından kalkamamak kötüdür. Umudun ölmesi, insanın ölmesinden daha beterdir Alim."

"Maalesef," dedi, "bin kere maalesef, bizim halkımız yalnız ve yalnız kuvvetten anlar. Onu ezeceksin, ezeceksin, ezeceksin..." Dişini sıkıyor, sağ elinin başparmağını masanın üstüne bütün gücüyle bastırıyordu. "Onu ezeceksin."

"Hiçbir şey bilmiyorum, diye düşünüyordu. Şu dünya üstüne, şu insanlar üstüne hiç kimse bir şey bilmiyor. Şu dünyaya insanlar ahmak geliyor, kör gidiyorlar."

İyi okumalar :)

Görsel: ykykultur.com.tr

Ne biçim - O biçim!


Zaman su gibi akıp geçiyordu sayın seyirciler ve kahramanımız zamanın bu çılgın hızına bi' türlü yetişemiyordu.
Takvimlerle yatması ajandalarla kalkması, bırakın günlerin planını, dakikalarını bile planlayarak kullanması gereken, bol bol fazla mesaiye kaldığı ve hatta sıklıkla haftasonları bile çalıştığı -düşman başına- bi' işe sahipti. Bu kadar plan-program yapmasına rağmen zamanı hâlâ yetiremiyor, omuzlarındaki bu ağır işyükünün altında eziliyor, masa başında dur durak bilmeden çalışmaktan bazı günler tuvalete gitmeyi bile son dakikaya dek erteliyor, hemen her gün bi' öğününü atlamak zorunda kalıyor ve hatta bazı geceler duş bile alamadan kendini yatağa zor atıyordu.
(Yazıktı ona, insan insana bunu yapar mıydı? Biz yapmayız mesela.)

Çok sevdiği blog sayfasına bırakın yazmayı, bakmaya bile zaman bulamıyor, bunca iş arasında kitap okumayı sadece toplu taşıma araçlarında ve gece yatağa girdiği an ile gözlerinin kapandığı an arasında geçen bi' kaç dakikalık zamanda başarabiliyordu, eğer buna başarı denebilirse. Okuduğu kitaplar gittikçe birikiyor, rafta yan yana sıraladığı bu kitaplar kahramanımızın yüzüne sanki "Biz gönderisini yaptığın diğer kitaplar kadar bahsedilmeye, paylaşılmaya layık değil miyiz?" der gibi bakıyorlardı. Hatta bakmakla kalmayıp sanki fısıldıyorlardı kulağına. Kahramanımız "Delirdim mi acaba? Kedilerle konuşurdum ama kitaplarla da konuşmaya başladım" diye düşünmeye başlamıştı. Kitapların fısıltıları haksızlığa hiç tahammülü olmayan kahramanımızın vicdanında sızıya sebep oluyorlardı.
Bi' gün - o gün bugün oluyor- kahramanımız "Yeter, bloglamaya devam etmem gerek, bu kitapları madem okudum haklarını vermeliyim!" dedi ve soluğu ekran karşısında aldı. Blog sayfasını açarken biraz mahcup biraz da heyecanlı hissediyordu kendini. Aslında bloglamayı çok özlediğini fark etti. Onu bloglamaktan alıkoyan işyüküne lanetler okudu fakat zaman işten güçten şikayet etme zamanı değildi. Şikayet etme işini aylardır, belki de yıllardır el atmadığı "Plaza Hayatı - Uluslararası şirketlerde çalışmanın iç yüzü" serisine yeni bi' gönderi ekleyerek yapmaya karar verdi. Şimdi zaman, kitapların, o kitaplardaki yolculuk ederken kurşunkalemle altını yamuk yumuk çizdiği, başına sonuna notlar alıp, gülümseyen veya ağlayan surat çizimleri yaptığı cümlelerin paylaşılma zamanıydı.

Onu çok üzen bi' konuyu tekrar hatırladı; ne zaman kitap paylaşımı yapsa izleyicilerinin sessizce okuyup gitmelerini... "Instagram'da her gün başka bi' kitabın fotoğrafını paylaşmasını biliriz, o fotoğrafların altlarına yorumlar döşemeyi beceririz de iş blog gönderisine gelince neden okuyup geçer, iki satır yorum yapma zahmetine bile girmeyiz ki?" diye düşündü.
Kitap sevmeyen, kitaplara pek önem vermeyen bi' izleyici kitlesine sahip olduğunu düşünmeye başlamak kendini mutsuz hissettirdi.
Ben, "Yapma, etme, eyleme...seni takip eden insanların büyük bi' çoğunluğu kitapları, okumayı çok seven ve bu konuda gönderi gördüğünde okumadan geçmeyenler. Belki iki satır yorum bırakmaya üşeniyorlardır fakat bu onların gönderilerini sevmedikleri, kitaplarla ilgilenmedikleri anlamına gelmiyor. Onlara haksızlık etmiyor musun?" dedim, ikna edemedim.
Neyse, artık siz ikna edersiniz bi' şekilde, gönlünü alırsınız. Kahramanımıza geri dönelim.

İlk işi Goodreads'i açmak oldu; en son gönderisini paylaştığı kitabı bulup ondan sonra hangi kitapları okuduğunu sıraladı. "Aferin!"di ona, zararın bi' yerinden dönüyordu ve kâra geçiyordu. O kitapları "Okunmuş-Üflenmişler" adını verdiği raftan aldı ve masasına üst üste sıraladı. "Amma da çok kitap birikmiş, zor olacak hepsinin gönderilerini hazırlamak"tı, ama "Olsun"du, "Ne kadar çok o kadar iyi"ydi.
Sonra klavyeyi bana verdi."Al sen yaz, ben kitapların neresinden -kitabın gidişatını ele vermeden, kimsenin okuma hevesini kaçırmadan- hangi cümleleri paylaşacağımın dökümünü yapacağım" dedi, ben de "Meownuniyetle!" deyip tapi tapi bunları yazdım işte.

Hepinize çok selam söylüyor, bu gönderiyi okuyanların -zahmet olmazsa-  tek bi' "Merhaba!" yazdıktan sonra gitmelerini istiyor. Merhaba demekten hoşlanmayanların "Fikibok" veya "Çükübik" de yazabileceklerini, sayılacağını söyledi.
Bi' de, "Merhaba demeden gidenler, dilerim ayaklarının serçe parmaklarını sehpaya çarparlar!" dedi, suratındaki gülüş pek bi' tekinsizdi, tüylerim ürperdi...

Parola gibi-şifre gibi bi' şey bunlar sanırım aranızda, hepiniz delisiniz galiba, hem de ne biçim!
("O biçim!")

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

1Q84


Yazar: Haruki Murakami
Çeviri: Hüseyin Can Erkin
Orijinal Dili: Japonca
Dijital Yayın Tarihi: Ocak 2013
Yayınevi: Doğan Kitap

Kişisel görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

Haruki Murakami'yi sevmeye sevmeye!?! bütün kitaplarını okuyacağım bu gidişle. Çünkü kitaplarının neredeyse tamamı kitaplığımda ve Nook'umda mevcut.
Kitabın dijital hali 1090 sayfa, tekrar tekrar ve tekrar ettiği cümleleri çıkarırsak kitap 600 sayfa da olabilirmiş. Tekrarladığı cümleler ise; karakterlerin fiziksel özellikleri, kişilik özellikleri, cinsel organlarının tasvirleri ve cinsellik/erotizm içeren yaşanmışlıkları...
Süveter üzerinden belli olan memelerbirbirinden farklı büyüklükteki memelersaçların arasından görünen küçük ve biçimli kulaklar, apış arası tüyleri!?! az Proust, biraz "Kayıp Zamanın İzinde" veee... "marka"lar!
"Markası ne?"
"Markasını seçememişti..."
"Tercih ettiğiniz bir marka var mı?"
"Charles Jourdan marka..."
"Fujitsu marka..."
"Nike marka..."
"Adidas marka..."
"Armani ve Ferragamo..."
"Braun marka..."
"Heckler& Koch marka..."
"Junko Şimada marka..."
"Nikon marka..."
"Toyota-Crown-Royal Saloon..."

Ayh!
Ergenlik dönemini atlatamamış Murakami, bence...
Şahsi web sayfasında "Bu kitabı yazarken ne yedim? Yazmak için hangi "marka" laptop kullandım? Ne marka kıyafet giydim?" paylaşımları yapan yazarı, eserlerine doğrudan yansıttığı bu tutarlı kapitalist yaklaşımından dolayı tebrik etmek istiyorum :)
Uzun sözün kısası: enfes bi' konuya ensest dahil (değil! de mi? dabi, dabi...) her bi' boku ekleyip sonunu da adam gibi bağlayamadan kitabı bitirmiş.
Kitabın devamını yazma düşüncesinde olduğuna inanıyorum, umarım yazmaz.

Neticede akıcılığına akıcı (sebebi aşağıdaki cümlede) merak duygusunu canlı tutuyor amaaaa ayılıp bayılmam, on üzerinden on verip Murakami'yi baş tacı yapmam söz konusu değil.
Akıcılığının sebebi ise çevirinin çok başarılı olması. Japonca aslından çeviri yapan Hüseyin Can Erkin'in hakkını vermemek olmazdı. Bence, kitabı son sayfasına dek okunulur kılan en büyük etken çevirmenin bu başarısı.

Arka Kapak Yazısı:
"YÜREKTEN SEVDİĞİN BİR İNSAN VARSA, BİR KİŞİ OLSUN YETER, HAYATIN KURTULMUŞ DEMEKTİR..."

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Buraya bağlanmış kalmışsınız, hiçbir yere gidemezsiniz. Ne ilerleyebilir, ne geri gidebilirsiniz. Ancak, ben öyle değilim. Yapmam gereken bir iş var. Yerine getirmem gereken bir görev. O yüzden, izninizle ben ilerleyeceğim."

"Evet, öykü anlatma isteği var. Hem de güçlü bir istek. Bunu kabul ediyorum. Bu ham haliyle seni içine çekecek, bana sonuna kadar okutturacak kadar güçlü bir istek. Bakış açısına göre müthiş gelebilir. Buna rağmen, roman yazarı olarak geleceği yok. Hem de zerre kadar bile. Seni hayal kırıklığına uğratmış olabilirim, ama düşündüklerimi eğmeden bükmeden aktarmaya çalıştım."

"Pek konuşkan bi adam değildi ve bir şeyler hakkında açıklama yapmayı da sevmezdi, ama gerektiğinde kendi mantığına dayanarak açıklamayı da iyi bilirdi. İçinden öyle gelirse gaddarlaştığı da olurdu. Karşısındakinin en zayıf noktasını anında bulur, bir çırpıda kısa cümlelerle insanı delip geçerdi. İnsanlar konusunda olsun, eserler konusunda olsun beğenileri keskindi ve yanına yaklaşamayanlar yaklaşabilenlerden kat kat fazlaydı. Doğal olarak ona sempati duymayanlar da duyanlardan çoktu. Fakat bu, aslında onun tercihiydi"

"Profesyonel roman yazarı olmayı gerçekten isteyip istemediğini kendisi de bilmiyordu. Kendisinde yazma yeteneği olup olmadığını da. Bildiği tek şey, bir şeyler yazmadan rahat edemediğiydi. Yazmak onun için nefes almak gibiydi."

"İstediğim, edebiyat camiasını komik duruma düşürmek. Loş deliklere yumak yumak üşüşüp, bir taraftan karşılıklı iltifatlar yağdırıp birbirlerinin yarasını yalarken diğer taraftan birbirlerinin paçasından çekip indirmeye çalışan, sonra da kalkıp edebiyatın misyonundan söz eden tiplere hadlerini bildirmek istiyorum. Sistemin boşluklarından yararlanıp, dalga geçeceğim işte. Sence de keyifli değil mi?"

"İnsanlara bir kez yalan söyleyecek olursak, sonsuza kadar yalanları sürdürmek zorunda kalabiliriz. Her şeyimizi de bu yalanlara uydurmamız gerekir."

"Deha ile önsezi arasındaki en büyük farkın ne olduğunu biliyor musun?"
"Bilmiyorum."
"Nasıl bir deha sahibi olursan ol, bir kap aşa muhtaç kalabilirsin, ama önsezilerin güçlüyse aş derdin olmaz."

