Bebek müjdesi bekleyenler...



Niyet ettim gayet ciddi bir gönderi yapmaya...
Başlamadan; az sonra aklıma geleni söyleyeceğim konuda elbette istisnalar var, onları ayrı tutarım.

Bir süre önce anneciğimle iki saat kadar sohbet ettik, dedikodu yaptık :)
Kardeşimden, kardeşimin tatlı kızından, ne çabuk büyüdüğünden konuşurken konu bir anda 'bebek' meselesine geldi.

Şimdi efenim, bizim -evlilikte  dört yılı devirmiş genç bir çift olaraktan- hala!!! bebek sahibi olmamızı dört gözle bekleyen insanların olduğu malum aile çevresinde.
Hani vardır ya, ''bebek var mı bebek?'', ''bebek yapsanıza-sevelim!'', ''ne zaman bebek yapacaksınız?'' diyen tipler.
Şeytan diyor; elinin tersiyle çak hepsinin ağızlarının ortasına!

Size ne efenim?
Siz mi bakacaksınız?
Siz mi gece uykunuzdan fedakarlık edip, siz mi paket paket bebek bezleri alacaksınız?
Siz mi 9 ay karnınızda taşıyacaksınız?
Siz mi emzireceksiniz?
Siz mi ateşi çıktığında panikleyip doktora koşturacaksınız?
Siz mi sağlığını, gelişimini, eğitimini, mutluluğunu, geleceğini düşünüp, koruyup-kollayacaksınız?
Sizin bu konuda ağzınızı açmaya ne hakkınız var?

Kafatasının içinde beyin taşıyanlardanım.
İsviçreli bilimadamlarının, totolarından, kafalarından, laboratuvarlarından uydurduğu-uygun gördüğü-geçerli saydığı IQ ve EQ testlerine göre de; oha! kadar beyinsel, yuh! kadar duygusal zekalıymışım.
Madem böyle bir beyin ve kalp verilmiş, hakkını verip kullanırım; düşünürüm ve hislerimi de işin içine katarım.
Ama öyle-böyle değil; ben ciddi ciddi düşünürüm.
Düşünmekten yorgun düşerim.
Başımın ağrısı beni bir şeyler okumaya veya uyumaya itinceye dek; düşünürüm.
Gördüğüm-duyduğum-okuduğum-hissettiğim her şey üzerine ciddi ciddi kafa patlatır, kendimle konuşur, kendimle çelişir, kendimle kavga eder, kendime ispat eder, kendi tezimi kendim çürütürüm.
Dün 'ak' dediğime, bugün 'karaymış meğer' diyebilirim.
Bu, benim inandığımın ardında durmadığımı değil; inandığım şeylerin doğruluğunu sorguladığımı, hatasını-açığını-tutarsızlığını görüyorsam, gerzeklikte ısrar etmediğimi, sırf bir fikri savunmuş olmak uğruna savunmadığımı, temellendiremediğim hiç bir fikri sabit tutmadığımı gösterir.

Bebek konusunda da, uzun süredir düşünüyordum.
Fikrimi anneme söyledim, dinledi ve hak verdi.

Bebekler için ölüp-biten, bir bebek gördüğünde kendini kaybeden, bebeğim olsun diye yanıp-tutuşan biri değilim.
Bebeklerin hepsinin muhteşem, güzel, masum, melek olduğuna da inanmam.
Bazen bir bebek görüyorum; oyuncak gibi... ağzım ensemde fiyonk oluyor ona bakarken, kaş-göz edip maymunluk yaparken.
Bazen bir bebek görüyorum; yareppim, şimdiden bu kadar sevimsiz, çirkin, iticiyken kimbilir büyüyünce nasıl olacak? diyorum.

Çalışıyorum, Sa.ban.cı ile akrabalığım olmadığı için de emekliliğe dek çalışacakmış gibi görünüyorum.
Günde 8 saat iş, 1.5 saat kurs, yol filan derken, 11 saate varan süre eve gelemediğim oluyor.
Sevgilim de çalışıyor, o da günde en az 9 saat ev dışında.
Ailem Türkiyede, ben burada.
Neyime güvenip bebek yapayım? sorarım size.

İnanıyorum ki; bi' bebek, hele hele daha bi' kaç aylıkken en çok annesine ihtiyaç duyar.
Kokusuna, sütüne, sıcaklığına, sesine, sevgisine, ilgisine...
Sen doğuracaksın, sonra da ''ne yapayım annelik iznim bitti, çalışmak zorundayım'' deyip bebeğini tanımadığın, bilmediğin insanlara para karşılığı bırakacaksın, sonra da bebek yapmış-büyütmüş olacaksın?
Annelik bu mudur?

Bebeğini;
Annesine/kayınvalidesine, ailesinden-kandan-candan sevgi dolu bir bireye emanet etme lüksüne sahip anneleri...
Gerçekten 'çalışmak' zorunda olan ve bu 'zorunluluk' durumu, hamilelik-doğumdan sonra ortaya çıkmış anneleri...
Çalıştığı halde, yokluğunu bebeğine zerre kadar hissettirmemeyi başaran -süper- anneleri...
Söyleyeceklerimden muaf tutarım.

'Anne' olan her kadının bebeği ile zaman geçirmesi, destek alarak veya desteksiz, bebeğini kendisinin büyütmesi, onun ihtiyaç duyduğu her saniye yanında olması ve enerjisini, sevgisini, ilgisini ona mümkün olduğunca vermesi taraftarıyım.
Doğal olan, olması gereken de bu değil mi?
Doğurduğu zaman, yavrularını günde 8 saat bir başka hayvana 'çalışmak' adına bırakıp giden bir hayvan var mı doğada?
Varsa, cahilliğime verin, duymadım bugüne dek.
Gerçekçi olalım; çalışan kadınlar -ne derlerse desinler- part time annelik yapıyorlar.
Saat 18:00'den sabah 07:00'ye dek... sonra ''anne işe gidecek, akşama iş çıkışı hemen gelecek annecim''lerle olmuyor annelik.
Ne kadar içleri rahat olursa olsun, ne kadar güvenilir ellere emanet ederlerse etsinler bebeklerini; limitli annelik yapıyorlar.
Bu, bana göre 'bencillik'... başka hiç bir şey değil.
Hem kendin acı çekeceksin, istediğin an yanında olamayıp-kokusuna doyamayıp... hem de bebeğini kendinden mahrum edip, ona acı çektirip, mutsuzluğa sürükleyeceksin.
Bunu yapmaya ne hakkımız var miniminnacık bebeğe?

