Fırında kabak dizme


Fırında kabak dizme pişirdim.
Yaparken fotoğraf makinesinin yakınımda olmasını fırsat bilip bir kaç adımı çekince burada paylaşayım dedim.
Hem yapımı kolay ve zahmetsiz, hem de pişme süresi çok uzun olmadığı için -ve de kalori açısından diyet yemekler sınıfına girdiği için- bir kez denemenizi tavsiye ederim :)

MALZEMELER:
Dört kişilik hazırladım.
Kişi sayısı kadar kabak-domates-soğan ve sarımsak.
Ne çeşit biber kullanacağınıza göre biber sayısı değişiyor.
Ben dolmalık biberlerin en büyük boyundan kullandığım için iki adet yetti.
Soğanlar küçük olduğundan ve domatesi çok sevdiğimden dolayı birer tane fazla ekledim pişirirken.
Fotoğrafta görülenlere ilaveten 5-6 kaşık zeytinyağı, tuz, karabiber ve de üzerine serpeceğiniz peynire ihtiyacınız var.
Ben rendelenmiş mozzarella tercih ettim. Rendelenmiş kaşar peyniri veya parmesan da kullanılabilir.
Yani tadını sevdiğiniz ve eriyebilen her tür peyniri kullanabilirsiniz.


HAZIRLANIŞI:
Kabakları yarımşar santimlik dilimler halinde doğrayıp, bir kabın içinde tuz ve karabiberle harmanlamanız gerekiyor. Acı sevenler kırmızı pul biber de eklesinler :)

Sonra diğer sebzeleri de dilimler halinde doğrayacaksınız.
Sarımsağı nasıl diliyorsanız öyle kullanın. İster dilimleyip en son aralara serpiştirin ister bütün halinde sadece koku için aralara atın.


Sonra, büyün malzemeleri sırayla fırın tepsisine/borcama/fırın kabına artık ne kullanacaksanız bir kabak, bir sebze olmak üzere diziyorsunuz.


Sarımsakları sebze aralarına sıkıştırın ki yanmasınlar
Üzerine zeytinyağını gezdirip, üzerini kapatıp, 200 derecede 3-5 dakika ısıttığınız fırına sürüyorsunuz.
Otuz dakika üzeri kapalı halde pişiriyorsunuz.


Sonra üzerini açıp on beş dakika daha pişiriyorsunuz.


En an adımda peynirini serpip, beş-on dakika daha pişiriyorsunuz.


Yenecek kadar ılıklaştığındaysa servis edip bi' güzel yiyorsunuz :)


Afiyet olsun :)

Hanimiş: Fırın tepsilerini kullanıma alıştırmak için Borcam veya seramik kap kullanmadım, fırın tepsisinin üzerine alüminyum folyo ve yağlı kağıt kullanarak pişirdim. Gayet güzel ve sorunsuz pişti. Lezzeti de çok güzeldi.
Demem o ki, özel kap şart değil, folyo ve kağıt da işinizi görür :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Ooo, çok sert!


Herkese merhaba,
Bugüne dek hiç değinmediğim bir konu hakkında yazmak için bilgisayarımın başındayım.
Biraz sert olacak, üzerine alınan çok kişi olacak biliyorum ama az sonra yazacaklarımdan dolayı kimseden özür dilemeyeceğim.

Bildiğiniz gibi -bilmiyorsanız da şu an öğrendiğiniz gibi- çok uzun süredir Polonya'da yaşamaktayım.
Polonya vatandaşıyım. Polonya'da çalışıyorum, vergimi bu ülkeye veriyorum. En azından ödediğim vergi, bakan çocuklarının ayakkabı kutularında saklanmıyor bu ülkede...ama bugün konumuz bu değil.

Son zamanlarda çok fazla ''Ben Polonya'ya geliyorum'' maili almaya başladım.
Geliyorsanız hoş geliyorsunuz...da, BANA NE?!?

Cidden, bana ne? Neden bana yazıyorsunuz? İş bulma kurumu muyum? Polonya'da yaşamanın yollarını göstererek mi kazanıyorum hayatımı? Oradan bakıldığında ''Polonya Rehberi'' gibi mi görünüyorum?
Ne zaman mail kutumda böyle bir mail görsem sinir oluyorum. Artık yanıtlamıyorum bile mailleri.

İlk başlarda, çok iyi niyetli davranarak bana sorulan tüm sorulara cevap vermeye çalışıyordum. Çok da cici bir kaç kişiyle tanıştım bu mailler sayesinde ama olay artık masumiyetini kaybetti.
Düşünsenize, her hafta en az iki-üç kişiye benzer mailleri gönderiyorsunuz. Hep aynı sorular, benzer sorunlarla karşılaşıp insanları kırmadan-üzmeden bilgilendirmeye çabalıyorsunuz.
Buna rağmen yaranamıyorsunuz!
Sosyal medyada bile Polonya hakkında bir soru sorulduğunda ''Benim orada yaşayan arkadaşım var, sana her türlü yardımcı olur!!!'' diyerek bana yönlendiren bloggerlar mevcut.
Tabi ya, her türlü!!! yardımcı olunur!

Saçma sapan sorular soruluyor.
Polonya'da yaşam nasıldır?
Buyrun burdan yakın, ucu-bucağı olmayan bir konu. Elimden geldiğince yazıyordum.
Polonya'da havalar nasıl?
Bu da mantıksız aslında ama neyse. Soğuk işte, soğuk.
Polonya'da ekonomi, hayat şartları, geçinmek için kazanılması gereken minimum para nedir?
Ben senin hayat standartlarını, tutmak istediğin evi, almak istediğin eşyayı vs. nereden bileyim? Bu soruya nasıl cevap vereyim?
Polonya'da giyim-kuşam nasıl? Kıyafet fiyatları nasıl? vs.
Buna da oturup örneklerle cevap veriyordum.
Polonya'da iş olanakları nasıldır? Kolayca iş bulunur mu?
Tüm şirketler açmış kapılarını, -Polaklar dururken- Türkiye'den gelecek insanların oturma-çalışma izinleri için binlerce dolar ödeyelim de kendimize çalışan yapalım diye bekliyorlardı zaten.
Polonya'ya gelmek istiyorum! Polonya'da yaşamak istiyorum! Bana yol-yordam göster.
Emrin olur! Ne demek...
Polonya'lı bi' çocuğa/kıza aşık oldum. Polonya hayalleriyle yatıp-kalkıyorum. N'olur yardım et!
Dövsem dövülmez, evlat olsa sevilmez.
Nasıl ''Avrupa Birliği'' pasaportu  alabilirim?
Tezgahlarda satılıyor pasaportlar burada, almayanı dövüyollaaaa!
Erasmus'la gelenler var ki ayrı hikayeler.
''İçki sudan ucuzmuş diyollaaaaa, doğru mu?''
İçki Erasmus öğrencilerine bedava. Sen yeter ki gel.
Bi' de ''Polonya'ya geliyorum, tanışalım mı?'' teklifleri var ki Ayayay! Evlerden ırak!
Sözlükte, Polonya başlığına bir iki gönderi yapmıştım. Şu an bile mesaj kutum Polonya hakkındaki sorularla dolu :/