"Çocukların dünyasında, meseleler o kadar basit gelişmiyor" dedi kadın iç geçirerek. "Diğerlerinden biraz farklı olunca, hemen dışlayıveriyorlar. Yetişkinlerin dünyasında da benzer şeyler olur, ama çocukların dünyasında bunu çok daha doğrudan yapıyorlar."

"Bu dünyada boşluğu doldurulamayacak tek bir kişi bile yoktur. Ne kadar bilgili, ne kadar yetenekli olursa olsun, mutlaka bir yerlerde yerine geçecek bir kişi vardır. Dünya boşluğu doldurulamayacak insanlarla dolu olsaydı, bu bize büyük sıkıntı yaratırdı."

"Disleksi hastaları prensipte okuyup yazabilirlerdi. Zihinlerinde bir sorun olmadığı kabul ediliyordu. Fakat okumaları zaman alıyordu. Kısa cümleleri okumakta zorlanmıyorlardı, ama bu tür cümleler bile üst üste gelip metin uzayınca bilgi değerlendirme yetenekleri başa çıkamaz hale geliyordu. Harfleri ve anlamları kafalarının içerisinde düzgün bir şekilde birleştiremiyorlardı."

"Bir şey gibi olmamak, asla kötü değildir. henüz bir çerçeveye sıkıştırılmadığın anlamına gelir ne de olsa."

"Onun düşüncesi, 'Şeylerin mutlaka iki yüzü vardır' şeklinde" dedi Tengo. "İyi yüzü ve pek fena olmayan diğer yüzü."

"Yok sistemmiş, yok sistem karşıtıymış, bunların benim için hiçbir önemi yoktu. Nihayetinde iki farklı örgütlenmenin kapışmasından başka bir şey değildi. İşte o yüzden, ister büyük olsun isterse küçük, örgüt denen şeye asla inanmam."

"Bu, yaşam tarzıyla ilgili. Sürekli kendini koruma kararlılığı sergilemek gerek. Saldırıya maruz kaldığında, karşındakinin merhametine sığınmayı kabul etmek, insanı bir yere götürmez. Güçsüzlük duygusunu gerektiğinden çok kabullenmek insanı bitirir."

"Bedeni insanın kutsal tapınağıydı..."

"Bu bekâretin kaybedilmesi gibi yüzeysel bir şey değildi. Sorun insanın ruhunun kutsallığıydı. Oraya çamurlu ayaklarla girmeye hiç kimsenin hakkı yoktu. Üstelik çaresizlik insanın içini yiyip bitirebilirdi."

"Her sanat, her arzu, dahası her eylem ve arayışın iyiye doğru bir yöneliş olduğu düşünülür. O yüzden de, olguların yöneldiği hedefe bakarak iyi olanı doğru şekilde belirlemek mümkündür."

"kalori hesaplamayı unutun. Bu sözü ağız alışkanlığı haline getirmişti. Doğru şeyleri seçerek, uygun miktarda yeme yetisi kazanırsınız, rakamlara ihtiyacınız kalmaz.

"Aomame sık sık, kendi kendine bir insanın özgürlüğünün nasıl bir şey olduğunu sorardı. İnsan bir kafesten kurtulsa bile, çıktığında kendini bulduğu yerin aslında daha büyük bir kafes olması olası mıydı acaba?"

"Yürekten sevdiğin bir insan varsa, bir kişi olsun yeter, hayatın kurtulmuş demektir. O seni sevmese bile."

"Roman yazarı olmak istemiyor musun? Öyleyse hayalinde canlandır. yazarın işi hiç görmediği şeyleri hayalinde canlandırabilmektir."

"Hamile kalıp çocuk yapmanın kadınlar için tek yaşama amacı olduğunu söylüyor değilim. Nasıl bir yaşam seçeceği, herkesin kendine kalmış bir şeydir. Fakat bir kadının, kadın olarak doğal hakkının, birileri tarafından daha kadın bile olmadan önce zorla elinden alınmasının affedilmez bir şey olduğunu söylemeye çalışıyorum."

"Zaman, mekân ve olasılık kavramları.
Zamanın çarpık olarak ilerleyebileceğini Tengo biliyordu. Zamanın kendisi, yeknesak bir yapıya sahipti, ama zaman bir kez tüketildiğinde çarpık bir hal alabiliyordu. Bir zaman dilimi feci halde ağır ve uzun, başka bir zaman dilimi ise hafif ve kısa olabiliyordu. Ayrıca, bazen öncesi ve sonrası birbirine geçiyor, durum daha da kötüleşirse zaman tamamen yok olup gidiyordu. O zaman diliminde olmaması gereken şeyler sonradan eklenebiliyordu. İnsanlar zamanı bu şekilde kafalarına göre ayarlamak yoluyla kendi varlık bilinçlerini de düzenleyebiliyorlardı herhalde. Başka bir deyişle, bu sayede akıllarını başlarında tutmayı güç bela başarıyorlardı."

"İyi de, dindarlıkla cinsel isteğin zayıf ya da güçlü olması farklı şeyler. Din adamları arasında çok sayıda seks manyağı olduğu, bilinen bir konu. Gerçekten de, fuhuş ve cinsel taciz suçlarından yakalananlar arasında dinle ve eğitimle ilgili çok kişi vardır."

"Dünya dediğin şey Aomame, birbiriyle çelişen anıların sonu gelmez savaşıdır."

"Tibet çarkıfeleği gibi. Çark döndükçe değerler ve duygular azalıp artar. Bir pırıl pırıl parlar, bir karanlığa gömülür. Fakat gerçek aşk, çarkın merkezinde kımıldamadan kalır."

"Sanırım insane, doğuştan gelen zihinsel sorunlara işaret ediyor. Profesyonel tedaviyi gerektiren bir durum. Bununla karşılaştırıldığında, lunatic ay tarafından, ay tarafından derken yani luna tarafından, insanın aklının bir anlığına alınmasına işaret ediyor. 19. yüzyıl İngiltere'sinde lunatic olduğu kabul edilen insanlar suç işlediklerinde, cezaları normalde olduğundan bir derece düşük veriliyordu. O insanın sorumluluğundan ziyade, ayın ışıklarının o insanın zihnini bulandırması neden olarak görülüyordu. İnanılmaz gelebilir, ama böyle bir yasa gerçekten vardı. Yani, ayın insanı delirtebileceği yasal olarak kabul ediliyordu."

"Çehov şöyle der" dedi Tamaru yavaşça ayağa kalkarak, "öykünün içinde bir tabanca varsa, bu tabancanın patlaması gerekir."

"Önemli bir şeyleri ortaya çıkartmak ya da önemli bir şeyleri keşfetmek hem zaman alır hem de para gerektirir. Elbette zaman ve para harcamakla illa ki muhteşem şeyler ortaya çıkar demiyorum. Fakat ikisinin de fazlasından zarar gelmez. Özellikle zaman, sınırlıdır. Saat şu anda tik tak diye zamanı dilimlemeye devam ediyor. Zaman hızla geçip gider, şanslar yitirilir. Fakat para olursa bununla zamanı satın almak mümkündür. Satın almak istedikten sonra özgürlük bile satın alınabilir. Zaman ve özgürlük. Bunlar, insanoğlu için parayla satın alınabilen en önemli şeylerdir."

"Dünyadaki çoğu insan kanıtlanabilir gerçeğin peşine falan düşmez. Gerçek denilen, çoğu durumda senin söylediğin gibi güçlü bir acıyı beraberinde getirir. Dahası çoğu insan acıyı beraberinde getiren gerçeği falan aramaz. İnsanların gereksinim duyduğu, kendi varlıklarının biraz daha derin bir anlamı olduğunu hissettirebilecek hoş, rahatlatıcı öykülerdir. İşte o yüzden din dediğin şey var olabiliyor."

"Doğru olanı yaptığından emin bir insan kadar aldatılması kolay biri olamaz, diye düşündü Uşikava bir kez daha."

"Yaşamınız sizin için mutlaka önemli bir anlam taşıyordur. Ayrıca asla vazgeçemeyeceğiniz bir şeydir. Bunu anlayabiliyorum. Fakat benim açımdan hiç önemli değil. Benim açımdan siz yeni bir tablonun önünde yürüyüp giden, rahatlıkla resimden kesilip atılabilecek insanlardan öteye geçmiyorsunuz. Benim sizden istediğim tek şey var. Ne olur işime engel olmayın. Bu şekilde birer figüran olarak kalmaya devam edin. "

Keyifli okumalar :)

Sahibinin sesi - Sittirella marka

Sıfır Noktasındaki Kadın / Woman at Point Zero


Yazar: Neval El Seddavi
Çeviri: Selma Demiröz
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 1984 / Türkçe İlk Baskı: 1987 / Metis-4. Baskı: 2014
Yayınevi: Metis Yayınları

Kişisel görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

Kadın olmak zor.
Hele hele, Mısır'da kadın olmak...
Bir solukta okunan, eskimeyen-eskimeyecek bir kitap.

Arka Kapak Yazısı:
"Dünyanın herhangi bir köşesinde herhangi bir kadın sıfır noktasında kıskıvrak bekliyor. Umutsuz, çaresiz, ölümle yaşam arasındaki sınırda.
Neval El Seddavi, ölüm hücresinde Mısırlı fahişe Firdevs'le konuşuyor, Firdevs'in anlattığı yaşam öyküsünü aktarıyor bize. Bu dünyada kadın olmanın, hele bir "fahişe" olmanın ne anlama gelebileceğini okuyoruz bu yaşam öyküsünde.
Sıfır noktası neresidir?"

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Firdevs, umarsızca en karanlık sona doğru çekilmiş bir kadının öyküsüdür. Bütün zavallılığına ve umarsızlığına karşın bu kadın, benim gibi yaşamının son anlarına tanık olan herkese, yaşama, sevme ve kendilerini gerçek özgürlük haklarından mahrum bırakan bütün güçlere karşı direnip bu güçleri yenme isteği vermiştir."
Yazarın Önsözü'nden - Neval El Seddavi
Kahire, Eylül 1983

"Bir resme tükürdüğümü gören olsa, resimdekini şahsen tanıdığımı sanır. Hayır, tanımıyordum. Ben yalnızca kadının biriyim. Hiçbir kadın yoktur ki, resmi basılan her erkeği tanısın."

"Çalmanın günah olduğu besbelli değil miydi; ya adam öldürmek, bir kadının namusunu kirletmek, adaletsiz davranmak, bir insanoğlunu dövmek suç değil miydi?"

"Bazen insanın iki kez doğup doğamayacağını sorarım kendime."

"Geçmişimde, çocukluğumda kayda değer bir şey yoktu; ne aşk ne de başka bir şey. Bu yüzden benim söylediğim her şey gelecekle ilgiliydi. Çünkü gelecek, istediğim renklerle boyamak üzere hâlâ benimdi. Özgürce karar vermek, istersem değiştirmek üzere hâlâ benim..."

"Bütün bu hükümdarların erkek olduğunu keşfettim. Ortak yanları hırslı ve çarpık bir kişilik, paraya, cinselliğe ve sınırsız güve karşı doymak bilmez bir iştahtı. Dünyaya kötülük tohumlarını eken, halklarını talan eden erkeklerdi bunlar; kalın sesli, ikna yeteneğine sahip, tatlı sözler seçip söyleyen, zehirli oklar atan erkeklerdi. Gerçek yüzleri, ancak ölümlerinden sonra ortaya çıkıyordu. Böylece tarihin aptal bir inatçılıkla kendini tekrar ettiğini keşfettim."

"Yurtseverlik" sözcüğünü her andıklarında, aslında Allah'tan korkmadıklarını, kafalarındaki yurtseverlik kavramının yoksulun, zenginin toprağını, onların kendi topraklarını savunmak için ölmesi gerektiği anlamına geldiğini hemen anlardım, çünkü yoksulun toprağı yoktu."

"Nasıl yaşayacağız? Yaşam çok zor."
"Yaşamdan daha sert olmalısın Firdevs.Yaşam çok sert. Gerçekten yaşayanlar yalnızca ondan daha sert olanlardır."

"Ömrümün kaç yılı, bedenimle benliğim gerçekten istemediğim şeyleri yapacak kadar benim olmadan geçti? İlk günden beri beni avuçlarına almış olan insanlardan bedenimle benliğimi çekip kurtarıncaya dek kaç yıl geçti? Yiyeceğim yemeğe, oturacağım eve, ne nedenle olursa olsun hoşlanmadığım erkeği reddetmeye, yalnızca temiz ve bakımlı diye bile olsa birlikte olacağım erkeği seçmeye kendim karar veriyordum artık."