Bu şartlar altında, anne olmanın mantığını anlayabilmiş değilim

Evden çalışan anneler var, ya da mesleğini bir kaç yıl süreyle askıya alabilen anneler...
Ya da kendi işinin sahibi, istediği an çocuğunun yanında olabilen, hatta ve hatta, çocuğu yanındayken işini yürütebilen anneler var.
Günde bir kaç saat çalışıp evine dönen, daha bebeği uyanmadan yanında olan anneler...
Yukarıda da dediğim gibi; istisnalar her konuda olduğu gibi, bu konuda da var.
İşte, o kadınlar aslında zoru başarıyorlar.
O kadınlar 'anne' olmanın hakkını sonuna dek veriyorlar.

Bir de şu açıdan bakalım;
Hadi, diyelim bir bebek yaptın.
Hayatını ona göre düzenleyeceksin.
Her şeyini...
Hamile kaldığın andan itibaren, artık sen ve sevgilin yok.
Önce bebek var..
Bebeğinin geleceği üzerine yapıyorsun bütün planlarını.
Harcamalarını-birikimlerini-zamanını-enerjini bebeğe göre planlıyorsun.
Önce ''bebek'', sonra sen ve sevgilin.
Bebek yapmamak, bir anlamda ''ben, bütün zamanımı-enerjimi-paramı sadece kendime ve sevgilime harcayacağım'' anlamına gelmiyor mu?
Bu bir tercih değil mi?
Neden insanlar buna saygı gösterip çenelerini kapamıyorlar?

Bu noktada başka bir konunun kapısını aralayayım; binlerce annesiz-babasız veya sözde annesi-babası olan ama yapayalnız bırakılmış bebek var.
Madem bir bebek yetiştirmek için yanıp tutuşacağım, neden o bebeklerden birinin elini tutup ona bir hayat, bir gelecek, sımsıcak bir yuva vermeyeyim?
Neden ''onlar elalemin çocuğu, ben kendim doğuracağım'' da ısrar edeyim?
''Bebeğin, senden ve sevgilinden bir parça olacak... diyenler olduğunu tahmin ediyorum.
''Anne olmadan, anneliğin ne anlama geldiğini bilemezsin, bu bir mucize!'' diyenler olduğunu...
Hayat, zaten başlı başına bir mucize değil mi?
Sevgilimle benim bir parçamızı alacak bebeğin büyüdüğünde; bağımlı, depresif, vicdansız, ciğeri beş para etmez, sevgisiz bir birey olmayacağının garantisi nedir?
Şimdilik bu konuyu kapıyorum.

Belki, Türkiyede olsam veya ailem burda olsa... farklı düşünürdüm.
Part time anneliğe içim yana yana razı olup, -gelecekte beni suçlaması pahasına bile olsa- anne-babamın sevgi dolup taşan kalplerine emanet ederdim bebeğimi.
Bilirdim ki; iyi yetiştirilecek.
Yetiştirilme dediğin iş, dört dil bilen, genç, bebek bakımı konusunda uzman, üç yerden referanslı, Slav ırkından taş gibi bakıcılarla olmuyor.
İsterim ki; bebeğim ninnilerle, kitaplarla, masallarla büyüsün.
Toprağa yalın ayak bassın ve ayağına minicik bir taş gelecek diye içi titreyen birileri tarafından, insan-hayvan-doğa sevgisiyle büyütülsün.
Bizimle oturup para karşılığı elimizi sıkacak birine, karakterini biçimlendirmesi için bebeğimizi nasıl emanet edebiliriz?
Yarın bir gün kalkıp; sen mi yetiştirdin beni? Çalışıyordun, neredeydim sana ihtiyacım olduğunda? derse... ne cevap veririm?
Ama... ile başlayan hiç bir cevap tatmin etmez ki, anne kokusunu günde bir kaç saate sığdırarak, ''annem nerde?'' diye soran gözlerle bakarak, ''annem gelecek'' diye camlarda bekleyerek büyüyen birini.

Hadi, diyelim bu konuda tamamı ile haksızım, yanlış düşünüyorum.
Bir şeye inanıyorum;
Ne yapıyorsan yap, hakkını vererek yapacaksın.
Bu annelikte de böyle.
Hakkını veremeyeceksen, yapmayacaksın.

Bu sebeple -allam yareppim, yine büyük konuşuyorum ama- şartlar değişene dek bebek yapmayacağız.
Değişmezse de ''neden yapmadık?'' diye başımızı duvarlara vurmayacağız.

Görsel: Google Images

Odra Nehri'nde Tekne Gezintisi

Üzerinden neredeyse yıl geçti, ben hala paylaşamadım :)
17 Temmuz 2011'de yaptığımız tekne gezimizden bahsediyorum.
Bizim için çok güzel ve huzurlu bi' gün olmuştu...

Boat

Boat Trip 1

Boat Trip 2

Boat Trip 3

Boat Trip 4

Boat Trip 5

Boat Trip 6

Boat Trip 8

Boat Trip 10

Boat Trip 9

Boat Trip 11

Boat Trip 7

Boat Trip 13

Boat Trip 14

Boat Trip 12

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Gece Güzelliği



Yazar: Onur Caymaz
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2010
Yayınevi: İletişim Yayınları


''Bu da Bonus :)


Onur Caymaz tanıdığım ve çok sevdiğim bir genç bir yazardır. (Ve ''Ezilmiş Leylaklar Kitabı'' adında bir öykü kitabı vardır, o sayede tanıdım zaten) Fuarda gözüme çarpınca ''haydi Ella da tanısın'' dedim. Umarım seversin.
İyi okumalar.


Leylağın en nadide dalı :) ''


yüz bin aman dedim bir buse aldım
hasılı ömrün kan bahasıdır
ŞAİR DERTLİ

Arka Kapak Yazısı:

Hikâyeler, onlara…
Sevgiden hep alacaklı çıkanlar. Eşya satarak geçinen soylu, hüzünlü zenginler. Otelleri seven, otellerden hayat çıkaran dullar. Adı bile yoksul anlamına gelen işsizler. Üveyler, her yerde eğreti duran, dürüst, çocuk gönüllü yabancılar. Başkaları adına da utanabilenler. Her zaman, az biraz yakın olanlar ihanete. Önünde biri eğilecek diye ayakkabı boyatmayan, İETT'den emekli hacı amcalar. Gazetelerin sadece üçüncü sayfalarında gördüklerimiz. Öleceğini öğrenip uzun yolculuklar kuranlar. Misafire kahve ile likör ikram etmekten vazgeçmeyenler. Geçmişin peşine düşmüş dalgınlar. Güneydoğu’da savaşmış, hiç tanımadığı birilerini öldürmek zorunda kalmış askerler.

Hikâyeler, onlara…
Pavyona hiç gitmemiş halk çocuklarına. Bir ayağı faşizmde, anlamı kapı dışarı etmiş, zar atma delisi olmuş “büyük” şairlere.

12 eylül 1980’in devrimcileri, o güzel insanlara, hayatı yakılıp yıkılanlara.