Unutmadan, bir de bana mail gönderip, bir kaç sorusunun cevabını aldıktan sonra aylarca yazmayıp birden ''Meriba şekerim! Ben geçen ay geldim de, bugün bilmem nereden bilmem ne almaya gitmek istiyorum, sence doğru mu yapıyorum, kazıklanır mıyım? Bana şunun-bunun fiyatını söyler misin?'' diye işi düştüğünde aklına geldiklerim var ki; yedi boy ecdadına dek küfür etmeyi görev biliyorum kendime.

Bunların bir de turistik amaçlı mail gönderenleri var ki sözün bittiği yer burası:
''Polonya'ya gezmeye geleceğim, oteller çok pahalıymış. Dört-beş gün sizde kalsam olur mu? Hem tanışmış oluruz!''
Veya, ''Senin yaşadığın şehre gelsem beni gezdirir misin? Hem sende kalırım, boşuna para harcamam''
Cidden...aynen böyle yazıyorlar. Şaka değil yani.
Pardon! Bu ne yüzsüzlük?!?

Cevap vermezsem aynı soruları ısıtıp ısıtıp tekrar tekrar gönderiyorlar.
Terslersem ''terbiyesiz, götü kalkık, ukala, burnu büyük'' oluyorum.
Evet efenim, çok terbiyesizimdir sizden daha terbiyesiz olamasam da.
Götüm de kalkıktır; kıçım yere yakın değildir çok şükür.
Çok da ukalayımdır ama bilemediniz!!! burnum minnacıktır!

Gerçek hayatta tanıştığım, arkadaşım dediğim kişilerin tavsiye isteklerini/ricalarını elbette yanıtlarım.
Onların başım üzerinde yeri var. Onlar benim ''Arkadaşım''. Onlar gelirler de, kalırlar da...
Amaaaaa, arkadaşlarımla blog üzerinden yaptığım sohbetlere özenip kendilerini de aynı sınıfa sokanlara, baş parmağımı işaret ve orta parmaklarımın arasına sıkıştırarak gösteriyorum.
Tanımadığım etmediğim, bana Polonya rehberi muamelesi yapmayı planlayanlar gönderinin fotoğrafına baksınlar.

Nokta.

Görsel: Deviantart.com /FUCK OFF...by Gabzzi 

Kırismıs tatiline girerkene :)

Uzun zamandır ''bugünlerde ben'' gönderisi yapmıyordum.

Bugünlerde ben:
Yeni adresime gelen ilk yeni yıl kartımı almanın sevincini yaşıyorum :)

Kartı görünce kocaman kahkaha attım :)
Çok beğendim, çoook!
Yanında gelen minnak kız, bu akşam okumaya başlayacağım ''Parasız Yatılı'' kitabıma ayraç olacak :)
Bu kitabı da Leylak Dalı'm hedaye etmişti bana :)
Seviyorum nan seni! :)
Kediş de süper şirinmiş, inceliğin bu kadarı...
Çok teşekkür ederim Leylak'ım! :)

Bugünlerde ben:
Çok hastalandım.
Yıllardır yaşamadığım sağlık sorunlarının hepsi el ele verip yatıya kalmaya geldiler :(
Şöyle izah edeyim: minare gibi bir boya sahip olmamdan kelli (1.80) yıllardır çektiğim duruş/oturuş sorunum vardır.
Son dört yıldır, günde -en az- sekiz saat, bilgisayar karşısında neredeyse kıpırdamadan çalışmaktan dolayı sırtım ve belim iflas etti.
Bilek ve kol ağrıları da tuzu-karabiberi oldu :(
İki hafta raporluydum...bu iki haftadan sonra bir hafta çalıştım ama ağrılarım devam ettiği için doktorum yeterince dinlenmediğime karar verdi ve iki hafta daha rapor verdi.
Bu iki haftadan sonra durumumda hafif bir düzelme olduğu için ''tek'' bir günü ofiste geçirdim ve son iki haftadır da evden çalışıyorum.
Bugün ''Kırismıs'' tatili öncesi son iş günüm :) Bu da demektir ki, önümüzdeki iki hafta boyunca tatildeyim.
Sizin anlayacağınız, iki ayda sadece tek bir gün ofisten çalışarak şu işe başladım-başlayalı en ''Oh bea!'' günlerimi yaşadım :)
Ağrıyı ofiste de çalışsam çekecektim, evden de çalışsam çekecektim ama en azından evde olunca arada uzandım, dinlendim...
Taşındık, evi az buçuk yerleştirdim :)

Fakaaaaaat, bu kas/kemik ağrıları tabisi de yeterli gelmedi bünyeme.
Kalınvalidem (Mama Maria) sağolsun, taşınma sırasında yardıma!!! geldi. :)
Güya bana yardım edecekti de, benim işim hafifleyecekti de, yorulmayacaktım da, iyileşecektim de... peeeh! :)
Arkasını toplayıp-temizlemekten on kat beter yoruldum :)
Bi' gün ''kalınvalidem'' gönderisi yapayım da maceralarını paylaşayım :))) Alem kadın! :)
Yemek yapar...mutfak savaş alanı! Onun yemeği yapması bir saat sürer, benim mutfağı temizleyip ilk haline döndürmem yaklaşık iki saat diyeyim, siz anlayın durumu.
Bi' de yorulup terleyip duş almaya girdiğimde tüm evi havalandırmaya karar vermiş sağolsun kalınvalidem. Açmış evin tüm pencerelerini. Sıcacık banyo kapısını açınca tüm vücuduma tır çarpması gibi vuran soğuğu yiyince olanlar oldu :/
Bir haftadır hastayım. Üşütmenin böylesi :/
Öksürük, tıksırık, burun akması, bademcik şişmesi, boğaz gıcıklanması, fırlayan ateş, uykusuz geceler ve kas ağrıları :(
Fırsat bu fırsat şımardım :) Azıcık hasta kaprisi yaptığım doğrudur :)
Bol bol çorba içtim.