"Topunuzun birden suçlu olduğunu söylüyorum: babalar, amcalar, kocalar, pezevenkler, avukatlar, doktorlar, gazeteciler, her meslekten bütün erkekler."
"Vahşi ve tehlikeli bir kadınsın sen."
"Ben gerçeği söylüyorum. Gerçek vahşi ve tehlikelidir."

Sahibinin sesi - Sittirella marka

Aden / Eden


Yazar: Stanisław Lem
Çeviri: Olgun Baydemir
Orijinal Dili: Lehçe
Basım Yılı: 1959 / Türkçe İlk Baskı: 1995 /  3. Baskı: 2014
Yayınevi: İletişim Yayınları

Kişisel görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

En nihayet Stanisław Lem'in kalemiyle tanışabildim ve ba-yıl-dım!
Seveceğimden öyle emindim, yedi kitabını birden aldım.
Stanisław Lem, kendi ülkesi Polonya'da çok saygı duyulan bir yazar. Saygı duymamak imkânsız, Vikipedi'yi açtığınızda "Ursula K. Le Guin ve Philip K. Dick’le birlikte bilim kurgu edebiyatının “ciddiye alınmasını sağlayan” yazarlar arasında sayılan Stanislaw Lem, felsefeye ve dilbilime esin kaynağı olarak görülen metinler üretti." şeklinde başlıyor yazarı tanıtmaya...

O nasıl bi' hayalgücüdür? Nasıl bi' betimleme tarzıdır? Nasıl eğlenceli bi' dildir? Müthiş! :)
Uzay gemisinin Aden gezegenine düştüğü andan itibaren o gezegende yaşamaya başladım. Mürettebatla birlikte gezegeni keşfe çıktım, güldüm, korktum, düşündüm. Sık sık durup tanımlaması yapılan mekanizmaları ve "şey"leri gözümde canlandırdım.
Başlamasıyla bitmesi bir oldu zaten kitabın, nasıl soluksuz okuduysam... :)
"Bilimkurgu sevenler kaçırmasın, benim kadar geç kalmasın!" der ve altını çizdiğim cümleler kısmına geçerim.

Arka Kapak Yazısı:
"Bilimkurgunun önemli ismi, Solaris'in yazarı Stanislaw Lem'den teknolojiye ve iletişime dair felsefi sorularla dolu fantastik bir roman...

Kaptan, Mühendis, Fizikçi, Kimyager, Doktor ve Sibernetikçi olmak üzere altı kişilik bir mürettebattan oluşan uzay gemisi, Aden isimli ayak basılmadık bir gezegene düşer. Dünya’ya hiç benzemeyen bu gezegende yaşadıkları korkuya rağmen hayatta kalabilme mücadelesi veren mürettebat, bir yandan uzay gemilerini tamir etmeye çalışırken, diğer yandan bulundukları gezegeni keşfe çıkarlar. Uzun süre ölüm izlerinden başka bir şeye rastlayamayan ekip, sonunda bir fabrika bulur. Ancak bu fabrika terk edilmiş olmasına rağmen kendi kendine çalışmaya devam etmektedir. Uzay gemilerine döndüklerindeyse, önceden tanımadıkları bir yaratıkla karşılaşır. İkicanlı denen bu yaratıklarla nasıl iletişim kurabileceklerdir? İkicanlılar nasıl bir politik düzenle yönetilmektedir? Peki onları bu ölüm gezegeninden kurtarmak iyilik midir yoksa kötülük mü?"

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Bedensel işlerden nefret ederim," diye soludu Doktor. Havalandırma birimindeki bir boşluğa sıkıştırdıkları fener, kütüphaneye gidip kolları kitaplarla dolu dönerlerken yollarını aydınlatıyordu "Daha önce, sınırlı olanaklarla böyle icatların ortaya çıkarılabildiğine inanmazdım. Hele yıldız yolculuklarında..."

"Bizimki de bilinmeyen bir gezegene gerçekleştirilen ilk toprakaltı iniş olmalı," diye düşüncesini belirtti Kaptan.
Herkes gülmeye başladı."

"Doktor onu duymamış gibi duvara doğru yürüdü, ötekiler kalkıp arkasından koşmaya başladıklarında duvarla arasında yalnızca birkaç metre kalmıştı. Arkasındaki koşuşmayı duyunca elini uzattı ve duvara dokundu. Eli kaybolmuştu. Bir saniye öylece durduktan sonra bir adım attı ve tamamen yok oldu. Ötekiler durdular, solukları tıkanmıştı. Doktorun hâlâ görünen sol ayak izinin bulunduğu yere diz çöktüler."

"Yüksek bir uygarlık düzeyinde her şey, şu ya da bu şekilde, bir giysi giyerlerdi herhalde," dedi Mühendis. "Ve bu ikicanlı çıplaktı."
"İlginç...'çıplak' dedin," diye işaret etti Doktor.
"Yani?"
"Yani bir sığıra veya maymuna 'çıplak' demezdin, öyle değil mi?"
"Tüyleri var da ondan."
"Hipopotamların ve timsahların da tüyleri yok, ama onlara 'çıplak' demezsin."

"İnsan olarak, tabii ki insanca bağlantılar kurup, yine öyle yorumlar yapıyoruz. Dünya'dan getirdiğimiz insan kurallarını uygulayıp, gerçekleri de insani kalıplara sokuyoruz. Ben kesin olarak biliyorum ki bu sabah hepimiz aynı şeyi düşündük: Vahşetin, katliamın kurbanlarıyla karşılaştığımızı. Ama gerçekten bilmiyoruz ki..."
"Bir dakika, sen buna inanmıyorsun galiba," dedi Mühendis.
"Konu benim neye inandığım değil. Aden bizim inançlarımıza ters düşüyor."

"Bu ilk temas konusu kesinlikle tarafsız değil. Bizi bulduklarında, bu bizi aradıkları için olacak. Ve o saatten sonra, bir anlaşmaya varmak çok zorlaşacak. Kuşkusuz bir saldırı gerçekleşecek ve biz, hayatta kalmak için savaşacağız. Ama diğer taraftan, eğer biz onlarla karşılaşmaya çalışırsak, anlaşmaya varma şansımız yüksek olmamakla birlikte, en azından doğacak."

"Kendilerini çok iyi hissediyorlardı. Kristal berraklığındaki gökyüzünde yılan gibi kıvrılan Samanyolu, elmas bir gerdanlık gibiydi."

"Dünya'da bile, herkesin bildiği ama buna rağmen toplum olarak kabul edilmeyen kesin şeyler var. Sosyal yaşamda, örneğin, bu ikiyüzlülüğün belli bir kısmının zorunlu olduğu bile söylenebilir. Bizde sınırlı bir fenomen olan şey, onlarda merkezcil ve evrensel, hepsi bu."

"Bilgi teorisinin -hayranlık uyandıracak derecede kusursuz ve tam- bir kötüye kullanımı. Bu, istedikten sonra, fiziksel herhangi bir şeyden çok daha berbat bir işkence aracı olabilir. İzole etmek, baskı altında tutmak ve zor kullanmadan zorlamak."

Keyifli okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Saçında Gün Işığı / The Lowland


Yazar: Jhumpa Lahiri
Çeviri: Duygu Akın
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 2013 / Türkçe İlk Baskı: 2014
Yayınevi: Domingo - (Bkz Yayıncılık)

Kişisel görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

Kitabın ilk cümlelerinden itibaren kendimi muhteşem bi' renk cümbüşü içinde; bitkiler, hayvanlar, kokular, sesler denizinde buldum.
Okumadım, yaşadım! :)
Kalküta'da, Tollygunge'da, Tolly Club'ın çimlerinde, Rhode Island'ın taşlı kumsallarında adım adım dolaştım. Hindistan'ın "sözde" özgürleştiği dönemini gördüm, Gandhi'nin orucuna şahit oldum.
Eşitlik, adalet, güvenlik, yoksulluğu-açlığı yok etmek ve benzeri güzel amaçlara ulaşmak uğruna savunulan düşüncelerin, bizzat savunucuları tarafından nasıl çarpıtılıp amacından saptırılabileceğini, bi' kez daha anladım.
Hindistan'da, evli kadınların saçlarının ayrım çizgisinin kırmızı/kızıl renk olduğunu, desenli-renkli sariler giydiğini, dul kadınların ise balık yemeği bırakıp beyaz sarilere büründüğünü öğrendim.
Geleneklerin-göreneklerin-adetlerin, "elalem ne der?"lerin her kültürde var olduğunu, ne derece önemli, değişmez, saçma, kısıtlayıcı olabileceğini; insanın düşmanının yine insan olduğunu bildim.
Karakterlerin yaşadığı evlerde kaldım, delicesine yağan yağmuru dinledim, göletleri, üzerindeki susümbüllerini izledim... parmaklarımla yemek yedim, sariler giydim.
Bambaşka bi' tat bıraktı bu kitap belleğimde; gökkuşağından renkli ve baharat kokulu bi' tat...

Tek şikayetim kitabın kapağı. Kitabın İngilizce ilk baskına benzer bi' kapak tasarlamak istemiş olabilirler ama o kadar özensiz ve sıradan görünüyor ki... sevemedim.

Dilerim, benim kadar beğenerek okursunuz...

Arka Kapak Yazısı:
"Çoğu insan kendi tercih edeceği biçimde gelişeceğini farz ederek güvenir geleceğe. Onu körlemesine planlar, mümkün olmayanı öngörür. İradenin işleyişi böyle. Hayata amaç ve yön veren şey bu. Orada olan değil, olmayan şey."
Adanmışlıklarla ayrılmış, trajediyle birleşmiş iki kardeş. Geçmişle lanetlenmiş bir kadın. Devrimle darmadağın olmuş bir ülke. Kendi yitmiş, bedeli kalmış bir aşk. Günümüzün en önemli yazarlarından Pulitzer ödüllü Jhumpa Lahiri'den, üç nesil ve iki ülkeye yayılmış büyüleyici bir roman."

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Göletler musondan sonra öyle yükselirdi ki aralarındaki set gözden kaybolurdu. Ova da yaklaşık bir metre derinliğinde suyla dolar ve su, yılın belli bir bölümünde orada kalırdı.
Taşkın altındaki düzlük, susümbülünden yana zengindi. Uda süzülen bu bitkiler çılgınca çoğalırdı. Yaprakları yüzeye katı bir görünüm kazandırırdı. Göğün mavisine karşı yemyeşil bir zemin."

"Babasının iç bahçede saksıda yetiştirdiği yıldız çiçeklerini ekmesine yardımcı olurdu. Mor, turuncu, pembe çiçekler veren yumruların tepesinde kimi zaman beyazlık olurdu. Çiçeklerin canlılığı iç bahçenin donuk duvarlarının fonunda sersemletici bir etki yaratırdı."

"Belli renkleri algılama kabiliyetinden yoksun bir hayvan gibi, kişisel kısıtlamalara karşı kördü Udayan. Subhash ise ağaç gövdesiyle ya da ot yapraklarıyla kaynaşan diğer hayvanlar gibi varlığını olabildiğince küçültmeye çalışırdı."

"İnsanlar açlıktan ölüyor, adamlar çözüm diye bunu getiriyorlar, dedi en sonunda. Mağdurları suçluya dönüştürüyorlar. Kendilerine ateşle karşılık veremeyecek adamlara ateş ediyorlar."

"Yaşamadığımız sürece öğrenecek hiçbir şey yok ki. Ölümde hepimiz eşitiz. Hayata göre böyle bir avantajı var ölümün."

"Kayalıkların birinden bir denizyıldızı kopardı ve kaskatı ama hâlâ canlı halde elinde tuttu. Elini ters çevirerek denizyıldızının alt kısmını gösterdi ve kolların ucundaki basit gözlere işaret etti.
Bunu bir anlığına senin koluna koyarsam neler olur biliyor musun?
Çocuk başını iki yana salladı.
Küçük kıllarını derine batırır.
Canım yanar mı?
Pek fazla değil. Bak, göstereyim."

"Zaman fiziksel dünyada bağımsız olarak mı duruyordu, zihnin kavrayışında mı? Sadece insanlar tarafından mı algılanıyordu? Bazı anların saatler gibi büyümesine, bazı yılların birkaç gün gibi büzüşmesine neden olan neydi?"