Hikâyeler; ipini kendi çekenlere, en çok da onlara.
Belki de hikâyelerimi hiç okumayacak olanlara.


Altını Çizdiğim Cümleler:
''Kahve deyince duracaksınız; kırk yıl hatırı olan başka şey var mı şu alemde. Şukufe'nin çocukluğunda kahve, padişaha özel, ayrı bir cezvede pişirilir, bir bardak suyla ikram edilirmiş. Padişah hazretleri, içmeden önce fincanın üzerindeki köpüğe parmağını değdirir, o kahveli parmağını da su dolu bardağa sokarmış. Su mavi renk alıyorsa fena; zehirli demekmiş zira. Su neden azizmiş, düşünün tekrar...
O günlerden kalma bu alışkanlık, gel zaman git zaman sızıvermiş hayatımıza. Yıllardır kahvenin yanında, hafif soğuk olması kaydıyla hep su getirilir. Çoğunluk bilmez; aslında o su, kahveden önce ağız çalkalamak içindir, kahveden sonra içmek için değil. Sevdiğin şeyin tadı, mümkün olduğunca çok kalmalıdır insanın ağzında. Hem mazinin güzel insanları, o bardaktaki suyun tamamını da içmezmiş. Azlığın, yetinişin insanıymış onlar.''


''Nerden mi biliyorum? Hikayeyi anlatan benim çünkü... Her şey benim ayarladığım biçimde olacak. Az önce Binali, annem hayattaysa hayat neredeydi, diye soruyordu. Ellerimin arasındadır işte hayat, kalemimin ucunda. Ne varsa bu kalemde var zaten, insanın kaleme her zaman borcu var.''


''Önemsiyor olsaydın yazmayacaktın bunları. Yazmayacak, sevdiğin çiçekler gibi ömür boyu saklayacaktın. Çünkü sadece sevdiğini saklar insan. Alış buna; Unutulur geriye kalan ne varsa. Unutmak da değil aslında; biriken günler, anlar, hatıralar kaybolur, parlayıp karanlığın içinde yokluğa karışan kibrit alevi, uçup gider zamanla.''


''Ona ne çok yardım etmiştin. Hesabını tuttuğundan değil, sadece üzülüyorsun. Sen çok güzelmişsin de, ondan güzel insan eylemeye çalıştın... Hep yarım, hep eksik, hep bardaklar düşüp kırılıyor, yüzün hep ince heykelmiş de sıcak evden soğuk kasım ikindisine çıkınca  çatlayıp dağılıyor. O kırık ilerliyor bedeninde, ikiye ayrılıyorsun, bölünüyorsun, parçalanıyorsun gittikçe, insan bu kadar çerden çöptenken Kaş'taki antik tiyatronun bunca uzun yaşamış olmasına şaşırıyorsun.''


''Dinle şimdi.

Bir evin duvarında yıllarca asılı duran resim, hemhal olur duvarla. Çerçeveleri, betonun parçasıdır artık. İşte insan da böyledir erenler, içinde biriktirdiği şeye benzer zamanla. Derken günün birinde, ola ki taşınırken -bir evden ya da kendinden- birisi alıp çekiverir resmi yerinden.
O vakit odada, az önce resmin durduğu yerde, garip bir boşluk peyda olur. Ötekilerden temizdir, kirlenmemiş... Toz zerresi bile bir kez olsun değmemiştir o boşluğun göğsüne, benzersizdir.

Benzersiz kalan kimsesizdir.''

Keyifli okumalar.
(10.05.2012)

Yolun yarısı eder...




Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.

Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?

Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan.

Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız,
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.

Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.

Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?

Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.

Cahit Sıtkı Tarancı

Görsel; Deviantart / The Sky by be-yoself

Haruki Murakami fırtınası



Malumumuz; bugünlerde Haruki Murakami'den bahsetmek / kitaplarını okumak moda :)
1Q84'ün Türkçe'ye 2011 sonunda çevrilmiş olması ve benim kitap kurdu, güzeller çirkini kardeşim Lou Salome'nin bu kitabı (kitap değil aslında, görünüş itibariyle aynen takoz, Meydan Larousse'un minyatürü de sayılabilir) bir solukta okumuş olması beni tetikledi :)

Beni takip edenlerin bildiği gibi, en yakın arkadaşlarımdan biri Macaristan'a yerleşti ve beni burada yalnız bıraktı.
Giderken, ''Sen bunlara bayılırsın ama dikkat et, yine tuvalette okurken işe geç kalma'' diyerek üç adet Haruki Murakami kitabını bana hatıra bıraktı. Ben kitaplara sevinirken, o n'aptı? Bana, o anda sevinçten acısını anlayamadığım bir kazık atarak, 'American Gods' kitabımı ''Bir dahaki gelişimde söz, geri getireceğim'' yalanıyla indira gandiledi :)

Ben böyleyimdir; paramı al, zamanımı çal ama kitabıma dokunma kardeşim! :)
Bu konuda -Polonya'ya geldiğimden beri Türkçe kitap bulamadığımdan ve İngilizce kitaplar hem kısıtlı, hem de Lehçe kitapların en az iki katı pahalı olduğundan - cimrileştim :)

Yokluğu hala yüreğimi acıttığı için (arkadaşımın yokluğu elbette- American Gods'ın değil!) gittiğinden beri bu kitaplara el sürmemiştim.
Son görüşmemizde, hala sabahları tuvalette kitap okumaya kaptırdığım için tramvaya yetişemeyip işe geç kalıp kalmadığımı sordu... :)))
Evet, ara sıra işe geç kalıyorum, tuvalette bile kitap okuyorum ve heyecanlı bir bölümdeysem okumaya fena kaptırıp dünyayı unutuyorum. Bu okuma aşkı bir gün başıma dert olacak ya, hadi hayırlısı :P
Dün kitaplarımın tozunu alırken bu konuşma aklıma geldi ve 'madem benim de Murakami kitaplarım var, 1Q84'ü Türkçe okuyana dek bu üç kitabı okuyayım dedim' kendi kendime :)

Sahip olduğum kitaplar;
Norwegian Wood,
After Dark
Blind Willow, Sleeping Woman.

Hangisinden başlamam gerektiğini bilemedim :/
Var mı aranızda Murakami fanatikleri, bana ''şundan başla, sonra şunu oku, şunu en sona sakla'' diyebilecek arkadaşlar?
Var mıdır Murakami kitaplarını okurken sıralama yapmamı gerektirecek durum?
Yoksa elimdeki kitabımı bitirdiğimde, 'portakalı soydum başucuma koydum' metoduyla okumaya başlayacağımdır :)
Hadi ojeli parmaklar klavyeye, tavsiyeye ihtiyacım var.

Bugünün şarkısı bu olsun, en cıstaklısından... içimden geldi :)
İçimdeki David Guetta sevgisi bambaşka! :)
Buraya bir Tık!