Bol tavuklu, bol havuçlu, bol karabiberli ve bol limonlu :)
İyileşiyorum artık, iki gecedir uyuyabildiğime ve burnumun akmasının durduğuna göre...
İnat ettim, doktora gitmedim.
Geleneksel yöntemlerin tümünü denedim.
Doktora gitsem yedi günde iyileşecektim, kendi kendime bir haftada iyileştim :)))
İlaç aldım elbette, ilaç-şurup ama en güzel ilaç evde hazırladığım bitkisel karışımlar, çaylar, çorbalar ve de iki kızımın kucağımdan inmemesi oldu :)
Sevgi kadar etkili ilaç mı var? :)

Bugünlerde ben:
Bari kalınvalidem mutfağı savaş alanına çevirmesin diye kendimi mutfağa atıp döktürdüm :)

Şaka nan, şaka! :)
Bende bu yetenek ne gezer? :)
Kendini affettirmek için Polonya mutfağının en nadide örneklerini pişirip pişirip yedirdi bana :)
Ben sadece yardım ettim tabisi de hatta kızlar bile yardım etti kalınvalideme :)
bkz:şekilA1


Bu gördüğünüz Polonya mutfağının en ünlü yemeklerinden ''Pierogi''.
Bildiğimiz fincan böreğinin kalın hali :) Bildiğin hamır... (hamur değil, hamır) :)
İçine bildiğin patates püresi, lor peyniri ve de dilersen yağda hafifçe kızartılarak sertliği alınmış minnak doğranmış soğan karışımını koyuyorlar.
Avuç içi büyüklüğünde neredeyse tek parça.
Sonra haşlıyorlar. Mantının battal boyu anlayacağınız :)
Ortaya böyle bi' tabak çıkıyor:

Tabi, onlar yoğurt ve pul biberle yemiyorlar bunu :)
Üzerine yağda kahverengileştirilmiş soğan döküp yiyorlar :)))
Ben böyle yiyince de garip garip bakıyorlar bana ama çok da tııııın! :)))

Bugünlerde ben:
Kızlarımla enfes bi' aşk yaşıyorum! :)
Birbiriyle çok tatlı bi' yarış halinde bana sevgi gösterisi yapıyorlar :)
Kucağımdan inmiyor, geceleri mırıl mırıl yanımda uyuyor, bi' an ilgilenmesem miyav-miyav kendilerini hatırlatıyorlar bana :)
Hele tekne kazıntısı bi' oldu, tam oldu :)
Şirinlik muskası, şımarık, yaramaz ama nasıl sevgi dolu, nasıl tatlı! anlatamam :)
Her sabah uzun uzadıya ''Günaydın!''laşıyoruz Yoda ile :)

Bunu dün sabah çektim :)
Kısacık ama sanırım Yoda'mın ''Günaydın Anne!'' tarzını göstermeme yetiyor :)
Yemelik-yutmalık! Geveze minnak! :)


Tatilde bol bol okuyup, bol bol yazıcam inşalla yareppim, dinimiz amin! :)

Görseller: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Kinyas ve Kayra


Yazar: Hakan Günday
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2003
Dijital yayın tarihi: Mayıs 2011
Yayınevi: Doğan Kitap

''Yeraltı edebiyatı'' diye geçiyormuş bu tür.
Töbe esta pitipiti! Bi' yaşıma daha girdim :)
Hakan Günday'ın ilk okuduğum kitabı A Z idi. Okuduğumda beğenmiştim akıcılığını. Sonra öğrendim ki, ''Kinyas ve Kayra'' ilk kitabıymış.
Bu kitabını çok daha akıcı ve etkileyici bulduğuma göre; Hakan Günday ilk kitabının üzerine çıkamıyor demektir.

Şimdilik düşüncem bu...
Diğer kitaplarını okudukça bu fikrimin doğruluğunu veya yanlışlığını göreceğim.

Arka Kapak Yazısı:
''Hiç uykum yok. Hiç uyuyamıyorum. Domuz gibi içiyorum. Ama gözlerimi kapalı bile tutamıyorum. Sabaha beş saat var. Annemi düşünüyorum. Nerededir şimdi? Aynada kendime bakıyorum bazen. Ve tek kelime etmesem bile vücudum yaşadıklarımı, hayattan ne anladığımı anlatmaya yetiyor. Sağ omzuma kendi çizdiğim kelebek, beğenmediğim için üzerine attığım çarpı işareti ve altında aynı kelebeğin bir Japon tarafından çok daha iyi işlenmişi. Sol dirseğimin iki parmak yukarısındaki kurşun yarası. Bileklerimdeki otuz dört dikiş. Medeniyeti bir aralar, herkes gibi yaladığımı kanıtlayan apandisit ameliyatımın izi. Ve sırtımı kaplayan, Tanrı'nın yüzü. Bilmiyorum... Hızlı yaşadım. Ama genç ölmekten çok hızlı yaşlandım! Ancak hayattayım.
Kayra, bir gün bana ''Mutsuzluğuna hiçbir çare aramıyorsun'' demişti.''

Yazarımız öyle şukeladır, böyle çok eser çıkartmıştır. Bunlar da eserlerinin listesi şeklindeki reklamlar kısmını yine es geçiyorum.

Altını Çizdiğim Cümleler:
''İnsanlığımızı, ahlakımızı, dünyayı çok uzun zaman önce yok ettik... Hissediyorum. Şimdi sıra anılarımızda ve hayallerimizde. Kafatasımızın içini süsleyen bütün bildiklerimizde. Her geçen saniye eksiliyorlar. Çok geç olmadan yazmalısın!''

''Cehalete geri dönüşün cehaletten çıkmaktan çok daha zor olduğunu, hafızamın rahatsız eden darbeleriyle anlamıştım.''

''Müzik dinlerken bütün ruhumu notalara ve sözlere verebilmem için gözlerimi kapatmam şarttı. Dikkatli dinlemek için göz kapatmaya, körlerin bizden daha iyi duyduklarını öğrendiğim zaman başlamıştım. Ve o günlerden sonra hayatımın bütün karanlık koridorlarından geçerken de gözlerimi kapalı tuttum. Daha iyi dinlemek, daha iyi koklamak için...''

''Bir saate yakın aynı şekilde duruyor ve kendimi, hayatı düşünüyordum. Yoğunlaşma bazı sorularla başlıyordu. Yaradılışımı, geleceğimi, çevremi, insanların farklılığını, duygularımın çeşitliliğini sorguluyordum. Kendimi dinlemeyi öğrenmekti bu yaptığım. Çünkü duyulabilecek kadar yüksek bir ses vardı içimde. Bunu fark edince, dünya üzerindeki bütün insanlar birden yok olsalar dahi yalnız kalmayacağımı anladım. Çünkü ağzımdan çıkan, başkalarının duyabildiği sesin yanında içimde yankılanan ve kimsenin varlığından haberdar olamayacağı başka bir ses daha vardı. Demek ki kendimle diyalog kurabilir, aynı konu hakkında yüksek sesle bir söz söylerken, içimden de bambaşka bir cümle kurabilirdim. Dünyayla aramdaki köprüyü ve kendime açılan kapıyı böylece keşfettim.''