"Öğleden sonra, parlak güneşli sabahların ardından, dalgalanan dev teneke plakaları gibi gök gürlemeleri geldi. Yaklaşan kapkara çerçeveli bulutlar. Bela onların başı sonu olmayan gri bir perde misali süratle alçalarak gün ışığını bulandırışını gördü. Güneşin parıltısı başkaldırırcasına kendini gösterdi zaman zaman. Kızgın konturlarla sınırlı, soluk bir disk; öyle ki göze katı görünüyor, daha çok dolunaya benziyor.
Önce oda karardı, sonra bulutlar patlamaya başladı. Pencere pervazlarından, demir parmaklıklar arasından içeri su girdi, çabucak kapatılan kepenklerin altına bez sıkıştırıldı."

"Aşağılayıcı, adaletsiz görünen bi rekabet. Ama elbette ki ortada bir rekabet yoktu, tamamen kendi israfıydı bu. Kendi geri çekilişi; üstü kapalı, kaçınılmaz. Kendi eliyle kendini bir köşeye resmetmiş, sonra da tablodan bütünüyle çıkarmıştı."

"Kendisinin alternatif versiyonlarını üretmiş, bu dönüşümlerin getirdiği amansız bedellerde ısrar etmişti. Hayatına katmanlar katmıştı, sonunda her birini teker teker sıyırma, yapayalnız kalma pahasına."

"Uzun zaman önce aralarında geçen bir sohbet geldi aklına.
Neden senden iki tane yok? demişti Bela, karşısında otururken.
Soru afallatmıştı Subhash'ı. İlk başta anlayamamıştı.
İki tane gözüm var, diye üstelemişti Bela. Neden senden sadece bir tane görüyorum?
Masum bir soru, zekice bir soru. Altı ya da yedi yaşlarındaydı. Subhash ona iki gözün de farklı bir görüntüyü, biraz farklı açılardan algıladığını anlatmıştı. Anlayabilsin diye de Bela'nın önce bir gözünü, sonra diğerini kapamıştı. Böylece görüntüsü ileri geri gitmiş ve iki taneymiş gibi görünmüştü.
Bela'ya beynin iki ayrı görüntüyü birleştirdiğini anlatmıştı. Aynı olanları birleştirip farkları ekleyerek. İkisinden en iyiyi üreterek.
O zaman gözlerimle değil, beynimle mi görüyorum ben?"

"Yıldızların güzelliğinin, gündüz vakti bile yerli yerinde olduğu gerçeğinin karşısında bir kez daha irkiliyor. İçi, ilerleyen yılların, yeryüzünün zamanlar ötesi ihtişamının, o ihtişama bakabilme fırsatının minnettarlığıyla dolup taşıyor."

"Bir gün ilerleyen saatlerde ıslak mı ıslak bir tarladan yürüyerek, bir vadideki gelişigüzel görünen ama bilerek dizilmiş, rüzgârla aşınmış, yüzleri birbirine dönük bir taş grubuna erişiyorlar. Taşların bazısı çiftin boyundan kısa, bazısı uzun. Genişleyen tabanlarıyla tepeleri yontulmuş izlenimi veriyorlar. Zarafetten yoksun ama kutsal, zamanla yer yer aşınarak beyazlamışlar. İnsan onların taşındığını hayal edemiyor ama konumları dikkatle tasarlanmış, her bir taş güçlükle nakledilmiş, insan eliyle gruplanmış.
Adamın karısı taşların Bronz Çağı'ndan kalma olduğunu, belki cenaze belki de anma için, dini amaçlı olduğunu söylüyor. Bazılarının yerkürenin güneş çevresindeki hareketine göre konumlandırılmış olabileceğini anlatıyor. İnsanlar yüzyıllardır onlara dokunabilmek, onların karşısında durup onlar tarafından kutsanabilmek için uzun yollar kat etmişler. Bu insanların bazıları geride kendilerinden izler bırakmış.
Adam kimi taşların dibine yığılı saç bantları, narin zincirler, madalyonlar görüyor. Birbirlerine bağlanmış dallar, iplik parçaları. Şahsi adaklar, unutulup gitmiş inanç sembolleri. Bu kadim arkeoloji, kalıcılığını sürdürmüş bu inançlar hakkında hiçbir şey bilmiyor. Hayatla ilgili ne çok konuda hâlâ cahil."

Keyifli okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Tekinsiz Kitap / The Haunted Book


Yazar: Jeremy Dyson
Çeviri: Algan Sezgintüredi
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 2012 / Türkçe İlk Baskı: 2013
Yayınevi: Domingo - (Bkz yayıncılık)

Kişisel görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

Benim gibi, yeryüzünde "ödlek" kontenjanından yer alanlar için "şahane!!!" bi' kitap :)))
Sevgili Lou'mun, "Abla bu kitabı okumalısın! Çogzeeel!" diyerek bana hediye ettiği kitabı, kapağını açıp on sayfa okuduktan sonra -tamamen ödlekliğimden- rafa geri bırakmıştım.
Aradan aylar geçmesine rağmen her gözüm takıldığında "beni okuuu..." diye fısıldayan bu kitabı sonunda pes edip okudum! Zaman zaman ürperdim, korku türü seven okuyucu tarafından "eğlencelik, çerez" olarak adlandrılacağını ve beğenileceğini düşünüyorum.
Şahsi düşüncem ise; çok eğlenceli, çoook!?!?! :)))

Arka Kapak Yazısı:

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Bir Kitaptan Korkmak Tuhaf!
Belki de Değildir. Kitaplar Kudretli Nesneler Nihayetinde."

"Ama kitaplar, gittikçe el süremediğim, özlemini çektiğim dünyanın mabedine dönüşen ufacık yatak odamın köşeceğindeki raflardan kalkmadılar."

"Daha da iyisi, işi bedavaya getirmişti çünkü bir adamın gururunu doyurmak, doyurana asla masraf çıkarmazdı. Bedeli daima günahkâr öderdi."

"Ashray, İskoç mitolojisinden bir yaratıktır. Kelime, "suya âşık" anlamına gelir ve tamamen şeffaf, dalgalar altında yaşayan bir varlığı betimler. Gece avlanan bir yaratıktır ve yakalanıp güneşe çıkarıldığında eriyerek geriye bir su birikintisi bırakır."

"Çocukken benzer bir fantezim vardı; bir uzay kapsülüyle galakside dolandığımı hayal ederdim. İhtiyaç duyduğum her şey yanımda, penceremden görünen evren huzur içinde ve mucizevi, yıldızlar ışıltılı güzellikleriyle capcanlı olur ve tek başıma gider, gider, giderdim. Öylesi bir sükûnet... Neşe dolu. Çocukken yalnızlık diye bir şey yoktu. Sonradan gelen bir kavramdır yalnızlık. Başka insanları ve başka insanlara yönelik kuruntulu Bir ihtiyacı gerektirir. İnsanın çocukken böyle gereksinimleri yoktur."

"Hepsinden, hepsinden beteriyse Gabby'nin bakışlarıydı. Kız kanepede, Ray'in tüm yüzeyselliği ve pozlarının ötesini, kof özünü gören bakışlarla otururdu. Hor gören bakışlarıyla, "Orada," der gibi, "orada gülümsemenle, kıkırtılarınla, lafazanlığınla adamdan sayılabilirsin belki ama iş ciddiye bindiğinde, esasa geldiğinde ciddi değilsin sen. Ben ciddiyim. Bu işi gerçekten yapmanın bedelini biliyorum ben. Ya da daha beterini, neyi yapamayacağımı biliyorum. Ve bu da can yakıyor," der gibi otururdu."

"O denli zeki ve yetenekli değilsin çünkü. Olduğundan çok daha akıllı sanıyorsun kendini. Olduğundan çok daha iyi sanıyorsun. Sanmakla kalmıyor, inanıyorsun. Böylesi en kolayı."

"Tam arkanızda, yaklaşık iki metre gerinizde bir şeklin dikildiğini, bulunduğunuz yer her neresiyse oranın gölgeli bir köşesinden size baktığını öne sürsem çok geçmeden bir şeyler, sizi arkanıza döndürüp baktıracak bi varlık hissedersiniz."

"Suyla ilintili, neredeyse antik çağlardan kalma ev ve şatolarda geçenler kadar fazla ruh öyküsü ve efsane vardır. Kelt efsane ve anlatıları bize pek çok "su atı" sunar: Aughiskie'ler, Kelpie'ler, Nuggle'lar, Shoopiltee'ler... Alman mitolojisinde Ondine ve Nix vardır; Nix'ler istedikleri insanın görüntüsünü alabilen biçim değiştirici su ruhlarıdır. Slavların Vodyanov'u ile akrabadırlar. Slavlar bir de ırmak kıyılarında tuzağına düşürmek için yolcuları bekleyen su perisi veya ifriti Rusalka'ya inanır. Başka kıtalarda da benzer efsaneler mevcuttur. Japonya'da nehir çocuğu Kawako, Afrika'daysa Miengu ve Mami Wata vardır."

"Beyin, bilinen evrenin en karmaşık yapısıdır. Yapı anlamında sırlarının daha henüz çok küçük bir parçasını ortaya koymaya başlamıştır. Şahsen tıp dünyasında karşılaşacağınız, bilimin beynin tüm sırlarını çözmesine ramak kaldığını söyleyen gamsızlardan da değilim. Bazı şeyleri asla bilemeyeceğimizi kabullenmek tevazuuna sahip olmak için doğaüstü herhangi bir şeye katılmak, inanmak gerekmiyor. Algı mekanizmalarımızın içinde bir sınırlandırmamızın bulunması ve kendi bilişimizin sınırlarından öteye asla geçemeyeceğimiz fikri son derece makuldür. İnsanın işitme duyusunun yirmi ila yirmi bin hertz yelpazesiyle sınırlı olması misali, anlayışımız, kavrayışımız da beynimizin yapısıyla, işleyiş şekliyle sınırlı olabilir."

"Eşimle hep konuşur, bir türlü karar veremzdik. Hayat mutlu bir hüzün müdür? Yoksa, hüzünlü bir mutluluk mu?"

"Görüngücülük (olaycılık, fenomenalizm) adı verilen bu bakış açısının babası Charles Fort'tur (1874-1932). Başını çektiği bu akım özetle şöyle demektedir: her şeyi kabul edin, hiçbir şeye yüzde yüz inanmayın, açıklamayın. Sunulan hiçbir teori kesin değildir ve hepsi geçicidir."

"Ölülerin hayaletlerinin görüldüğüne dair tanıklıklar gerçekse bu görünmeler nasıl açıklanabilir? En gözde açıklamaya göre bunlar bizim dışımızda, uzayda varlıklarını sürdüren ölülerin ruhlarıdır; her zaman vardırlar ancak arada sırada, henüz açıklanamayan bir nedenle gözlerimiz başka bir varoluş düzlemine ait bu özleri algılamaya açıldığı anlarda görülebilmektedirler."

"Swastika maddi dünyayı, dört koluysa maddi dünyanın dört bileşenini simgeler.
"Nedir bu... bileşenler?"
"Tanrının âlemi, İnsan'ın âlemi, Doğa'nın âlemi ve Cehennem'in âlemi."
"Cehennem'in mi?"
"Algıladığımız haliyle evrenin en feci yüzü... En karanlık yerler... Ama ilave kol ya da kupa diyelim, bize tüm bunların, tüm bu ayrımların esasen yanılsama olduğunu hatırlatıyor. Hintliler buna Samsara diyor. Acı ve ıstırabı doğasında barındıran yer... Beyaz ışıktan prizma vasıtasıyla ayrışan gökkuşağı renkleri gibi. Anlayacağınız, her şey o kupadan, her şeyi doğuran tekillikten geliyor."

"Buraya gelenler ilk seferde genellikle fazlasıyla gergin olurlar. Haddinden fazla gerilmiş zemberekler saatlerin iyi çalışmasını engeller. İç mekanizmalarınızı hür kılmak, zihinlerinizin derinliklerine inmiş fuzuli gerilimleri boşaltmak suretiyle hayatlarınızda hiç olmadığınız denli verimli ve sağlıklı işlemenizi sağlayacağız."