Ye, Dua Et, Sev / Eat, Pray, Love



Yazar: Elizabeth Gilbert
Çeviri: Gamze Bulut /Zeynep Kumruoğlu
Orijinal dili: İngilizce
Basım yılı: 2006
Yayınevi: Pegasus Yayınları

''Yaptığın her şeyden mutluluk duyman dileğimle ^^
Ocak' 12 / eflatunkedi''

Elizabeth Gilbert'ın Ye, Dua Et, Sev Kitabına Övgüler

''Okumaya değer, eğlenceli... O ve sevgilis Bali'de gün batımına doğru yelken açtığında, Gilbert beni kendine hayran bıraktı. Liz, ruhsal yaralarını ve pop-kültürü dünyasındaki inanç arayışını gözler önüne seren çok cesur bir kadın.''
The Washington Post

''Gilbert'in coşkunluğu ve kendisiyle dalga geçmesi olayların gidişatına neşe katıyor: İlk kez Tanrı'yla konuşma girişiminde bulunduğu anı hatırlayarak şöyle diyor: Kendimi 'Her zaman işlerinizin büyük bir hayranı oldum' demekten alıkoymak için yapabileceğim tek şey buydu.''
The New Yorker

''Gilbert'ın romanı en içgörülü ve en neşeli arkadaşınızın karşılaştığı şifacıları, eski bağımlıları ve (evet!) kibar, yakışıklı erkekleri anlattığı bir günlük gibi.''
Glamour

''İlgi çekici, zekice ve çok eğlenceli bir anı romanı... Hindistan'da geçirdiği zaman üzerine anlattıkları güzel, dürüst ve paçuli kokulu belirsizliklerden muaf.''
Time

''Bir arkadaş -ve bir yazar- Gilbert saf bir güven duygusuna sahip, cömert, sevecen ve dokunaklı biri.''
The Boston Globe

''Gilbert'ın dili geveze ve derin, kendinden emin ve kendisiyle alay eder nitelikte... İşte bu, romanını ilgi çekici ve etkileyici kılıyor.''
San Francisco Chronicles

''Emin olun, bu eğlenceli Ye,Dua Et, Sev -sonsuz yeteneğe sahip Elizabeth Gilbert tarafından yazılan otuzlu yaşların anı romanı- sadece kadınlar için değil, beyler.''
GQ

''Canlılık, neşe ve içgörüyle anlatılan, ilgi  ve anlamlı bir yolculuk. Gilbert'tan önce de bu tür anı romanları yazıldı, fakat çok azı bundan daha başarılıydı... O karşı konulmaz bir insan mıknatısı, müptela bir keşifçi, muhteşem bir hikayeci ve esprili.''
Seattle Post Intelligencer

''Mutlaka okunmalı. Carry Bradshaw'un haftalık köşe yazısını, sevgili New York'unu ve üç arkadaşını bırakıp dünyayı gezdiğini düşünün.''
Elle

''Bu sürükleyici, cezbedici gezi romanında, gazeteci Liz Gilbert bir yıllığına İtalya, Hindistan ve Endonezya'yı kapsayan bir yolculuğa çıkıyor... Şanslıyız ki öğrendiği şeyler tamamıyla aktarılabilir.''
Marie Claire

''Kitapta boşa harcayacağınız tek bir an bile yok, çünkü Gilbert, korkusuz, eğlencel, keyifli, atılgan ve zeki. Gilbert'ın duygusal ve cüretkar yolculuğu, eğlenceli olduğu kadar, aydınlatıcı da.''
Booklist

''Gikbert'ın anlatımdaki ustalığı tartışılmaz... Eğlenceli, kendini alaya alan, oldukça zeki... Gilbert samimi bir arayışçı ve gözüpek bir spritüelcidir, onun bu başarısını alkışlamamak imkansız.''
Salon.com

''Spiritüel bir yolculuğun samimi hikayesi. Fakat aynı zamanda, sempatik karakterler ve mizahi öğelerle yüklü hızlı bir seyahatname... Bu derin kişisel hikaye eğlenceli ve ilham verici. Gülecek, ağlayacak ve kalbinizi daha da açarak seveceksiniz.''
Rocky Mountain News

''Hızlı tempoda ilerleyen bir spritüel anı. Aynı zamanda şahane metaforlar, muhteşem mini-karakter portreleri, ilahi deneyimler, samimice ruh-arayışı, bol miktarda enfes karbonhidrat, yakışıklı erkekler ve hatta Büyükanne'nin evine giderken yanınızda götürebileceğiniz  bazı şeylerle yüklü... Gilbert, bir kahramanın yolculuğunda samimi, eğlenceli ve sevecen bir hacı.''
The Oregonian (Portland)

''Birçok okuyucu Elizabeth Gilbert'ın Ye, Dua Et, Sev kitabını bir solukta okuduklarında, sıradan görünenin altındaki derinliği hissedecek ve buna gıpta edeceklerdir.''
St Louis Post-Dispatch

''Konuşkan ve komplocu bir tarzı olan Gilbert, tarih, alıntılar ve izlenimleriyle birlikte çarpıcı durumunu detaylı bir şekilde anlatıyor.''
Publishers Weekly

''Elizabeth Gilbert, sadece dürüstlük, kendini ifşa etme ve ustalıkla yazmakla gelebilecek bir mizah, anlayış ve cezbedicilikle bizi hac yolculuğuna çekiyor.''
Jack Kornfield

''Bir yazarın bütün hayatını paketleyip yola düştüğü buna benzer bir macerayı hiç okumamıştım.''
Alan Richman

''Elizabeth Gilbert'ta, gezdiği büyülü yerlerde size rehberlik etmesini istemeniz için her şey var: O, bilge, neşeli, insancıl, komik, ruhani, yürek parçalayıcı ve tanrısal, üstelik gerçekten önemli olan şeylere dikkat etmesini biliyor.''
Anne Lamott

''Bu olağanüstü kitabı çok sevdim.''
Hillary Clinton

''Bugünlerde sokaktaki kadınların neredeyse hepsinin elinde Ye, Dua Et, Sev'i görüyorum. Elizabeth'i programıma çıkarmak için oldukça sabırsızlanmıştım.''
Oprah Winfrey

Arka Kapak Yazısı:
''Saat sabahın üçüdür ve Elizabeth Gilbert banyonun taşları üzerinde hıçkırarak ağlamaktadır. O, otuzlu yaşlarındadır ve bir kocası, bir evi vardır. Kocasıyla bebek sahibi olmaya çalışmaktadırlar ve o bunu istemediğinin farkına varır. Acı verici bir boşanma süreci ve hemen sonrasında tutkulu bir aşk yaşar. İçindeki boşluğu doldurmanın peşine düştüğü bir yolculuğa çıkarak haz, dinsel inanç ve dengenin arayışına girer. Roma'da yakışıklı bir İtalyan'dan İtalyanca öğrenecek, on beş kilo alacaktır; Hindistan'da ruhunu aydınlatacak ve kendini Tanrı'ya adayacaktır ve Endonezya'nın Bali Adası'nda dişleri olmayan bir şifacıdan huzurun yeni bir tanımını öğrenecektir. Mutluluk yavaş yavaş onu sarmalamaktadır.''