''Kimsenin yol göstermesine ve hayal gücüne ihtiyacım yoktu. Romanları, edebiyattaki bütün eserleri bir dolandırıcılık sektörünün parçaları olarak görmeye başlamıştım. Fikir satmak, herkesin oturup düşündüğü takdirde erişebileceği kavramları şekillendirip pazarlamak, herhangi bir sahtekarlıktan farksızdı benim için.''

''Farklı olmak için mi farklıydım yoksa öyle mi doğmuştum -ki konuyu genlerin Tanrı olduğuna inanan biyokimyagerlere bırakıyorum- bilmiyorum; ancak emin olduğum nokta tanıştığım kişilerle aynı durum karşısında aynı duyguları hissetmiyor oluşumdu.''

''Düşüncelerime ve beynimden geçenlere en yakın -en yakın diyorum çünkü hiçbir zaman tam anlamıyla düşüncelerimizi söylememize yetecek kelimelerin yeryüzündeki lisanlarda bulunmadığını uzun zaman önce anladım- cümlelerin ağzımdan çıktığı gün öldürülmüş olacağımı ya da yavaş yavaş yok olmamı sağlayacak şartların  sözleşmiş gibi çevremde buluşacaklarını düşünüyordum.''

''Ve daha yakınlaşmadan hiçbirine, nefret etmiştim hepsinden de. İki dünya savaşını da bu geri zekalıların başlatmış olmasına hiç şaşırmamak gerekiyordu. Birbirlerinden o kadar korkuyorlardı ki aynı metroda beş yüz kişi yolculuk yaparken duyulan tek ses makine gürültüsüydü. Halkı aptal ama azınlıkları var olma çabası içinde yarı tanrılar yaratmış bir toplum. Bu yarı tanrılar bugün üstünde yaşadığımız dünyanın edebiyatını, müziğini, resmini, politikasını belirlemiş olanlardı. Ve ben onları sokakta göremiyordum. Kapalı kapılar arkasındaydı Avrupa'yı yönetenler. Halkın karşısına çıktıkları an çiğ çiğ yeneceklerini bildiklerinden, ukalaca taktıkları yüksek kültür maskesini sadece birbirlerine gösteriyorlardı. Sömürmeye ve sömürülmeye hayatın amacı olarak bakan bu açık tenli ırk, belki de doğanın en büyük hatasıydı... Atom bombası oraya atılmalıymış. Deniz olmalıymış oralarda. Balıklar bile daha iyi geçinirmiş birbirleriyle.''

''Düşün! Bize, matematik dünyasının kurgusal ve sonsuz olduğu öğretildi. Bunu kabul ederim. 1'den sonra 2 gelir dendi. Bunu da kabul ederim. Ama sonra, 1 ile 2 arasındaki sonsuzluğu düşündüm. Peki o nereye gitti? İrrasyonel sayılar varken bir sayıdan sonra diğer bir tam sayı nasıl gelebilir? Eğer 1'den sonra virgül konursa ve bunun da kıçına sonsuz sayı konabiliyorsa 2 nasıl gelir? İşte! Soru bu! Yanıtsız bir soru. Ve işte matematiğin hatası! Dolayısıyla matematik yok. Onun üzerine kurulmuş dünya düzeni de yok... Ama ben anlayabilirim. Anlayabilirim bu sorunu. Ve o zaman ortaya yaklaşık sayılar çıkar. Yani hiçbir sayı tam değildir. Hepsi tama yaklaşır. Ama varamaz. Demektir ki, 1,999...9'u bize 2 diye yutturmaya çalışan bir dünyanın çocuklarıyız.''

''İnsanların icadı, kolay ve acısız bir sömürü yoluydu politika. Tıpkı bütün diğer insani kurumlar gibi. Para gibi. Hepsi bu.''

''Kurtulmaya gelmiyoruz dünyaya. Daha da saplanmak için buradayız. Dibine kadar. Onun için çürüyor bedenlerimiz ölünce. Mısırlılar uğraşmış efendileri kurtulsun diye. Ama nafile. Çaresi yok. Kurtuluşu beklemek yararsız. Gelmez çünkü. Kontenjan dolmuş. Biz daha çok kötülüğün sınırlarını zorluyoruz. Ne kadar iğrenç olabileceğimizi araştırıyoruz.''

''Su zehirlidir! İnsanı ilk çağlardaki haline geri götürür. Zaman makinesidir okyanus. Kanunlardan önceki zamanı hediye eder. Sahil güvenliklerse umutsuz bir çabadır. Kıyıdan fazla uzaklaşamayan. Medeniyetin kolu bir yere kadar uzanır. Daha ötesinde ilkel çağlar başlar. Yalnızsındır yüzen demirin üstünde hiç olmadıığn kadar. Kas konuşur. Silah söyler. Herkes dinler. Hepsi bu. Ne para kalır, ne aile...''

''Bardakların temiz olup olmadıklarını kontrol etmek için yuvarlak pencereden süzülen ışığa doğru tutup baktı. O an aynı hareketi Afrika'da dönen sahte paraları kontrol etmek için defalarca yaptığım aklıma geldi. Ve her ışığa tuttuğum banknotta,  insanların da gerçekliğinin bu şekilde anlaşılamıyor olmasına şükrettiğimi hatırladım...''

''Bazı meslekler insanları şizofrenliğe iter. Gardiyanlık, polislik, askerlik, politikacılık... O kadar zordur ki, yapılan işi hayattan ayırmak. Kişinin karakterinden söküp atabilmesi. Hele çalışma saatleri sonunda gündelik hayata maruz kalmaları, otoritesiz ve üniformasız. Delirmelerine nedendir bunlar.''

''İnsan tercih eder. Öğrenmek ve mantığını çözmek arasında bir tercih yapar. Öğrenen insan her şeyi ezberler. Şarkı sözlerini, kitap isimlerini, büyük düşünürlerin doğum ve ölüm tarihlerini ezberler. Mantığını çözmeye çalışansa hayatın işleyişini kavramaya çalışır. İsimlerin, tarihlerin bir önemi kalmaz. Birkaç temek bilgi yeter sanatın, hayatın mantığını çözmek için. İkinci gruptakiler hatırlamazlar. Sadece nedenlerini bilirler. Ama hatırlamazlar aktörleri. Ben de hatırlamıyorum filmleri, sanatı, davranış bilimindeki teorisyenleri, din kitaplarındaki kahramanları...''