"Cadı Nedir ve Cadılığın Tarihi"nin kadim ve adsız yazarı şöyle söylemiş: "Cadı, şeytanla veya şeytani yahut acayip bir sanatla iş görerek zarar veren ya da iyileştiren, gizli şeyleri ortaya döken yahut geleceği okuyan kimsedir."

"Çünkü sevgi, tadına bir kez varıldı mı tek gerçeğe dönüşür ve sevgini sırtını dönmeyen, buradaki gibi kasabadan ve yalanlardan kurtulup parıltılı gerçeği, götürdüğü yere kadar takip eder..."

"Kitaplar kutsal nesnelerdir. Yarattığımız en güzel şeylerdir. Kendimizden bile güzeldirler. Kitap yaparak kendimizi anladık ve kendimizi daha iyi kıldık."

"Kitaplardan, tıpkı Kitaplar gibi kendimizin de birer hikâye olduğumuzu öğrendik. Kendimizin, kendimize anlattığımız hikâyeler olduğumuzu ve bu yüzden hikâyeleri çok daha özenle anlatmamız gerektiğini öğrendik. Çünkü kendimize anlattığımız hikâyeler her ne ise, doğrular."

Keyifli! okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Zindankale


Yazar: Sezgin Kaymaz
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2004
Yayınevi: İletişim Yayınları

Kişisel görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

Yine Sezgin Kaymaz; yine kahkaha, yine doğaüstü olaylar, yine kendini soluk soluğa okutan bi' kitap...
Ve yine, sevgili yazar, kitaptaki her karaktere bardak bardak çay içirmiş, o demlikler ocaktan inmemiş! :) Okurken kaç bardak çay içtiğimi hatırlamıyorum. Her çay faslında kalkıp kendime bi' bardak çay aldığımı düşününce, hesap "ohoooooo" oluyor :)
Daha önce kesinlikle söylemişimdir ama tekrar etmekle kaybedeceğim bi' şey yok: Sezgin Kaymaz, tüm eserlerinin kitaplığımda yer bulacağı, hayranlık duyduğum yazarlardandır; yemek tarifi yazsa okurum, o derece! :)))

Arka Kapak Yazısı:
"Sezgin Kaymaz kendini özletmişti. Zindankale, bu özlemi giderecek. Sürükleyici anlatımıyla... canlı (ve "yerli"!) tipleri, onların lezzetli (ve "yerli"!) diyalogları, zengin gönülleriyle... doğaüstü olayların ürpertisine kattığı sıcaklıkla... bir Sezgin Kaymaz romanı!

Korkunç bir rüya... Kâbus.
Koca koca insanlara yatak ıslattıran cinsten. Gündüz de zihne yapışan cinsten.
Üstelik "dizi-rüya". Devam ediyor, gelişiyor; gizli kamera gibi geziyor görenin geçmişinde.
Rüyanın musallat olduğu insanlar:
Kendini bildi bileli dedesiyle yaşayan, dağınık ve hafif şaşkın sigortacı genç adam...
Annesi ve yatalak dayısıyla birlikte yaşayan, hışım gibi bir genç kız...
Bir de tuhaf bir ihtiyarlar meclisi... rüyayı ve rüyanın musallat olduğu çocukları adım adım takip eden: bir buzdolapçı, bir sağlık kabinci... kocaman, upuzun bir adam... sonra yine o: sigortacının dedesi...
Bütün bunların peşinde, şehir boyu kovalamaca oynayan bir gölge ve haylaz bir ışık topu.
Yau... Sen bi' dakka..! N'oluor Allahaşkına?"

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Kapı kapanınca parıltısı arttı.
Öyledir... karanlık, aydınlığın altını çizer."

"Öyledir insan. İlk ve en çok istediği şeydir sevilmek, ama ilk ve en çok suistimal ettiği şeydir sevgi. Kolaydır çünkü. "Bak, ben senin yüzünden nasıl kahroluyorum! Buna sebep sensin. Haberin olsun da benden beter kahrol!"

"Sırf renginin değil, kokusunun da oturmasını bekleyeceksin bu çay denen nesnenin. Bu sözümü unutma. Herkes çay yapar ama herkes çay demleyemez."

"Ankara, "Kişiye ne oluyorsa kendi içinden, kendinden dolayı oluyordur. Sebebi dışarıda arayanın sonu hüsrandır. Kişi kendini bildi miydi her şeyi bildi, kendini buldu muydu her şeyi buldu, kendini halletti miydi her şeyi halletti demektir" sözünün etli kemikli, kanlı canlı bir ispatı gibi dikiliyordu yeni yeni canlanan işgününün siftah saatlerinde."

"İnsan öyledir. Davut bilmiyordu tabii. Bir defa iyilik etmeyegör, hemen o iyiliği senin olmazsa olmaz vazife ve ödevlerin arasına koyar. Sık sık nöbet çizelgesini yoklayacaksın ondan sonra. Ne zaman, nerede o iyiliği bir daha yapman yazılmışsa  o zaman, tam da orada yapacaksın. Yoksa çok kırıcı olursun."

"Enteresan ama, di mi? Hem salak, hem kurnaz. Ama Şadıman Beyefendi'ye soracak olursan, bu aynı zamanda kaçınılmazmış. Çünkü kurnazlık, hesaplarını karşı tarafın salak olduğunu zannetmek esasına yaslayan bir üçkâğıtçılık modeli olduğu için, aslında çok tehlikeli bir salaklık türüymüş kendi başına. Kime kurnaz denir? Karşısındakini salak, kendisini akıllı zannedene. Kime salak denir? Karşısındakini salak zannedene... di mi?"

"Güneşi bildiğimizi sanırız, ama güneşe dair bildiğimiz şey, güneş hakikatinin nasibimize düşenidir. Güneşi, canlı-cansız, cümle mahlûkata sormak lazım ki onun hakikatini bilebilelim." Parmaklarını açıp açıp kapatarak, bahsini ettiği canlı-cansız cümle mahlûkat odanın içindeymiş gibi zahiren işaretler yapmaya, sayıp döktüklerini tahayyülen göstermeye başladı. "Şu kayaya, şu fidana, şu aslana, şu adama, şu kadına, şu dağa, şu çöle, şu yıldıza, şu aya, şu buluta, kim var-kim yok, ne var-ne yok, hepsine herkese bir tamam sormalı, her birinden 'Güneş nedir?' in cevabını alıp alt alta yazmalı, ondan sonra bir daha bakmalı, güneş nedir..."

"Şimdi camı çerçeveyi indirip avazım çıktığı kadar baaracam merdivenden aşağı! Deli mi ne ayol!"

"Mesele, az buz değildi.
Meze tabakları kesmiyordu; kendi dünyalarına daldılar. Bu dünyada, anason takviyeli sıvı yakıtla seyran etmek daha kolay oluyordu. Seneler vardı, ne o ne de öbürü, ayık kafayla şöyle enine boyuna düşünmeye kalkmamışlardı meseleyi. Ama şu rakı yok muydu şu rakı, insanın dimağında ne kilit bırakıyordu ne kapı. Bir tekmede açıveriyordu alayını."

"Sanki biz bilmiyoruz. Siz kıçınızda kısa pantolonla portakal ağacına tırmanırken, biz kanaviçe işleyip evde kısmet bekliyorduk!"

"Ortada aynı kökenden gelen birtakım sırlar konfeti gibi uçuşuyordu. Malzeme aynı malzeme, ama inçik pinçik edilince başka başka şeylermiş gibi durur. Öyle ya. Buzdolapçı Fuat, Şadıman Beyefendi'ye bir sır vermişti. Bu sır, bir sırdı... Şadıman Beyefendi de Buzdolapçı Fuat'ın bu sırrını Sağlık Kabinci Kâmil ile Uzun Sedat'a sır olarak vermişti ki bu sır da bir sırdı. Buzdolapçı Ali Fuat'ın bu sırrının Uzun Sedat ve Sağlık Kabinci Kâmil'e malûm edilmiş olması sırrı, bu sefer de Buzdolapçı Ali Fuat'a sırdı. Şadıman Beyefendi, Buzdolapçı Ali Fuat ile onun sırrını paylaşıyor, öteki dostlarla da gene Buzdolapçı Ali Fuat'ın sırrını ve fakat kendi sırrı" olarak paylaşıyordu. Zaten bu dört kavi dostun senelerdir şu Davut meselesini enine boyuna oturup konuşup bir salâha erdirememesinin altında yatan sır da işte bu sırdı. Hepsi aynı şeyden korkuyordu: "Ölüyle fazla oynarsan ya osurur ya sıçar!" Bu konuya ne kadar az değinirlerse o kadar hayırlı olacaktı dostlukları hakkında. Velev ki konuyu açtılar, laf lafı açtı, laf götü açtı, "bu sır" birinin ağzından kaçtı! Ne olacak?"

"Olmuş bitmiş hiçbir şey yoktur... Her şey olup bitmekte, olmaya, oldurulmaya devam etmektedir."

"İntiharın eşiğindeki yarı delinin karşısında herkes çaresizdir, çünkü gerçek bir intihar, bir anda alınıverilen bir kararın eseri olmamıştır hiçbir zaman. O karar, bir potansiyeldir ve insanın iç dünyasının derinliklerinde depolanır. Her hayal kırıklığı, her üzüntü, her yıkım, besler büyütür bu potansiyeli. Sonunda depo dolar, kapak zorlanmaya başlar. Kırıldığı zaman da... Haydi Allah rahmet eylesin! Siz, bir ömür boyu kişinin şartlandığı süreci, istediğiniz kadar profesyonel olun, birkaç dakika içinde geri çeviremezsiniz. Geri çevrilen intihar kararları şovdur, gösteriştir, oyuncak almadı diye çarının ortasında annesine zırıldayan huysuz bir çocuğun kaprisidir; oyuncağın alınacağına ikna edildiği anda zırıldama biter..."

"Cik cik cik
Aayşeecik
Dalda eeerik
Faatmaa Giirik
Denizde dalgaa
Türkaan Ablaa
Bahçede yoosun
Neecdet Toosun
Sun sun sun
Eediz Hun
Aaplama güüvey
Yılmaz Güüney
Eenişşte kaayın
Eemel Saayın"

Keyifli okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Körlük / Ensaio sobre a Cegueira / Blindness


Yazar: José Saramago
Çeviri: Aykut Derman
Orijinal Dili: Portekizce
Basım Yılı: 1995 / Türkçe İlk Baskı: 1999
Yayınevi: Can Yayınları

Kişisel görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

Enfes bi' kitaptı...
José Saramago, para ve bireysel kazanç/zenginleşme temeli üzerine kurulmuş sistemlerin, bu temel taşların önemini kaybetmesi durumunda bi' anda nasıl çökeceğini ve bu sistemlerinin parlak ambalaj kağıdı olan ahlâk, güvenlik, düzen, huzur gibi kavramlarının peş peşe devrilen domino taşları gibi nasıl yıkılacağını "körlük" metaforuyla -kulağa ilginç gelse de- "gözler önüne sermiş."
Bol bol sorguladım "doğru" bildiklerimi...
Ahlâk nedir, sadakat nedir, ihanet nedir, sevgi nedir, dürüstlük nedir, yardımlaşma nedir, insanın "insan" kalıbından çıktığı o sınır neresidir? Her insanın içinde gömülü duran, o ilkel ve vahşi tarafını uyandıran etken/etkenler nedir? ve benzeri onlarca, yüzlerce soru...
Çok güzeldi, çok...

Arka Kapak Yazısı:
"Araba kullanmakta olan bir adam, yeşil ışığın yanmasını beklerken ansızın körleşir. Körlüğü, başvurduğu doktora da bulaşır. Bu körlük, bir salgın hastalık gibi bütün kente yayılır; öldürücü olmasa da tüm etik değerleri yok etmeyi başarır. Toplum, görmeyen gözlerle cinayetlere, tecavüzlere tanık olur. Ayakta kalabilenler ancak güçlü olanlardır. Koca kentte körlükten kurtulan tek kişi, göz doktorunun karısıdır. Portekiz'in yaşayan en önemli yazarı olan Jose Saramago, bu çarpıcı romanında körlük olgusunu bir metafor olarak kullanmış, basit imgelere, sıradan sözcük oyunlarına başvurmadan, yoğun bir anlatımla, anlatıcının ve kahramanların konuşmalarını ortaklaşa bir monologa dönüştürerek, kurgunun evrenselleşebilmesi açısından kişilere ad vermeksizin 'liberal demokrasi'nin insanları sürüklediği sağlıksız ortamı olağanüstü bir ustalıkla yaratmış ve yaşatmıştır."