''Gilbert gibi ilgi çekici bir tarza sahip yazar kolay bulunmuyor. Onun zekice kurgulanmış ifadeleri sizi kendisine çekiyor, mizahi anlatımı ve konuşma dili yazım tarzıyla sizi yakalıyor.''
New York Times

''Çöküntüler ve yeni başlangıçlar yapanlar için bu kitap 'hepsini içeren' bir yapıya sahip. Ve bütün bunlar hiç de karmaşık olmayan bir tarzda kaleme alınmış.''
Easy Living

''Kitabı çok sevdim ve kadın kahramanın yazarak tüm yaralarını  sarma isteğini nalayabiliyorum.''
Meg Ryan

''Bu büyüleyici kitabı okumayı henüz bitirdim. Göründüğü gibi hafif değil. İnanılmaz bir derinliğe sahip ve mükemmel bağlantılar kuruyor.''
Minnie Driver


Altını çizdiğim cümleler:
''Bir bebek sahibi olmak yüzüne bir dövme yaptırmaya benziyor. Yapmadan önce bunu gerçekten yapmak isteyip istemediğinden emin olmalısın.''


''Yolculuğa olan aşkımda, diğer aşklarımda olmadığım kadar sadık ve sabitim. Yolculuğa karşı, tıpkı yeni anne olmuş, mutlu birinin, başa çıkılması imkansız, sancılı, yerinde duramayan bebeğine hissettiklerini hissediyorum; tek farkla: Başıma ne getireceğini umursamıyorum. Çünkü ben buna tapıyorum. Çünkü bu bana ait. Çünkü bu tam bana benziyor. İsterse her yerime kusabilir, umrumda değil.''


''Freud'un bu tür ruhani avuntular hakkında ne söyleyeceğini de biliyorum tabii ki; mantıksız olduklarını... ''Güven hak etmiyorlar. Deneyimler gösteriyor ki dünya bir çocuk yuvası değil.'' Katılıyorum, dünya bir çocuk yuvası değil. Fakat bu dünyanın son derece zorlu olduğu gerçeği, neden bazen huzur bulabilmek için daha büyük bir otoriteye başvurarak onun yargı alanından çıkmanız gerektiğini açıklıyor."


" Virginia Woolf şöyle yazmış: ''Bir kadının yaşantısının geniş kıtalarına, bir kılıcın gölgesi düşer.'' Bu kılıcın bir tarafında, 'hepsi doğru' olan töre, gelenek ve düzen yer almaktadır. Fakat kılıcın diğer tarafında, eğer onu geçecek ve töreye uymayan bir yaşam seçecek kadar çılgınsanız, 'her şey karmaşadan ibarettir. Hiçbir şey sıradan bir yol izlemez.' Onun argümanı, o kılıcın gölgesini geçmenin, bir kadına çok daha ilginç bir varoluş sunabileceğini, ama bunun aynı zamanda daha tehlikeli olacağına bahse girebileceğinizdir.''


''Ya da belki deSicilya'ya sadece Goethe'nin söyledikleri için gitmek istiyorumdur: Sicilya'yı görmeden, kişi İtalya'nın neye benzediğine dair net bir fikre sahip olamaz.''


''Burayı hemen seviyorum. Siraküza'da, ayaklarımın altında tam üç bin yıllık bir tarih yatıyor. Burası Roma'nın Dallas gibi görünmesine sebep olacak kadar eski  bir uygarlığın mekanı. Efsaneye göre Dadalus, Girit'ten buraya uçmuş ve Herkül bir zamanlar uyurmuş.Siraküza, Tukididis'in 'Atina'nın kendisinden hiç de aşağı kalmayan bir şehir' olarak tanımladığı bir Yunan kolonisiymiş. Siraküza, Antik Yunan ve Antik Roma arasındaki bağ. Antikitenin pek çok iyi oyun yazarı ve bilim adamı burada yaşamış. Platon buranın 'ilahi bir kader aracılığıyla' belki kanun koyucuların filozof ve filozofların da birer kanun koyucu olabileceği ütopik deney için ideal bir yer olduğunu düşünmüş.Tarihçiler, retoriğin ve aynı zamanda olay örgüsü kavramının -ve bu sadece ufak bir şey- Siraküza'da oluşturulduğunu söylerler.''


''Kuralları ne olursa olsun, hiçbir kent, -diye yazmış Platon- yurttaşları ziyafet vermek, içmek ve kendilerini aşkın içinde bitkin düşürmekten başka  bir şey yapmadığında barış içinde yaşayamaz.''


''Benim hayatımdaki trajediler, hep kişisel ve büyük ölçüde tarafımdan yaratılmış şeyler oldu: destansı bir eziyet değil. Ben bir boşanma ve bir depresyon geçirdim, bir kaç yüzyıllık ölüm saçan bir tiranlık değil. Bir kimlik bunalımına girdim, ama bunu çözmeye çalışacak kaynaklarım vardı (maddi, sanatsal ve duygusal). Yine de, nesiller boyunca Sicilyalılara haysiyetlerini korumalarında yardımcı olmuş olan ve bana da benimkini iyileştirmemde yardım eden aynı şeyi söyleyeceğim; kısaca, hazzın takdiri, kişinin haysiyetini korumak için bir dayanak noktası olabilir.''


''Sorun şu ki, yeni bir tavuğu sürüyle tanıştırırken çok dikkatli olmalısınız. Eski tavuklarla birlikte öylece içeriye atamazsınız, yoksa onu bir istilacı olarak görürler. Bunun yerine yapmanız gereken, gecenin bir yarısı diğerleri uyurken yeni kuşu tavuk kümesinin içine yerleştirmektir. Onu sürünün yanında bir tüneğe koymak ve parmak uçlarınızda oradan sıvışmak. Sabah tavuklar uyandıklarında, sadece, 'Geldiğini görmediğime göre, hep buradaydı herhalde,' diye düşünerek yeni gelenin farkına varmazlar.''


''Yoga, Sanskritçeye 'birlik' olarak çevrilebilir. Temelde 'boyunduruğa girmek', yani bir göreve tıpkı bir öküzün disipliniyle bağlanmak anlamına gelen yuj kelimesinden gelir.''