''O zamanlar hala bir umudum vardı. Bedeli karşılığında mutlu olabileceğimi düşünüyordum. Ancak büyüdüm artık. Dünyayı versem Tanrı'ya, damlasını vermez bana mutluluğun.''

''Dünya üzerinde faşistin ne kadar iğrenç bir tarihçesi varsa, komünistin de o kadar saf, kötü bir geçmişi vardır. Ne de olsa ikisini de insan icat etmiştir! Hele günümüz kapitalizminin patronu Yahudiler ile zamanın Yahudisi Marx'ı düşündüğümüz zaman, Yahudilerin de Hıristiyanlar kadar ikiyüzlü darı gibi her yerde biten yaratıklar olduğu anlaşılabilir. Eğer geçmeseydi Kuranıkerim'in üstünden onlarca kuşak, ben inanırdım yazılanların hepsine. Ama inanmıyorum o onlarca kuşağın dürüstlüğüne. O onlarca kuşağın dinine sadakatine inanmıyorum! Çünkü insanı tanıyorum. Çünkü kendimi tanıyorum. Canı öyle çekti diye duaları değiştirecek her dinden kuşaklar tanıyorum. İnsan dokunduğu her şeyi kirletmiştir bugüne kadar. Dinin kendini bundan koruması o kadar uzak bir ihtimal ki! Kimse gelip anlatmasın bana insanın iyiliğini, din kitaplarını. Ben sadece mucizeleri kabul ederim. Onlara inanmak, insan zekasının kötü tarafından çıktığı belli olan yazılara inanmaktan daha kolay. Kızıldeniz'in yarıldığına, gerektiğinde kadının dövülebileceğinden daha çok inanıyorum. Çünkü mucize bana daha temiz geliyor. Ne birinin çıkarına, ne de başkasının zararına binlerce yıl önce bir denizin yarılmış olması. Ya da bir mağaranın girişinin örümcek ağıyla kapatılması.''

''Tek spor sekstir. Herkes kazanır. Hepsi bu...''

''Seni anlıyorum'' demek büyük bir yalandır. Kocaman bir yalan. Kimse kimseyi anlayamaz ve tanıyamaz dünyada... Var olan en sağlam zırh insan vücududur. İçindekileri en iyi saklayan kasa odur. Koridorlarından birikenlerin kokusunu bile yaymaz dışarıya. Deliliğinin kokusunu, anormalliğinin kokusunu duyamazsın yanında gazete okuyan adamın, otobüs durağında. Sadece gördüklerin vardır. Beş duyunun algıladığı kadar anlarsın aileni, sevgilini, çocuğunu. Dolayısıyla herhangi bir şeyi, birini anladığına, ama gerçekten anladığına emin olmak, sarıldığında arkasında ellerini kavuşturabilecek kadar o şeyi ya da kimseyi anlamak olağanüstü bir durumdur.''

''Rejimlerle aram hiç iyi olmadı.Çünkü günleri bilemedim. Hangi günü yaşadığımızdan haberim olmadı. Oysa rejimler takvimler olmadan yaşayamazlar. Hiçbir rejimi sevmedim. Ne siyasisini, ne kepek ekmeklisini!''

''Evim var! Ne güzel! İçinde kendimi öldürebileceğim bir evim var. Hayat bu işte! Sırf kendi evinde ölebilmek için, emekli olana kadar yıllarca çalışanların hissettiklerini anlıyordum. Sahibi olduğu bir evde ölmek tek amacıydı, para için çalışan insanın. Ne mutluluk!''

''Daha anlayamamıştı sonunda ölüm olan bir hayatta mutlu son olmasının mantığa aykırı olduğunu. Ölüm mutlu bir son olamazdı. Kimse için. Ama yine de insanlar, kendilerini kandırmak için hayatlarını dönemlere bölüyorlar ve ancak o dönemlere mutlu sonlar uydurabiliyorlardı. Oysa hayat, her bölümünde ayrı bir hikayenin döndüğü neşeli bir dizi değil, sonunda herkesin öldüğü ve katilin bulunamadığı sıkıcı bir filmdi...''

''Bakmalıyım, görmeliyim evde olup bitenleri. Hakimi benim bu toprağın! Söylenen her lafı duymalıyım. İşte, böyle psikolojik bir halden kaynaklanıyor devletin, insanlarını dosyalama sistemine başvurması, diye düşünüyorum. Devletten habersiz hiçbir iş yapılmamalı! Onun anlayamayacağı kelimeler çıkmamalı yurttaşların ağzından. Devlet beş yaşındaki bir çocuk gibi. Onun seviyesinde konuşulmazsa, büyükler gezmeye giderken yanlarına alınmazsa ağlamaya, kırıp dökmeye başlıyor. Dünyanın bütün devletleri böyle işte. Yataklarından kalkamayan hastalar gibi. Kaprisli yaşlılar gibi' Her şeyi bilmek istiyorlar. Yurttaşlarının nasıl seviştiğini, evde en çok kimin küfrettiğini. Her şeyi! Herhangi bir yurttaş isyanının hayat bulduğu gün, yüzlerine vurabilecek güçte oluyorlar, pisliklerini herkesin. ''Sen annenin ölmesini istiyordun! Sus! Sense otobüste yaşlılara yer vermiyorsun! Sen de sus! Arkadaki şişko! Sen, daha dün küçük kardeşinin ekmeğini çalarken nasıl olur da, bugün bana, devlete karşı gelirsin?'' diyerek susturmak için bilmek istiyor her şeyi. Her insanın bir utancı vardır. Devletin görevi, kullanma günü gelene kadar bu utançları toplayıp saklamaktır. Toplumsal sözleşme diye bir saçmalık hiçbir zaman var olmamıştır. Kimse, kendi çıkarları için birilerine devlet olma yetkisini vermemiştir. Benciller ve korkaklar dünyasından çıkar, kişisel dolandırıcılık yeteneğiyle elde edilir. Ve insanların birbirlerine attıkları kazıklar yanında, devletin onlara attığı fazlasıyla hafif kalır.''

''Yarın, bugünü yaşanabilir hale getiriyordu. Kendimizi bir binanın tepesinden her beraber boşluğa bırakmayışımızın tek nedeni yarındı! Lotonun çıkma ihtimalini, aşık olunacak insanla tanışma ihtimalini, sonsuz mutluluk ihtimalini içinde barındıran o sihirli sözcük: yarın. gelecek iyi bir sermayeydi. Yaşadığımız sürece bitmeyen bir anapara gibi. Gelecek zamanda çekilmiş fiiller kulağa çok tatlı bir melodi yayıyordu.''