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Birlikte yaşamanın getirdiği etkinlikleri ve genetik değişmeleri bir yana bırakacak olursak, bilincimizi giderek damarlarımızda dolaşan kanın rengine ve gözyaşlarımızın tuzuna bulaştırdık, bu da yetmiyormuş gibi, gözlerimizi içimize dönük birer aynaya dönüştürdük, sonuçta gözlerimiz, ağzımızla yadsımaya çalıştığımız şeyleri çoğu zaman hiç sakınmadan gözler önüne serer hale geldi."

"...Yapacağımız her hareketten önce ciddi olarak düşünmeye başlasak, vereceği sonuçları önceden kestirmeye çalışsak, önce kesin sonuçları, sonra olası sonuçları, sonra rastlantısal sonuçları, daha sonra da ortaya çıkması düşünülebilecek sonuçları düşünmeye kalksak, aklımıza bir şey geldiğinde, bulunduğumuz yere çakılır, hangi yöne olursa olsun bir adım bile atamazdık. Sözlerimizin, hareketlerimizin iyi ve kötü sonuçları, kuşkusuz, ilerde yaşayacağımız günlere, hatta bizim bu sonuçları doğrulamak, kendimizi kutlamak ya da başkalarından özür dilemek için artık bu dünyada bulunmayacağımız günlere göreceli olarak düzgün ve dengeli biçimde dağılır, zaten kimi insanlar da bu durumun ölümsüzlük denen ve çok sözü edilen şeyin ta kendisi olduğunu ileri sürer,..."

"Oysa kitaplardan öğrendiğimiz, daha çok da deneyimlerimizden edindiğimiz bilgilere göre, zevk için ya da zorunlu olduğu için erken kalkan biri, çevresindekilerin horul horul uyumasına öyle pek rahat katlanamaz, hatta bizi ilgilendiren durumda daha da az katlanır, çünkü uyuyan bir kör ile gözlerini açmış olması hiçbir işe yaramayan bir kör arasında çok büyük bir fark vardır."

"Doktorun karısı, Hepimizin zayıf anları olur ve ağlama yeteneğimizin olması bizim için şanstır, gözyaşları bizi çoğu kez huzura kavuşturur, ağlayamadığımız bazı durumlarda ölecek gibi oluruz, dedi,"

"Akıl yürütmeye her zaman gölge düşüren önyargılara ve duygulara kapılmadan soğukkanlılıkla bakabilseydik, yetkililerin bütün körleri bir araya toplamalarının, her birimizi cüzamlılara yaptıkları gibi benzerlerimizin yanına birbirimizle iyi geçinmek üzere koymalarının büyük bir ileri görüşlülük olduğunu anlardık, koğuşun dip tarafında yatan doktor bize örgütlenmemiz gerektiğini söylediğinde haklıydı, gerçekten de bir örgütlenme sorunu söz konusu bizim için, önce beslenme, sonra örgütlenme, ikisi de yaşamda en gerekli şeyler, belirli sayıda disiplinli ve bizi bütün söylediklerimiz konusunda disiplin altına almayı bilen kişiler seçmek, bir arada yaşayabilmek için yapılması gereken basit işlerin kurallarını saptamak, örneğin süpürmek, yerleştirmek, yıkamak, temizlik söz konusu olduğu için bundan yakınmaya hakkımız yok, bunun için bize sabun ve deterjan bile verdiler, yatakları yapmak, özellikle de -bu çok önemli- kendimize olan saygımızı yitirmemek,.."

"Generalim, bu hastalık bana göre dünyanın en mantıklı hastalığı, görmeyen göz, gören göze körlüğü bulaştırıyor, işte bu kadar basit, Burada bir albay var, bu işin çözümünün, kör olan insanları öldürmekten geçtiğini ileri sürüyor, Kör olmak yerine ölmeleri istatistik bakımından büyük bir değişiklik getirmez, İyi de, kör olmak ölmek değil ki, Evet ama ölmek kör olmak demek."

"Neden el ele tutuşuyorsunuz, diye sorulsaydı, bunun yanıtını hiçbiri veremezdi kuşkusuz, öyleydi işte, her zaman kolayca açıklanamayacak bazı davranışlar vardır, hatta kimi zaman kendinizi zorlasanız da açıklayamazsınız."

"...neden öldüğünün önemi yok, bir insanın neden öldüğünü sormak saçma bir davranış, ölüm nedeni zaman içinde unutulur, yalnızca o tek sözcük kalır, Öldü,.."

"Ölecek olan zaten şimdiden  ölmüş ama o bunu bilmiyor, Ölmeye yazgılı olduğumuzu doğduğumuzdan beri biliyoruz, İşte bu yüzden, bir bakıma hepimiz ölü doğmuş sayılırız,"

"...şimdiye kadar bizim içimizde yaşayan ya da bizi şimdiye kadar yaşatan ve bizi biz yapan duyguları gözlerimize borçluyuz, gözlerimiz görmeseydi bambaşka duygulara sahip olurduk, bu nasıl olurdu, duygularımız ne yönde değişirdi bunu bilemeyiz,.."

"Sözcükler böyledir işte, durmadan kılık değiştirir, birbirinin peşine takılırlar, ne yöne gittiklerini bilmezler sanki ve içlerinden ikisinin ya da üçünün, ya da dördünün, örneğin bir kişi adılının, bir zarfın, bir eylemin, bir sıfatın kendi halinde öylece birdenbire ortaya çıkıvermesiyle, heyecanımız cildimizin yüzeyine ve gözlerimize kadar karşı konulamaz biçimde yükselir, duygularımızın içine hapsolduğu barajı yıkar, kimi zaman da bu basınca dayanamayan sinirlerimiz olur, çok fazlasını yüklenmiştir, her şeyi yüklenmiştir, cendere içindedir,"

"...Kendini kötülemeye hakkın yok, Daha da fazlasını yapmam gerekir, yıllar ilerledikçe insanın kendine yüklediği suçların listesi ne kadar kabarıyor bilemezsin,.."

İyi okumalar...

Görsel: Google Images

Kurtlar


Yazar: Peride Celal
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 1990 /4. Baskı 2013
Yayınevi: Can Yayınları

Kişisel görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

Peride Celal ile tanışma kitabım oldu, Kurtlar. Yazarın diğer kitaplarını da okumayı istiyorum.
Kitaplığımda, "beni çok etkileyen kitaplar"ımın arasındaki yerini almış durumda. Bu kadar etkilenmemin çok kişisel bi' sebebi var: Son sayfasına dek, bana çok benzeyen birinin kendisiyle hesaplaşmasını okuyormuşum hissini yaşattı ve korkarım bundan hiç hoşlanmadım!
Kendimle hiç bitiremediğim hesaplaşmamın, ilerleyen yaşlarımda hâlâ sürüyor olması durumunda çok daha ağır, çok daha yıkıcı hale geleceğini görmek sarstı beni.
Biz okurların "tuğla" olarak tabir ettiği; el yoran, çanta sapı koparan, kol kası yaptıran kitapları seviyorsanız bu romanı  kaçırmamanız gerekiyor :)
702 sayfalık kitapta çok sayıda anlatım ve yazım hatası yakalamam biraz canımı sıktı açıkçası... Benim gibi alelâde bi' okuyucunun bile gözünden kaçmadıysa, kitabın editörünün bu hataları nasıl gözden kaçırmış olabileceğini anlayamadım.

Arka Kapak Yazısı:
"Peride Celale göre her yazar "yapıtlarında hiçbir yerde görünmeyen ama her yerde olan kişidir"; özyaşamla kurmacayı karıştırdığı Kurtlar'da, hayatı boyunca tanıdığı kişileri ve düşündüğü pek çok fikri bir araya getirdiğini söyler. Peride Celal'in en olgun romanı olan Kurtlar, bir kadın yazar olan anlatıcının yirmi dört saatlik yaşam kesitini, çetin geçen bir hesaplaşmayla gözler önüne serer.
Aldanıyor Nilüfer. Yalnız değilim ben. Bir yazarın yalnızlığı kalabalığın içinde başlat, masa başında biter. Çünkü masa başında bir kişi değil, bin kişi ile çevrilidir. Düşünceleri ve her biri biraz da kendisi olan çeşitli kişilerle. Orada, kalabalık kendisindedir artık. Nilüfer, "Bu kez tuzağa düştün," diyor. "Geçmişi böylesine yoğunlaştırarak düşünmek, seni yok edecek sonunda. Daldığın karanlığın içinde boğulacaksın." Haklı. Anıları belirsizleştiren, saptıran karanlıkta; geçmiş zamanın içinden uzanan sevdiklerin, sevmediklerin örümcek kolları ile sarıyorlar seni. Kıstırıldın köşeye. Satırların arasında tutamıyorum kızı. Ben onu götüreceğime o beni sürüklüyor istemediğim yanlara. Evet, yazmalıyım. Yazmak istemiyorum... Makinenin başına geçip... Gözlerini açıyorsun içini çekerek. Neden, diye soruyorsun kendi kendine. Divandan yere kayan örtüleri çekiyorsun üzerine. Evet, neden? Kendinden korktuğn için mi? Kurtlardan mı yoksa?"

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Durmalı bir yerde o kız. Yol sapağına geldiğine göre! Karar vermeli ne yanı, neyi seçeceğine... Yaşamak istiyorsa... Mutlu olmak istiyorsa..."

Sesi kulaklarında: "Sen bir ruh hastasısın kızım, kendini alçaltmaktan hoşlanan!"

Nilüfer'in sözleri geliyor aklına: "Sen yazmaktan çok, yazmayı düşünen birisin. Makinenin önüne oturmamak için direnir durur, tembelliğini şunun bunun sırtına yüklersin, sonra da..."
Küçük Hoca araya girmişti hemen:
"İyi bir şeyler yazmak istiyor. O 'bir şey'i yazmak için birçok sanatçının çektiği acıyı çekiyor. Yaşamı boyunca da çekecek. Suçu kimseye yüklemeye gerek yok."

"Sorun şu," diyor, "kocayan kılıfın içinde saklı tutmaya çabaladığın gizli gençliğimin tükenip bitmesi birdenbire ya da kurtuluşu olmayan ölümcül bir hastalık, kanser gibi örneğin..."
Ona söylemedin, kocayan kılıfının içinde gençliğini sıkı sıkı tuttuğunu ve tıpkı onun gibi ölümden korktuğunu.
Yatağın içinde oradan oraya dönüyorsun. Yalnızım, korkuyorum! Yaşamaktan kork, ölümden kork, yaşlanmaktan kork, sevmekten kork! Gençliğinden beri süregelen korkular. Korkmaktan yaşamaya zaman mı kaldı!
"Sen akıllı bir delisin!"

"Beni düşünmemek için öbürlerini düşünüyorsun!" diyor, "Kalabalığın içinde kaybetmeye çabala istediğin kadar, sen beni arıyorsun, başkalarını değil!"

"Nazizm, Antiquite'den beri uygar dünyanın başına gelen, temelinden sarsan en büyük trajedi. İnsanı insana düşman etmek, ne korkunç şey!"
"Şimdilerde, milliyetçi maskesi altında, dini araç ederek insanları birbirine düşürme çabaları, aynı şey değil mi?" diyor, bir başkası."

"Bizde eleştirmenler, yapıtı değil, yazarı eleştirirler çoğunlukla, daha kolay olduğu için," diyor Nilüfer, "geri kalmışlığımızın bir başka yanı belki de..."

"Yazamıyorsun artık. Sorun bu. Bir sürü yarıda kalmış roman, öykü özetleri, notlar. Düşünceler, uçup giden ve zaman kalmadı!"

"Onu tanıdın mı gerçekten? Evet, diyemiyorsun. İnsanların hiçbir zaman birbirlerini tanımadıklarını, tanımayacaklarını düşünüyorsun yalnızca."

"Ödünler, çelişkiler yaratır. Sırasında yüceltir, sırasında yerle bir eder insanı!"

"Bütün evli kadınların, kocalarını sevsinler sevmesinler, tutsak olduklarını, onunla evlendiğinin haftasında anlamıştın."