''İnanç sıçraması, olarak nitelendirilen şeyin bir sebebi var, çünkü herhangi bir ilahilik fikrine razı olma kararı mantıklı olandan bilinmez olana doğru yapılan güçlü bir sıçrayıştır ve bütün dinlerin tutkulu bilginlerinin sizi yığınla kitapla oturtup, size metinler aracılığıyla imanın mantıklı olduğunu kanıtlamaya çalışıyor olmaları umurumda bile değil, mantıklı değildir. Eğer iman mantıklı olsaydı, tanımına göre o iman olmazdı. İman göremediğiniz veya kanıtlayamadığınız veya dokunamadığınız şeylere duyulan inançtır. İman yüzünü karanlığa doğru çevirip tam sürat ilerlemektir.''


''Suçluluk yalnızca kendi egonun sana ahlaksal ilerleme kaydettiğini düşündürerek seni yanıltma biçimidir.''


''Evrenin kocaman dönen bir makine olduğunu düşün, dedi. Bunun çekirdeğine -tekerleğin tam merkezine- yakın durmayı istiyorsun, bütün o çılgınca fırıl fırıl dönüşün gerçekleştiği yer olan ve yıpranıp delirebileceğin kenar kısımlarına değil. Dinginliğin merkezi... kalbindir. Tanrı'nın senin içinde yaşadığı yer orasıdır. Bu yüzden, yanıtları dünyada aramayı bırak. Yalnızca bu merkeze doğru ilerlemeye devam et, her zaman huzuru bulacaksın.''


''Bali'de nüfusun çoğunluğunun ister kız ister erkek olsun, çocuklarına verdiği yalnızca dört isim var. Bu isimler Wayan (Vayen okunur), Made (mahDEY), Nyoman ve Ketut. Tercüme ederse bu isimler basitçe Birinci, İkinci, Üçüncü ve Dördüncü anlamına gelir ve doğum sırasını gösterirler. Eğer beşinci Çocuğa sahip olursanız, yeniden isim döngüsünün en başına dönersiniz. Böylece beşinci çocuk aslında, ''Wayan Üssü İki'' gibi bir şey olarak tanınır. Bu böyle devam eder. Eğer ikizleriniz varsa onları doğum sıralarına göre isimlendirirsiniz. Bali'de temel olarak yalnızca dört isim olduğu için (elit sınıftakilerin başka isim seçenekleri vardır) iki Wayan'nın birbiriyle evlenmesi oldukça mümkündür (aslında çok yaygındır). Ve doğan ilk çocuklarının adı da tabii ki Wayan olacaktır.''


''Bali'de doğduğunuz gün, doğduğunuz yıldan daha önemli. Bu bu yüzden Ketut bile kaç yaşında olduğunu bilmiyor. Bana Perşembe günü doğan çocukların yöneticisinin Yok Edici Şiva olduğunu ve bu günü yöneten iki hayvan ruhunun da aslan ve kaplan olduğunu söyledi. Perşembe günü doğan çocukların resmi ağacı banyan. Resmi kuş tavus kuşu. Perşembe günü doğan biri her zaman önce konuşur, başkalarının sözünü keser, biraz öfkeli olabilir, yakışıklı olmaya eğilimlidir (Ketut'un deyimiyle çapkındır), ama düzgün bir genel karakterin yanı sıra harika bir hafızası ve diğer insanlara yardım etme tutkusu vardır.''


''Başka dinden biriyle tanışırsan, o da seninle Tanrı konusunda konuşmak isterse diye bir fikrim var. Fikrim şu: Bu adam Tanrı hakkında ne derse dinle. Onunla Tanrı hakkında sakın tartışma. Söylenebilecek en iyi şey: 'Sana katılıyorum.' Sonra eve git, istediğin gibi dua et. İnsanların din konusunda barış içinde olması için benim fikrim bu.''

Keyifli okumalar :)
(08.04.2012)

PUSLU KITALAR ATLASI



Yazar: Oktay İhsan Anar
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 1995
Yayınevi: İletişim Yayıncılık

''Ella'cım,
Adını öğrensem de ben seni Ella olarak tanıdım, öyle kalsın.
Antalya'dan sana kocaman bir kucak dolusu sevgiler yolluyorum. Keyifle okuman dileğiyle...''
Leylak Dalı
20 Şubat 2012

''Boşluğun üzerine dünyayı yayat
Ve hiçliğin üzerine dünyayı asar.''
EYÜB 26:7

''Ey parlak yıldız, seherin oğlu, göklerden nasıl düştün! Sen ki, milletleri devirdin, nasıl yere yıkıldın! Ve kendi yüreğinde derdin: Göklere çıkacağım, tahtımı Allah'ın yıldızları üzerinde yükselteceğim ve ta kuzeyde cemaat dağında oturacağım: Bulutların yüksek yerleri üzerine çıkacağım, kendimi Yüce Allah gibi edeceğim.''
İŞAYA 14:12

Önsöz:
Yeni Roman Ülkelerinde...
''Mutlu yazar, azdır. Belki de yoktur. Ama mutlu okur vardır. O mutlu okurlardan birisi olduğumu duyumsarım zaman zaman. ''Don Quijote'yi okumak, yeniden okumak, kimi mutlu kılmaz? ''Bugün neye inandığı'' sorulunca, Milan Kundera ''Cervantes'e mi demişti, ''Don Quijote'ye'' mi demişti?
Kemal Tahir'in çalışma masasında bir Faulkner görünce heyecanlanmıştım.
Şimdi bir gıdım Almanca'm varsa,''Şato''nun, ''Amerika''nın, ''Günlükler''in  Türkçe'ye bir hayli geç çevrilmesinden ötürüdür. İki gıdım İngilizcem ise, Faulkner gölgesiyle Woolf gölgesiyle, Joyce korkusuyla da.
Günün birinde İhsan Oktay Anar'ı tanıdım. Önce 'Tamu''yu, sonra ''Puslu Kıtalar Atlası'' ile ''Kitab-ül Hiyel''i okudum. Dosya olarak.
''Puslu Kıtalar Atlası'' üzerine yazmadan önce, romanın bilgisayar çıktısını yeniden okudum. Kimbilir kaçıncı kez aynı duyguyu yaşıyordum: Metnin elyazısıyla başka, daktiloyla başka, düzelti aşamasında başka,kitaplaştığında yine başka, hatta bambaşka duruşlarını Anar'ın kitabını benim kitabımmış gibi izledim, algıladım. Roman gittikçe haberleşiyordu.
Anar, önceleri bir ''içerikçi yazar'' gibi göründü bana. Yeni bir dil getirmek istemez gibiydi. Sonraları, tarihlerden yeni tarihler, ülkelerden yeni ülkeler, kişilerden de yeni kişiler üreten bir ''ravi-yi ahbar''ın özdili niçin böyle olmasın diye düşündüm.
''Ve sonsuz sayıda kitaptan da tek bir kitap üretmek'' diye ekledim.
Bir ''falname''de, erkek çocuğun eline mürekkep damlatılarak bakılan bir fal türüyle karşılaşmıştım. Kafamda yazılmayı bekleyen bir hikayeye cuk oturmuştu. Yazdım. ''Hikaye Sehpanın Üzerinde.''
Sonra, çok benzeri bir hikayeyi Borges'te gördüm. Benim hikayeyi yırtıp attım. Onu bir daha anımsamamalı, anmamalıydım.
Edebiyat tarihince, kimbilir kaç yazar,bilerek ya da bilmeden Borges yordamıyla yazmıştır.
Yazmıştır da, ''öyle'' yazma yordamını imzalayan, Borges oldu.
Anar'ın kitaplarını okuyunca, onun kaç bin tarih yapıtı okuduğunu pek merak ettim. Bu merak, tarihsel bilgi ve sezgiler'i bitiştiren, bağdaştıran, yeniden üreten romancı Anar harcı'nı merakla noktalandı. Artık öncesini hiç sormuyordum. Anar, özel yordamıyla imzayı basmıştı.
Bir okur olarak mutluydum.
Önümde yeni kişilerin yaşadığı yeni ülkeler açılıyordu.
Ve bir gıdımlık tarih okuyorsam, o alandaki okumalarımı yeni bir keyifle, hatta yeni bir bakışla sürdüreceksem, bu da Anar'ın bana verdiğidir.
Eklemeli: tarihsel romanlar mıdır Anar'ın yapıtları? Hayır, romanlardır. Tarihsel olan'dan yeni bir roman çıkarmak, romanı da yeniden tarihselleştirmektir ama.
Romana böyle genç bir yaşta üç baba yapıtla buyurup gelen Oktay İhsan Anar'a selam olsun.
HULKİ AKTUNÇ