''En boktan hikaye bile aynaya anlatılırken iyi gelir!..''

''İnsanın tek gerçek özgürlüğü yalnızlığıdır. Ve yalnızlığı küçük düşürense bağımlılıklardır. Aşklar, alkol, nikotin, ahlaki değerler, uyuşturucular... Hepsi de birer pranga olabilir her an, insanın ayağına. Zevk veren prangalar. Ortak özellikleri, varlıklarının verdikleri zevkin uzun bir süre sonra hissedilememesi, yokluklarının ise derhal kalpte bir ağrı yaratmasıdır. Bağımlı insan atlı karıncaya binmiş gibidir. Ne bir varış noktası, ne de bir ilerleme vardır hayatında. Herkes ilk başladığı yerde, midesi kaldırana dek döner durur... İnanın kendisiyle mücadelesi, bağımlılıklarını yok etmesiyle başlar.''

Keyifli okumalar :)

Görsel: Google Images

Taşın...ma! :)

Taşınmanın zor olduğunu elbette biliyordum ama bir evi sıfırdan yaptırıp, her şeyi sıfırdan alıp yerleştirmenin-temizlemenin bu kadar zaman alacağını ve yorgunluktan insanı bitik hale getireceğini gerçekten bilmiyordum.
Taşındık efenim.
Yorgunluktan öldük efenim...
Sonracığıma dirildim, az ses vermeye karar verdim :)

Taşınma işi en çok kızlara yaradı. Eski evi kolilerken ev kızlar için lunaparka döndü :)
Kolilerin içinde cirit attılar, engelli koşu yaptılar.
Yoruldular, uyudular ve sil baştan dört dönmece oynadılar. Neye elimizi atsak o minnak burunlarını el attığımız işe soktular :)
Adları, ''Kalite Kontrolcüler''e çıktı benim kızların! Evi taşıyan insanlardan tutun, yeni evdeki mutfak -banyo montajına gelen ustalara kadar hepsi bir çok kez ''Kalite kontrolcüler geldi'' esprisini yaptılar :)

Sırayla, bi' biri geldi kontrol etti gitti, sonra diğeri kontrol etti gitti.
İlk kontrol, son kontrol olayı :)
Bizim kızlara iş teklif edecek olan varsa ben kefilim; şahane kalite kontrol yapıyorlar...yeminne :)))

Kedili hayatta yeterince tecrübesi olan bir çok arkadaşıma sordum kızların yeni eve geçince tepkilerinin ne olacağını. Dediler ki, ilk bir kaç gün ve hatta hafta boyunca saklanırlarmış. Kendilerini güvende hissedinceye dek. Sürüngenler gibi vücut yere yapışık dolanırlarmış ortalıkta. Sonra da alışırlar, eski performanslarına dönerlermiş. Ben de kendimi buna hazırladım tabisi de.

Gelin görün ki bizim kızlar bi' tuhaf çıktı. Yeni eve girdik, eşyalar eve çıkarılasıya dek saklandılar...
Yaklaşık bir saat sonra bi' çıktılar ortaya; çıkış o çıkış :)))
Evde cirit atmaya başladılar. O kadar koliyle ev yeni bi' lunapark oldu benim zibidilere :)
Her bi' işe burunlarını soktular.

Oyun oynamak kesmedi kızları; montaj işine de el attılar. Bal'ım bu konunun ehli çıktı, planları patisine aldığı gibi ''o oraya takılacak-bu buraya yerleştirilecek'' diye komutlar vermeye başladı...
Dinledik haliyle, ondan iyi mi bileceğiz? :)

Bal'ım hakkaten biliyormuş işi... sayesinde ilk gece yeni yatağımızda yattık, misler gibi uyuduk :)

Gelin görün ki, sadece mutfağın temizlenip yerleştirilmesi tam bir gün sürdü :/
Paket paket eşya tek tek açıldı, temizlendi, yerleştirildi...o minnacık fincanlar, bardaklar, tencereler ömrümü yedi.

En sonunda zafer kazandım!  :)
Sittirella 1-Mutfak denen canavar 0.
İlk yemeğimi ocağa koyduğumda dünyalar benimdi :)
Şaka bi' yana pek lezzetli olmuştu be :)))


Evimi sevdim :)
Zamanla yerleştikçe-düzen oturdukça daha da çok seveceğime eminim.
Ammaaaaaa...
En çok mutfak seramiklerimi sevdim! :)
Afferim, afferim, bravo! On puan, on puan, yüz puan bana! :)
Çok güzel bir seçim yapmışım.
Yerleştirilmiş halini görünce bayıldım-bittim :)

Bu kırmısı çaydannık bi' yerlerden gözünüzü ısırıyor mu? :)))
Hatırlayan varsa parmak kaldırsın :)

Bu yazının gerisi gelir, hele az biraz daha yerleşeyim :)

Hanimiş:
Önümüz yeniyıl-kırismıs...
Bana kart yollamayı düşünen arkadaşlarıma hatırlatmak isterim ki; adres değişti :)
Yanılıp-yamulup eski adresime göndermeyin, gidip almam ay sürer :)
kib, öptm,bye :*

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Oğullar ve Rencide Ruhlar


Yazar: Alper Canıgüz
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2004
Yayınevi: İletişim Yayınları

En nihayet 5'lik dedektif Alper Kamu ile tanıştım :)
Büyümüş de küçülmüş, evlere şenlik zibidiyle...
Çok pis, çok küfürbaz, çok kötü kalpli ve de numaracı!

Çocuklar hakkındaki düşüncelerimi doğrulamak için yaratılmış bir karakter.
Sevdim :)