"Yazıyorsun, durmadan yazıyorsun! Her şey kafanın içinde olup bitiyor. Kâğıda düştüğünde ufalanıp bozuluyor düşünceler. Satırlar birbirine giriyor ve Mine Kaçıp gidiyor ellerinden."

"Her şey senin gördüğün gibi değil. Yaşam denen kısacık oyunun içinde önemsiz rollerimiz oldu, hepsi bu!"
"Büyük gerçekler, giderayak kapı önünde söylenenlerdir," diyor bir Fransız yazar. Senin kapı önünde söylemek istediğin ne?

"İçini çekiyorsun derin derin: Sevmekten güzel ne olabilir? İnanmak ve inanarak sevişmekten başka! İstvan'a inanmıştın. Seni seven gerçekten... Budala gençliğim benim! Yurt sevgisiymiş! Al işte kurtlarla dolu, yabancılaşmış, yozlaşmış yurdunu, başına çal! Burada hiçbir çiçek açmayacak artık. Burada insanlar hiçbir zaman sevmeyecekler birbirlerini. Büyük kentlerin beton yapıları içinde, her biri tuğlalarla ördükleri kafalarından ışık sızdırmadan, saklanarak, karanlık köşelerde birbirlerine saldırarak, hırlayarak yaşayacaklar. Yaşayabilirlerse..."

"Belki de haklı. Hacıların hocaların cirit attığı, her şeyin kadere, Tanrı'ya bırakıldığı çılgın kargaşanın ortasında sınıfları dolduran o çocukları sanat yolu ile oyalamaya değer mi? "Değer..." diyor Küçük Hoca. "Işığı söndürmemek, önemli olan bu."

"İşte yalnızsın! Gerçeği görüyorsun: Duygusallığını kaybettin. Kemikleştin. İstvan, "Seni kendimi sevdiğim kadar seviyorum," dediğinde kızmıştın ona. Neden kendisinden çok değil, diye. Sevilmedim, anlaşılmadım hiçbir zaman!.. Dünyayı, insanları anlamayan, sevmesini bilmeyen sendin!"

"Kafanda bütün gürültüler duruyor bıçakla kesilmişçesine. İşte önemli olan bu an! Unutuyorsun öleni, Nilüfer'i, acıları, geçmişi, ölümünü unutuyorsun! Bir başka dünya açılıyor önünde, girilmeyen kapılardan giriyorsun, kendini değil, bir kişiyi, bin kişiyi yaşamak, yaşatmak tutkusu, büyüyüp ateşleniyor içinde."

"Bu kurtlar en çok kitaplara, kitap yazanlara, okuyanlara düşman. Neden? Kendileri ulumaktan başka bir şey bilmedikleri için mi?"

"Yaşam bu! Üzerine uyduramazsın her zaman giysi gibi. Böyle birdenbire partallaşır, sarkmaya başlar her yanından."

"Bütün yaşamın yalnızlık içinde geçti. Bundan kurtulmasının zamanı geldi, diye düşünüyordum. Anlıyorum, sen kendinle yaşayacaksın sonuna kadar. Kim bilir, yalnızlık, yazarlığın için gereklidir belki de."

"Düşler gerçekte olduğundan çok daha coşkulu ve güzel. Umutlar, beklentiler ele geçtiğinde, bir süre sonra tadı kalmaz. Oysa düşler, hayal gücüne bağlı. İstediğin kadar sürdürebilirsin."

"Romanı romanını yazmak! Kimse bilmiyor gerçekte bunu düşlediğini."

"Küçük Hoca, "İki çeşit romancı var," diyor. "Biri, tarihsel olayları, sosyal, siyasal konuları okuyucuya iletmeyi başaran, istediği yola süren, zorlayan; örneğin, Gorki gibi. Sonra evrenseller: Tolstoy, Stendhal, Balzac, Proust örneğin. Bir de yalnızca insanları, onların küçük, yalın yaşamları altında sakladıkları karmaşık duyguları açıklamaya çalışan, yanlış bir dünyada insan olmanın mutlu ya da mutsuzluğunu irdelemeye çabalayanlar. Örneğin bir Çehov, Duras, bir Mansfield, bir Albert Cohen."

"Kimileri, başkalarını aşağılayarak kendilerini yücelttiklerini sanırlar," diyor. "Aldırmayın böylelerinin eleştirilerine. Yazmayı sürdürün, rica ederim, vazgeçmeyin..."

"Yarım kalmış yazılar, yeteneksizliğimizin ölü çocuklarıdır çekmecelerde sürünen.  Yarattığın kişilerin kaderlerini taşımak omuzlarında, onları götürememek gidecekleri yere..."

"Aklını sevmiştim en çok onun! Akıl yok olduğunda, tıkanıp açılan musluktan fırlayan pislikler gibi, onda nefret ettiğin ne varsa yüze çıkıvermişti. Aklıyla seni tutsak etmiş olduğunu, kösnül isteklerini doyurmak için yatağında istediğini, verdiklerini kurnazca geri alan cimri biri olduğunu düşünmeye başladın. Yazarlığın umurunda değildi. Bütün o kitaplar, seni eğitmek için çabalar, savurduğu büyük düşünür adları hepsi, seni bilgiçliği ile ezmek, üstünlüğünü kanıtlamak içindi. Anlamalıydın. Erkeklerin kendilerine göre sevme biçimi vardı: sahip olmak! Onun da öbürlerinden, başka erkeklerden farkı yoktu."

"Yüreğinin derinlerine inmek, kötülükleri arayarak... Başkalarını anlatıp incelemek, yargılamak kolay. Güç olan yüzünü ışığa dönerek kendini yargılamak, açık ve korkusuz."

"Kimi zaman," diyor, "düşman alır elimizden özgürlüğü, kimi zaman içimizden çıkar özgürlük düşmanları."

"Konfüçyüs dört şeyden nefret edermiş," diyor Mine ve peş peşe sıralıyor: "Temeli olmayan düşünceler, kesin yargılar, boş inatlaşmalar ve bencillik."

"Televizyonun karşısına geçer, yanına oturmanı ister, "Bak," derdi, "Atatürk'ün resmi altında tespih çeken, esneyen, sırıtan şu kalabalığa bak! Bunlar mı memleketi yönetecek, ileriye götürecek? Ne sanatçı ne bilim adamı, hiçbir şey çıkmaz bu toplumdan, inan bana. Bir küçük kesim, aydın ve bilinçli. Saysan birkaç bini geçmez. Kusurları da Atatürkçü olmaları. Anlıyor musun?"

"Gecenin ilerlemiş saatlerinde içki içmek, müzik dinlemek, yazmak, okumak hoşuna gidiyor. Herkes uyurken onların rüyalarından bir şeyler çalıyorsun sanki. Yaşamın uzuyor, ölüm korkusu geriliyor."

"İşte, akıllı kadın!" diyor Nilüfer. "kaybettiğimiz sevgilere yeniden ulaşmak, gençliğimize yeniden kavuşmak gibi olanaksız."

"Yıllardır ayn sözleri söylemekten bıkmadılar. Ağızlarında kelimeler eskidi, anlamları kayboldu, farkında değiller."

"Türk toplumu elli milyona yaklaştı. Bunun en aşağı otuz milyonu köylerde, kasabalarda. Kentli ile kasabalı ve köylünün sorunları birbirinden ayrı. Koşulları başka. Gel de böyle bir toplumu demokrasi kuralları içinde uzlaştır bakalım."

"Nasıl kitap basılsın, satılsın istiyorsunuz bu ülkede?" diyor Yazar. "Şairlerin, yazarların kapıları önünde kurtlar uluyor, düşünceye kurşun sıkıyorlar."

"Şimdi korkuyu işliyorlar ustaca. Ayaklarımızın altında çukurlar kazıyorlar. Düşüp yuvarlandığımızda Tanrı'ya yalvarıp yakarmamızı bekliyorlar. Secdeye kapanıp uyuklayan bir toplum. Yaratmak istedikleri bu!"

"Yaşam yalandan başka nedir ki. Yalanı gerçeğe, gerçeği yalana dönüştürmek yazarların işi değil mi?"

"Küçük Hoca, "Daha başlangıçta önümüze açılmış bir tuzaktır yaşam," diyor, "haberimiz olmadan içine düştüğümüz... Oldubittiye getirildik. 'İşte dünya!' dediler önce, arkasından 'İşte ölüm!' dediler."


Sahibinin sesi - Sittirella marka

Şimal Yıldızı


Yazar: Cem Fakir
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2010
Yayınevi: NTV Yayınları

Kişisel yorum ve görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

Çok ağladım, çok gözyaşı döktüm bu kitabı okurken...
Çok kinledim, kahroldum, üzüldüm, etkilendim.
Fotoğraf veya çizimlerle donatılmış kitaplara karşı her zaman bi' zaafım olmuştur fakat elimdeki bambaşka bi' kitap. Kitap demek haksızlık; iki yıllık araştırmanın ürünü, muhteşem bi' arşiv çalışması. Tarihi, bizzat onu yazanların kelimeleriyle ve fotoğraflarıyla anlatıyor, yaşananları apaçık gösteriyor insana.
Artık "Kore Savaşı" nedir daha iyi biliyorum... 
Türk askerinin orada neden savaştığını da... Neden kan döküp can verdiğini de... Vücudunun bi' parçasını o topraklarda bıraktığını da...
Güney Kore'ye yetimhane kurduğunu, halkın yaralarını sarıp karınlarını doyurduğunu da biliyorum...
Neden Güney Korelileri bu kadar sevdiğimizi ve onlar tarafından bu kadar çok sevildiğimizi anlıyorum...

Şimal Yıldızı, kitaplığımın en değerlileri arasında yerini aldı.
Okumanızı isterim, satış fiyatının katbekat fazlasını hak ediyor bu kitap.
Bu teşekkürümü hiçbir zaman görmeyecek olsalar bile, başta Cem Fakir olmak üzere; bu arşivin oluşturulmasında emeği geçen herkese en içten, en kalpten teşekkürlerimi sunmak istiyorum.

Arka Kapak Yazısı:
"Şimal Yıldızı / Son Kore Gazileri, 1950 yılında henüz 20'li 
yaşlarındayken ülkelerinden binlerce kilometre uzakta, K
ore'de ateş hattına girmiş, bugün 80'ine gelmiş bir kuşağın 
hikayesini anlatıyor. Evlerine döndüklerinde bağrımıza 
basamadığımız, 60 yıldır bırakan hatıralarını, hatırlarını bile 
sormadığımız insanların hikayesini..."

ÖNSÖZ'den
"Sözlü tarihin bir disiplin haline gelmesi ve tarih bilimi içinde benzersiz bir arşiv değeri yaratmasının iki temel nedeni var: Ses ve görüntü. Böylelikle anlatılanlar değil, anlatanların vurguları, duyguları, psikolojileri,vücut dilleri de kayıt altına alınıyor; tarih gerek izleyenler gerek araştırmacılar için canlanıyor."

"Tarihi, geçmiş olmaktan çıkaran en önemli özelliği kayıttır. Koru, işaretle ve kaydet. İşte bir toprak kültürünün gelenekselleşmesi için vazgeçilmez üç koşul. İşte ülkemizde sıklıkla duyduğumuz "bizde insana değer verilmez" ifadesini ve gerçeğini değiştirmek için yalın ve etkin yegâne yöntem."
Gürsel Göncü

Altını Çizdiğim Cümleler:
"İkinci Dünya Savaşı tüm insanlık için büyük bir yıkım olmuştu. Milyonlarca insan ölmüş, ülkeler, kentler harabeye dönmüştü. İnsanlığın bu yıkımdan çok ağır bir ders aldığı sanılıyordu ama öyle olmadığı kısa sürede anlaşıldı. Savaşın ardından dünya yeni bir döneme giriyordu. Nazilere karşı oluşturulan ittifak sona eriyor, "Soğuk Savaş" yılları başlıyordu."

PİYADE ASTEĞMEN REFİK ERDURAN - 2. KORE TÜRK TUGAYI
"Türkiye'de esen hava bambaşkaydı. O zamanlar zaten komünizm öcüydü, paranoya vardı o konuda. Komünistlere karşı çıkmak vatan görevidir falan gibi görüşler yaygındı. Bir de NATO'ya kabul edilmek hikayesi vardı,. Şimdi Avrupa'ya girmek ne kadar ulusal idealimizse, o zaman da öyle bir hava estirilmişti 'Aman NATO'ya girmeliyiz. NATO'ya girmezsek Rusya'daki umacılar bizi yutar' havası yaygındı."