Arka Kapak Yazısı:
''Yeniçeriler kapıyı zorlarken düşler üstüne düşüncelere dalan Uzun İhsan Efendi, kapı kırıldığında klasik ama hep yeni kalabilen bir sonuca ulaşmak üzeredir: ''Dünya bir düştür.Evet, dünya... Ah! Evet, dünya bir masaldır.'' Kendini saran dünyayı düşleyen bir haritacının, düşlerinden devşirdiklerini döktüğü Puslu Kıtalar Atlası adlı kitap oğlunun eline geçtiğinde onu kendisinin bile tahmin edemeyeceği maceralara sürükler, oysa yaşayacakları elindeki kitaba çoktan yazılmıştır.''

Geçmiş üzerine, dünya hali üzerine, düşler ve ''puslu kıtalar'' üzerine bir kitap. Hulki Aktunç'un önsözüyle...

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikayet ve beyan etmişlerdir ki, kun-ı kainattan 7079, İsa Mesih'ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Konstantiniye derler tarrakası meşhur bir kent vardı. Ceneviz taifesinin buraya ilk gelen gemilerine karanlıkta uçan bir ak martının yol gösterdiği, ancak salimen karaya vasıl oldultan sonra dümencileri olacak Pundus nam kafirin bu martıyı Mesih addederek yuvasını arayıp bulduğu ve itikatlarınca İsa'nın etini yemek sünnet olduğundan kuşu kızartıp yediği rivayet olunurdu. Eskiler, bu martının yuvasının bulunduğu yere Ceneviz kavmının yüksek bir kule diktiklerini rivayet etmişlerdir ki, sonraları Galata Kulesi diye nam salmış bu heybetli yapının tepesinde, yalı adamlarının dürbünle, yiğitlerin ise çıplak gözle, Bursa kentinin Uludağ'ını seçtikleri söylenegelmiştir. Ne var ki bu şayianın, ziyaretçilerden bahşiş koparmak hevesiyle kuledeki yangın gözcüleri tarafından okunan bir kurt masalı olduğu da ağızdan ağıza dolaşmıştı bir zamanlar. Beher yangın için, eğer vaktinde tespit edilirse yirmi akçe ikramiye, edemezlerse yangın sönene kadar saat başı yirmi değnek ceza alan bu adamlara hazine-i humayundan on akçe helal yevmiye verilirdi."

İlk defa, bir kitabı okurken not almak için elime kalem almadım.
Beklentilerim çok yüksekti bu kitaptan, yıllardır, okudum-okuyacağım, aldım-alacağım diye diye ertelediğim, erteledikçe merakımın arttığı, erteledikçe beklentimin yükseldiği bir kitap haline gelmişti.
Okudum... yaşadığım hayal kırıklığı değil, hatta bazı bölümlerini çok keyifle okudum ama beklediğim kadar ''muhteşem!'' bir kitap çıkmadı.
Zaman zaman sıkıldığım oldu.
Çizilen İstanbul ve Anadolu portresini hayal ettikçe, içime fenalıklar bastı.
Uzun aralar verdim, elime alıp okuyasım gelmedi bazen.
Belki de havaların saçmalamasının üzerimdeki etkilerinden biriydi bu isteksizliğim... ama bitirdim, içimde uhde kalmadı :)
Okuyun kararı siz verin.

Keyifli okumalar.
(21.03.2012)

Başucumda Müzik


Yazar: Kürşat Başar
Orijinal dili: Türkçe
Basım yılı: 2003
Yayınevi: 2003 Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları | 2006 Everest Yayınları


Önsöz:
''Bazen kendimizi bir hayalin içinde sanırız ama yaşadıklarımız gerçektir. Bazen de her şeyi gerçek sanırken aslında yalnızca hayal gördüğümüzün farkına varmayız. Bu kitapta yazılanların hepsi gerçektir. Ama aynı zamanda hepsi yalandır. Çünkü onu ben yazdım.''


Arka Kapak Yazısı:
"Eğer, hayatımızın bir an'ına gidip orada sonsuza dek kalacaksınız deseler yalnızca iki şeyden birini seçmek isterdim. Biri, o çocukluğun bahçesindeki ağacın dalına asılı salıncakta sallanırken... Öteki, bütün hayatım boyunca en çok sevdiğim adamla öpüştüğüm ilk gün... Herkes âşık olmanın ortak dilini bulup yazmaya çalışıyordu. Ama aslında bu kadar basitti işte: Birini öptüğünde salıncakta sallanır gibi hissediyorsan âşıksın."

Altını çizdiğim cümleler:
''Hiçbirşeyi bilmeden başlamak ve bütün kuralları kendi başımıza öğrenmek zorundayız. Attığımız her adımın, yıllar sonrasını, bilinmeyen bir geleceği belirleyebileceğini düşünsek, yaşayamayız.
Haksızlık değil mi bu?
Kimlerin girebileceğini bile belirleyemediğiniz bir oyunda asla tekrar şansınız olmadan yer almak zorundasınız.
Hiç değilse bir şans daha verilseydi. Hiç değilse bir yol ayrımında verdiğimiz kararı değiştirip yeniden başlayabilseydik...
Biliyorum, olmuyor.''


''Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk / hiçbir bir yere gitmiyor.''