Arka Kapak Yazısı:
''Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar.
Ben Alper Kamu, birkaç ay önce beş yaşına bastım. Doğum günüm yaklaşırken vaktimin büyük kısmını pencerenin önünde, dışarıdaki insanları izleyerek geçiriyordum. Hızlanarak, yavaşlayarak, türlü sesler çıkararak ve bir yerlere bakarak yaşayıp gidiyorlardı. Bir gün onlardan biri haline geleceğimi düşünmek beni hasta ediyordu. Ne yazık ki bundan kaçış yoktu. Zaman acımasızdı ve ben hızla yaşlanıyordum.
Hayatımdaki tek iyi şey artık anaokuluna gitmek zorunda olmayışımdı. Zarardan kar. Uzun süre annem ile babama anaokulunun bana göre bir yer olmadığını anlatmaya çalışmıştım aslında. Bütün rasyonel dayanaklarıyla. Hiçbir işe yaramamıştı maalesef. İlla ki uykumda kan ter içinde tepinmek, servis minibüsü kapıya geldiğinde küçük çaplı bir sinir krizi geçirmek gibi yöntemlere başvurmam gerekecekti derdimi anlamaları için. Kepazelik. İnsanı kendinden utandırıyorlardı."
Alper Canıgüz, Tatlı Rüyalar'dan bilinen sürükleyici diliyle, 5 yaşındaki bir çocuğun içine düştüğü bir hikayeyi anlatıyor. Yaşının avantajıyla her yere girip çıkan, hem filozof, hem fırlama bir oğlan... Hikayeyi ve "karakteri" çevreleyen semt hayatı ve mahalle atmosferi de, bizzat karakter kazanıyor, anlatıda...
Polisiye, fantastik ve mizahi edebiyatın tadlarını ustaca kaynaştıran, olağanüstü özgün, çok iddialı bir kitap.''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Erkenden kalkıyor, kahvaltımı edip öğle yemeğine kadar kitap okuyordum. Dostoyevski, Oğuz Atay ve çerez niyetine Nietzsche. (Şaka yapıyorum canım, sıkı adamdır Posbıyık. Korkaklığın insanı bu kadar yaratıcı kılması büyüleyici!)''

''Söyle bakalım küçük, ne yapmayı düşünüyorsun büyüyünce?''
''Cehennemde çiçeklendirme yapmayı düşünüyorum.'' Hemen çekti elini kafamdan. Defolup gitti sonra da başımdan.''

''İkisini de ayağımın altına almam bir dakika bile sürmedi. Bu beceriyi nasıl edindim bilmiyorum ama iyi dövüşürüm. ''Pes mi lan?'' diye sordum iki dizim ikisinin sırtında. ''Pes,'' dediler, ben de kalktım tepelerinden. ''Bir daha görmeyeyim Ertan'la uğraştığınızı,'' dedim. Koyun gibi bakıyorlardı suratıma. Arkamı döndüğüm anda üstüme çullandılar. Ellerinden kurtulup bir defa daha benzettim adileri. Bu kez bileklerini gözlerinden yaş gelinceye dek burktum ve bırakmadan önce yemin ettirdim bir daha kalleşlik etmeyeceklerine dair.
Bu olaydan sonra bana saygı göstermeye başladılar. Şimdi aramız iyi sayılır ama biliyorum, bir açığımı yakalasalar acımazlar. Hiç güvenilir tipler değillerdir anlayacağınız. Sorun değil, en azından insan doğasını gerçekçi biçimde yansıtıyorlar. Ayrıca her halleriyle hayli neşeli, eğlenceli çocuklar. Bazen merak ediyorum hayatta kaybetmeye mahkum olduklarının farkındalar mı diye.
''Hayreti mucip!'' diye bağırdı yarım metre mesafeden, yan yana duran on misketin hiçbirini vuramayan Kansız Celal. Cemalettin atışını yapar yapmaz yerinden fırlayıp sümüğünü çeke çeke misketlere doğru koşmaya başladı. Belli ki Kansız Celal'in onları kapıp kaçmasından korkuyordu. Bayılıyorum bunlara. İlişkileri mutlak bir güvensizlik üzerine kurulu. Her ikisinin de her an birbirlerine her türlü puştluğu yapmaları meşru. Darılmaca, gücenmece yok.''

''Annem, sokaktan geldikten sonra elini ayaklarını yıkamadan selam versen ev mikropların istilasına uğrayacak sanır.''

''Karlar Kraliçesi, işi gücü hainlik ve fesatlık olan Laponya'lı bir cadıymış. Sözü geçen pis karı öyle bir ayna yaptırmış ki, bu aynaya yansıyan tüm görüntüler güzelliklerini yitirir, iğrenç ve kötücül şeylere dönüşürmüş; dünyayı bir kez oradan görenler anında taş kalpli, berbat insanlar oluverirlermiş. karlar Kraliçesi'nin çömezleri, dalgayı yeryüzünün her köşesine götürüp milletin suratına tutarlarmış. Kraliçe de bundan sapıkça bir zevk alırmış. Fakat uçarak seyahat ettiklerini çıkarsadığım bu gerizekalı çömezler bir gün aynayı ellerinden düşürüp kırmışlar. Gelin görün ki, bu kaza hiç de insanlığın hayrına sonuçlar vermemiş. Tuzla buz olan aynanın tozları kuzey rüzgarlarıyla dünyanın dört bir tarafına dağılıp, onun bunun gözüne girmiş; ortalık bok heriflerden geçilmez hale gelmiş.''

''İyilerin dostu, kötülerin amansız düşmanı gürültülü bir şekilde boğazını temizleyip, ''Kaç yaşındasın sen?'' diye sordu bana sertçe. Sanki cinayeti benim işleyip işlemediğimi soruyordu.
En sinir bozucu tavrımla beş saniye kadar konuşmadan gözlerinin içine baktıktan sonra babama döndüm, ''Ben kaç yaşındayım baba?''
Babam bıyık altından güldü. ''Beş.''
Sol elimin üç parmağını gösterdim adaletin ateşli savunucusuna. ''Kanun namına beş.''
Kadife eldiven içindeki demir yumruk babama dönüp homurdandı. ''Bu ne biçim çocuk yahu?''
''O biçim çocuk,'' dedi babam tükenmez kalemi parmaklarında çevirerek.''

''Gidip etajerimden Gönül Teyze'nin hediyesi, oyuncak tabancayı çıkardım. Şarjörüne kırmızı renkli plastik mermi yerleştirip tekrara yatağa döndüm. Oturur vaziyette sağ tarafımdaki pencerenin perdesini aralayarak dışarı baktım. Bunu hemen hemen her gece yaparım aslında. Sanki pencerenin öbür yanında Tanrı'yı görüverecekmişim ve o bana her şeyin bir şakadan ibaret olduğunu açıklayacakmış gibi tuhaf bir hissim vardır. Üstelik keman biçimli kafası ve şakaklarında iyice seyrelmiş saçlarıyla havada süzülürken hayal ettiğim bu Tanrı, üst kat komşumuz Hasan Amca'ya fena halde benzemektedir. Bunun nedenini kısa süre önce anladım. Babam bana yüce yaradandan söz ederken, onun yukarıda yaşadığını anlatmıştı. Benim için yukarıda yaşayan kişi Hasan Amca'ydı. Neden karısı Sevim Teyze değil de Hasan Amca? Erkek egemen kültür yüzünden mi? Bunlar nasıl işleniyordu beyinlere? Aniden yorganı kafama çekip tabancayı şakağıma dayadım ve tetiğe bastım. Kafatasımda bir zonklama hissettim. Fiziksel acı düşünceleri dağıttı. Gerisini hatırlamıyorum.''