"Ülkenin kuzeyi Sovyetler Birliği'nin kontrolündeydi, güneyde ise Amerika Birleşik Devletleri hâkimiyet kurmuştu. 1949'un ilk aylarında iki ülkenin askeri kuvvetleri anlaşma gereği Kore'yi terk ederken geride kaos ortamı bırakmışlardı. İki büyük gücün desteklediği iki ayrı hükümet kurulmuştu. Kuzey'in lideri genç Kim İl Sung'du, karşısında ise Amerikan destekli Syngman Rhee vardı. Bu ideolojik gerilim çok geçmeden yerini sıcak savaşa bırakacaktı."

"Kore'ye asker gönderilmesini NATO'ya girmek için kaçırılmaması gereken bir fırsat olarak değerlendiren iktidarın yeni sahibi Demokrat Parti hükümeti, işi fazla uzatmadı. Bakanlar Kurulu, 18 Temmuz 1950'de Yalova'da 6,5 saatlik bir toplantı yaptı. Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın başkanlık ettiği toplantıya hükümetin iki ay önce göreve getirdiği Genelkurmay Başkanı Orgeneral Nuri Yamut da katıldı. Toplantıdan bir hafta sonra, 25 Temmuz'da Kore'ye asker gönderme kararı açıklandı.
Demokrat Parti hükümeti, ne Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde bu konuyla ilgili bir oturum yapmış, ne de muhalefete danışma gereği duymuştu. Kararın açıklanmasından bir hafta sonra, CHP'nin seçime gidilmeden önce 1950 Mayıs'ı başında yaptığı NATO üyeliği başvurusu bu kez Demokrat Parti hükümeti tarafından yinelendi.
Muhalefet, Kore'ye asker göndermeye karşı çıkmıyor, ancak kararın alınış biçimine itiraz ediyordu. CHP yönetimi, TBMM'nin onayı olmadan yurtdışına asker gönderilmesinin Anayasa'ya aykırı olduğunu savunuyordu. Muhalefetin itirazına rağmen hükümet kararından vazgeçmedi."

İSTİHKAM ER ZEKİ BAŞESGİOĞLU - 1. KORE TÜRK TUGAYI
"O zaman çok heyecanlıydık, gençlik vardı o zaman. Çok büyük propaganda vardı. Komünizm hakkında bizim beynimizi çok yıkadılar. Yalnız komünizm için gittim, yani komünistlerle savaşmak için gittim ben oraya, bütün idealim oydu. O zaman için katıldık ama şimdi baktığımda boşuna gittik."

PİYADE ASTSUBAY ÇAVUŞ FEHMİ ÖZTEKİN - 4. KORE TÜRK TUGAYI
"Bize göre doğru değildi. Bugün düşünüyorum, Türkiye nere, Kore nere? Niçin gittik? Niçin savaştık? İyi değil tabii. Memleketimizden kaç kilometre uzakta yani. Yani düşünüyorum bugün niçin gittik, niçin savaştık? Amerikalıların emperyalizmi uğruna gittik savaştık işte."

PİYADE TEĞMEN BAHTİYAR YALTA - 1. KORE TÜRK TUGAYI
"Tahsin Yazıcı, limandaki iş makinelerinde çalışan amelelere el salladı. Amelelerden ağlayanlar vardı. Bizi yolcu eden bürokratlardan kimsenin ağladığı filan yoktu ama, onlar ateşin, suyun adamları ağladılar. Bize çok dokundu bu. Ötekiler bize mesafeli ve resmiydiler."

"Türk Tugayı, Amerikan 9. Kolordu'sunun emrine verildi. Birleşmiş Milletler gücünün içinde yer alan her birliğe, muharebelerde kullanılmak üzere şifreli bir isim veriliyordu. Ortak gücün komutanı General MacArthur, Türk birliği için "North Star" yani eskilerin deyimiyle "Şimal Yıldızı" adını seçmişti."

PİYADE TEĞMEN BAHTİYAR YALTA - 1. KORE TÜRK TUGAYI
"Mübalağa etmiyorum, üst üste genç ölüler. Ben hayatımda böyle muharebe görmedim. Gırtlak gırtlağa birbirlerine girmişler. Kim? Kuzey Korelilerle Güney Koreliler. Niçin? Birisi komünist olmuş birisi demokrat olmuş. Orada farkına vardım ben ideolojinin tehlikesinin."

"Birleşmiş milletler Ordusu, Ocak ortalarında keşif amaçlı taarruzlarını başlatmıştı. 23 Ocak'ta ise Amerikan 25. Tümeni'nden gelen emirle Türk Tugayı bir kez daha cephe hattına sürülüyordu. Bu muharebeler daha sonra Kumyangjangni muharebeleri adıyla anılacak ve Türk ordusunun Kore'deki en önemli taarruzu olarak tarihe geçecekti."

PİYADE TEĞMEN RIFAT SÜMER - 1. KORE TÜRK TUGAYI
"Allah rahmet eylesin, bir havan mermisiyle öldü. Onu elimle gömdüm elbisesiyle filan. İnan hiçbir şey düşünemiyorsun. Biraz daha nefretin artıyor, biraz daha kinin artıyor belki ama yok yani, yok. Allah rahmet eylesin diyorsun başka da bir şey düşünemiyorsun. Katılaşıyor musun o hamurun içerisinde, adapte mi oluyorsun, robotlaşıyor musun? Bilemiyorum."

PİYADE ER MUSTAFA MERSİN - 1. KORE TÜRK TUGAYI
"23 Nisan gecesi bir baskın düzenlediler. Karşımızda 9. bölük var. Bağıra bağıra ölüyor çocuklar. Diri diri tutup esir götürüyorlar"

Bu sırada savaş tarihinin en trajik olaylarından biri yaşandı. 9. Bölük'te topçu ileri gözetleyicisi olarak görev yapan Üsteğmen Mehmet Gönenç, Türk topçularına kendi bulundukları bölgenin koordinatlarını verdi ve ateş açılmasını istedi. Genç subayın vasiyeti acı bir şekilde yerine getirildi.

PİYADE ÜSTEĞMEN HARUN VURAL - 1. KORE TÜRK TUGAYI
"Hiçbir dünya ordusunda onun vermiş olduğu bu emri kimse veremez. O çocuk yara alıyor, askerler 'Komutanım sırtımıza alalım seni getirelim' diyorlar. 'Benim gidecek vaziyetim yok' diyor, topçulara koordinatı veriyor. BM ordusunda böyle emir vermiş olan subay yok. Kendisi de şehit oluyor tabii. Bandırma'da lisenin ismini veriyorlar. Gidin görün, eğer giderseniz beni de götürün."

"Kore'ye gidenler vatanlarına uzak, ölüme yakındılar. Cephedeki her an bir havan ya da top mermisi sizi dağıtabilir, piyade kurşununa hedef olabilir veya mayına basıp parçalanabilirdiniz. Nitekim öyle de oldu.
Türk Birlikleri, üç yıl süren savaş boyunca resmi rakamlara göre 721 askerini Kore topraklarında bıraktı. Kayıplar da göz önüne alındığında bu sayı daha da artıyor. Kore'de şehit olanlar kiminin evladı, kiminin kocası ya da kader arkadaşıydı."

PİYADE ER MUSTAFA MERSİN - 1. KORE TÜRK TUGAYI
"En kıymetli arkadaşın yanında vuruluyor, sen Çinlilerin hepsini canavar şeklinde görüyorsun. O arkadaşın kinini sarıyorsun sırtına, öldüren Çinli yok onların arasında ama sen gördüğün Çinliye o öldürmüş gözüyle bakıyorsun. Sende ruh geriye kalıyor, ruh parçalanıyor."

"Esaret; dünyanın tüm ordularında hoş karşılanmayan bir olguydu. Türk ordu geleneğindeyse bir asker asla eslim olmamalıydı. Esir düşmek zayıflığın ve aczin göstergesiydi. Halbuki savaşta şehit olmak, yaralanmak ne kadar olağansa esaret de o kadar savaşın gerçeğiydi."

ALBAY CELAL DORA - 241. PİYADE ALAYI KOMUTANI
"Hiçbir surette esir olmak zilletini kabul etmeyiniz, canınızı severek 'belki öldürmezler' diye ümitlenmeyiniz. Silahsız, eli kolu bağlı ve hiçbir taraftan yardım göremeyecek olan bir insanın işkenceyle öldürülmesi veya ölüme mahkum edilecek tarzda ağır işlerde çalıştırılmasının ölümden çok beter olduğunu bilmelisiniz. Esir olmaktansa ölmeyi seve seve tercih etmelisiniz. Şayet ben de ihtiyarım haricinde ağır yaralanarak kendimi bilmez halde esir olmak bedbahtlığına maruz kalırsam, bana en yakın arkadaşımın elinde silahı yoksa bile bir taşla kafamı ezerek beni öldürürse kanımı anasının ak sütü gibi helal ederim."

PİYADE ASTSUBAY ÇAVUŞ FEHMİ ÖZTEKİN - 4. KORE TUGAYI
"Eşim hamileydi. Bir akşam cephedeydim, mektup aldım. Açtım okudum ki kız çocuğum olmuş. Ben ona çok üzüldüm. Eşime mektup yazdım 'Kız çocuğum olacağına hiç olmasaydı. Benim için hiçbir değeri yok' dedim. Bu da ona üzüldü. O yüzden birkaç ay bana mektup yazmadı. Ondan so nra çocuk ölüyor, kızım sizlere ömür. Bana öldüğünü bildiremedi. Ben Türkiye'ye geldikten sonra 'Çocuk nerede?' diye sordum. 'Çocuk beşikte.' Gittim baktım beşik boş. Ne oldu? 'Sen istemedin Allah da aldı' dedi. En üzüldüğüm konu bu. Çok dokundu bana o zaman, çok dokundu, ağrıma gitti. O şekilde söylediğime çok üzüldüm."

PİYADE ER MUSTAFA GÖLCÜK - 3. KORE TÜRK TUGAYI
"Aklıma geliyor, gece uykumun içinde yine aklıma geliyor, sinirleniyorum. Ne yapayım, ölene kadar unutmayacağım. Kulaklarım bile hâlâ duyuyor top seslerini."

TOPÇU ASTSUBAY :ÇAVUŞ MUHARREM KILIÇ - 3. KORE TÜRK TUGAYI
"Arkadaşlarımın mezarlarına gittim. 12 tane şehidimiz var, yedi tanenin mezarı yok. Bazılarını da alamamışlar yani. İşte, benim sınıf arkadaşıma gelince mezarını öptüm. Diğerlerinden ayırmamak lazım ama ne yapayım, artık o kadar olur. Onunla yedi sene beraber kalmışız. Onun mezarını öptüm, işte toprak da aldım, resmini de çektim. Yalnız mezarını öperken, gül dikeni hem bu sağ elime, hem yüzüme çarptı, kanım da arkadaşımın mezarına aktı. Şimdi demiştir ki, 'Siz neredesiniz, beni niye aramıyorsunuz?' O aklıma geldi, tabii orada da ağladım."

"Kore'de savaşanlar yurda döndüklerinde coşkulu kalabalıklar tarafından karşılanmışlardı. Devrin siyasileri onlar için en parlak nutuklarını atmış, gazeteler sayfalarını kahramanlık hikayeleriyle doldurmuşlardı. Siyasi hesaplar tutmuş, NATO üyeliği sağlanmış ve askerler görevlerini yerine getirmenin verdiği gururla memleketlerine dönmüşlerdi. Peki ya sonra?
Hikayenin bundan sonrası, toplumumuzun geleneksel vefasızlık örnekleriyle devam ediyor. Kore Savaşı'nın heyecanla takip edildiği yıllar artık çok geride kaldı, savaş da savaşanlar da unutuldular. Aradan geçen 60 yıla rağmen, Kore'de şehit olanlar ve kayıplarla ilgili ciddi bir çalışma yapılmış değil. arşivlerde duran binlerce belgeyse incelenmeyi bekliyor."

"Kore Savaşı'na "Unutulan Savaş" demek biraz işin kolayına kaçmak olur. Buna en güzel cevabı, gözünü kırpmadan ölüme giden gazilerimizden biri verdi: "Ne unutulan savaşı! Ben unutmadım ki."

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...