 ''İnsan kendi kaderini değiştirebilir mi? Ben kendi kaderimi kendim yazmaya karar verdim. Onun için kimsenin beklemediği şeyler yaptım. Kendime istediğim geleceği kurmaya kalkıştım. Belki de onun için oldu bütün bunlar. Bazen öyle düşünürüm. Sanki meydan okuduğum o güç bana alınyazısını ancak kendisinin yazabileceğini söylemek istedi...

Hayat zormuş.
Ben tabii bunu sonradan öğrendim. Yoksa hayata atılmakta hiç bu kadar acele eder miydim?''


''Bir konuda fazla düşünürseniz hiçbirşey yapamazsınız.''


''Babamın elinden tutmuştum, onu asla bırakmayacağımı söylemiştim ama o beni bırakıp gitmişti. Kimseyi elinden sıkı sıkı tutarak hayat boyu yanımızda tutamayacağımızı öğrenmiştim.''


''O, duygularını asla göstermemeyi başarmış insanlardan biriydi.
Onun için hayat hep önceden kurulan, sınırları çizilmiş, kuralları açıkça belirlenmiş basit birşeydi.
Büyük mutluluklar, heyecanlar, coşkular, yoldan çıkmalar yoktu onun hayatında.
Belki bu yüzden büyük hayal kırıklıkları, büyük mutsuzluklar, büyük çöküşler de olmadı.
Kimbilir, belki de böylesi doğrudur. Zaman zaman kendimi içinden çıkılmaz girdaplarda savrulurken bulduğumda onun hayatını kurma biçimine imrendiğimi gizleyemem...''


''Mutluluk dağların arkasında, büyük maceraların sonunda ulaştığın bilinmez bir cennette değil... İşte burada, yanıbaşında... Evinin içinde... Sen onu göremezken gidip, de olmayan mutluluğu mu bulacaksın... Git, bul o zaman...''


''Politika bana göre bu ülke için birşeyler yapmaktan çok kendileri için çalışan, kendi aralarındaki oyunlarla uğraşan ve bunun için pek çok şeyi göze alanlara göreydi. Ben politikacıların iyi birşey yapacağına hiçbir zaman inanmadım.''


''Belki de insanları bir türlü anlamayışımızın, günün birinde en beklenmedik biçimde bizi şaşırtmalarının nedeni, hep bir bütün olarak bize verdikleri görüntüyle yetinip farklı parçalardan oluştuklarını unutmamızdır.''


''Birini sevmen için elle tutulur bir neden bulamıyorsan onu sahiden seviyorsun demektir...''


''Anılar da yıldızlar gibi... Onlara bakarken nasıl aslında çok eski görüntülerini görüyorsak tıpkı öyle... Anılar da uzak yıldızlar gibi zamanın bir yerindeki görüntüyü ancak şimdi yollayabiliyor bize...''


''İşte hayatım buydu.
Sanki önümde toprak ikiye parçalanıyor, gitgide açılan bir uçurumun kenarında duruyordum ve bir an önce hangi tarafta kalacağıma karar vermem gerekiyor ama ben uçurumun giderek açılmasını izliyordum yalnızca.''


''Sanki bana hala, bir insanı istemenin, sevmenin en son noktası buymuş gibi gelir. Birini yemek istemek!
Komik değil mi?''


Keyifli okumalar :)
(26.02.2012)

Sevgili Yüzsüz Ölüm

Nowy Dwór, fot. Agnieszka Cierpicka

Yıllar yıllar önceydi.
Annemden gelen bir aramayla, babaanneciğimin hastaneye kaldırıldığını ve zaman zaman kendinden geçtiğini öğrenmiştim.
Babaannemin elinde büyümüştüm ve babaanneme -sevmeyi geçtim- tapardım.
Telefonda konuştuk, neşelendirmeye çalıştım.
Konuşurken normale döndü, beni ne kadar sevdiğinden ve özlediğinden bahsetti.
''Karabiberim, kınalı kekliğim, bal böceğim'' gibi, bana duyduğu sevgiyi anlatan tüm sözcükleri sıraladı.

Bana, iyileşeceğine dair söz verdi.

Uzak bir şehirdeydim. Çok uzaktım...
O an uzaklıklardan, hasretliklerden nefret etmiştim.
Sağ ayağımdan dizime dek alçıdaydı üstelik, o günlerde hem kalbimden hem bileğimden kırılmıştım.
Alçının çıkmasına bir hafta daha vardı, yolculuk yapamazdım.
Gece çantamı hazırladım, sabah erkenden hastaneye gidip o alçıyı çıkarttırdım.
Şiş-ödemli-mor bir ayak bileği ile otogara giderken yolda telefonum çaldı.
''Anne geliyorum'' dedim. ''Şimdi otogara gidiyorum, arabadayım, ilk otobüse atlayıp geliyorum. Babaannem nasıl?''
Annem ağlamaya başladı...
Anladım ki; babaannem bana verdiği son sözünü tut-a-mamıştı.
O an, sanki beynime çakıldı kaldı.
Acısı hala yüreğimde, kor gibi yanar.
Son bir kez göremedim...
Gitmedim... toprağa verilirken görmek istemedim.
Mezarını bile ziyaret etmedim.
Mezarına yığılıp kalmaktan, bir daha asla göremeyeceğim gerçeğiyle yüzleşmekten korktum.
Hala da korkuyorum.
Sanki bir yolculuğa çıkmış da, her an dönüverecekmiş gibi hissederim.
Sanki, gittiğimde o sokağa uğrasam, onu son bıraktığım haliyle; elinde ince belli çay bardağı -kapı önünde oturmuş beni bekliyor halde bulacağım.
Rüyalarımda buluşuruz, konuşur-sohbet ederiz... eskisi gibi.
Yokluğu kalbimde kor, ayak bileğimde sızıdır.
Uyanıldığında gözyaşı döktüren rüyalardır...

Aradan kaç yıl geçti, saymadım.
Az önce annem aradı.
Anneannemi hastaneye kaldırmışlar.
Beyninde bir damar tıkanmış doktorlara göre, durumu hiç iyi değilmiş.
Zaman zaman her şeyi unutuyormuş, kimseyi tanımıyormuş.
Benimle konuşmak istemiş.
İlk işim onu çok sevdiğimi söylemek oldu.
Bana ''ben de seni çok seviyorum kızım'' dedi... sesi kulağımda.
Yine uzağım sevdiklerime... bu sefer daha da uzak.
Artık bu uzaklıklar olmamalı, olmayacak.
''Eğer... belki... bakalım... kısmet'' gibi kelimelerle başlayıp kendimi kandırmamı-oyalamamı sağlayan tüm cümleler etkisini yitirdi.
Kalem kırıldı-karar verildi; dönüyorum memleketime.

Hem anneannem de söz verdi zaten; iyileşecek...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...