''Çocuklara bakıp da saflık, masumiyet ve güzellik edebiyatı yapanların aklına şaşarım. Ben bizimkilere bakınca, insanoğlunun en alçakça eğilimlerinin en çıplak hallerinden başka bir şey görmüyorum. Kendimi onlardan farklı bir yere yerleştiriyor değilim. Sadece ben, hasbelkader, içimdeki çirkinliği dışavurmanın daha rafine yöntemlerini geliştirmiş bulunuyorum.''

''Birlikte çıkıp yeni binaya doğru yürümeye başlamıştık. On beş-yirmi adım atmamıştık ki beklediğim soru geldi. ''Ne zaman başlıyorsun okula?'' ''Ben okula gitmeyeceğim.'' Saflığıma güldü Kerim. ''Olur mu okula gitmemek hiç? Okuyacaksın ki adam olacaksın.'' ''Sen adam değil misin?'' ''Adamız da yani...''
''Boş ver bu işleri Kerim Abi,'' dedim. ''Sen söyle hele, hangi partiyi tutuyorsun?''
Şaşkın şaşkın suratıma baktı. İdarenin casusu muyum acaba diye düşünüyordu sanırım. Kafasını dikip, ''Ekmek partisi,'' dedi.
''Öyle bir parti yok ki,'' dedim.
''Hiçbir partiyi tutmuyorum,'' diye ifade değiştirdi bunun üzerine. Bu devrim yapacak da ben de göreceğim.
''Peki sağcı mısın, solcu mu?'' ''Yok bizim felsefemizde sağ,sol''
Felsefe? ''Senin felsefende ne var Kerim Abi?''
Nihayet hazır yanıtı bulunan bir soruyla karşılaştığı için keyifle ünledi: ''Bana derler Kerim, bugün buldum bugün yerim, yarına Allah kerim!''
Hey gidi koca Marx, diye geçti aklımdan, kalk mezarından da gör diyalektik nasıl oluyormuş!''

''Bazen de saygıdeğer abilerim ablalarım, dünyası yerle bir olur insanın. Hayat, fazla kafa yormadan idare etmeyi sağlayan bütün anlamlarını yitiriverir. En akıllıca saydığınız fikirlerinizin saçmalığını, en içten duygularınızın, yapmacıklığını kavrarsınız. Aslında hiçbir konuda bir fikriniz bulunmadığını, aslında hiç kimseye karşı bir şey hissetmediğinizi ve tüm evrenin de size karşı aynı gaddarca kayıtsızlık içinde olduğunu. Hep gözünüzün önünde durduğu halde o güne dek her nasılsa yok saymayı başardığınız bu gerçeği fark ettiğiniz anda ilahi işleyişi de çözmek üzeresiniz demektir.
Tanrı, içindeki tahammülfersa boşluğu doldurmak için evreni yaratır. Evrenin içine gezegenleri, gezegenlerin içine dünyayı, dünyanın içine hayatı, hayatın içine insanları yerleştirir. Ve onun içine koyacak bir şey bulamaz. İşte insan denen tuhaf hayvanın, varlıkların en yücesi ve en anlamsız kılınışının hikayesi. Evrenin orasını burasını felsefeyle, sanatla, aşkla, hatta ironik bir biçimde Tanrı'yla bezerken, ortak anlamsızların en küçüğünün elbette bir gerçeği unutması gerekmektedir. Hakikatte tüm kitaplar sayfaları doldurmak için yazılır.''

''Hiçbir şey hiçbir zaman daha iyiye gitmezdi. Sadece insan için daha rafine bir sarhoşluk yöntemleri  geliştirmek mümkün olabilirdi.''

''Nefret ona çiçeklerden daha çok yakışıyordu. Her kadına daha çok yakışır.''

''Burada sürücülerimizin hiçbir zaman kıymetini bilemediği o altın değerindeki öğüdü (tereddüt ediyorsan yapma!) hatırlıyor ve susuyorum. Yalnız bu yapmayış çetrefilli zihnimin kimbilir hangi labirent ve kompleksleri arasından süzülüp kendini şöyle bir sözle dışarı vuruyor: ''Tarih tereddütten ibarettir.''

Keyifli okumalar :)

Görsel: Google Images

Guguk Kuşu / One Flew Over the Cuckoo's Nest


Yazar: Ken Kesey
Çeviri: Aziz Üstel
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 2007
Yayınevi: Merkez Kitapçılık

Bugüne dek filmini izlememiş biri varsa aranızda, filmi izlemeden kitabı okusun derim. Böylece, kafasında karakterleri canlandırabilir. Filmdeki karakterlere yapışıp kalmaz o canlandırmalar. 
Üzerine de filmini izlerse ''tadından yenmez'' :)

Arka Kapak Yazısı:
''Büyük Hemşire, çelik kapıdaki düğmelerden birini çevirerek duvar saatini dilediği hıza ayarlayabiliyor. Kimi zaman canı her şeyi hızlandırmak istiyor; düğmeyi çeviriveriyor. Saatin akrebiyle yelkovanı yarışıyorlar sanki. Paravanalarla örtülü pencerelerde gündüz, gece birbirini kovalıyor. Bu düzmece zamanın geçmesiyle herkes birbirine giriyor. Yarım yamalak tıraş olup kahvaltı masasına balıklama dalıyorsun, daha ağzına bir lokma koymadan öğlen oluyor, ilaç veriliyor, yerinden kalkıp dinlenme odasına giderken akşam zili çalıyor, yatağa giriyorsun, on dakika sonra gene sabah olmuş. Büyük Hemşire herkesin kırılma ya da dağılma noktasına geldiğini görünce, düğmeyi yeniden çeviriyor. Her şey eski hızına dönüyor. Film makinesini olağan hızının on katına çıkarıp perdede herkesin akıl almaz biçimde koşuşmasını izleyen, bir süre sonra bıkan, eski düzeni geri getiren küçük bir çocuğu hatırlatıyor bana Büyük Hemşire'nin bu davranışı."

Guguk Kuşu, günümüz insanının toplumla çelişkilerini ortaya koyan bir roman. Kimin dediği olacak? Toplumun mu, gönlüne göre yaşayanın mı? Bir akıl hastanesindeki özgür ruhlarla disiplin sağlamaya çalışan yönetim arasındaki mücadeleyi olağanüstü bir ustalıkla anlatan Ken Kesey, bu ilk yapıtıyla Amerikan 'karşıt-kültürünün' efsanelerinden biri oldu. Roman 1975 yılında Milos Forman tarafından sinemaya aktarıldığında, başta delişmen dalavereci McMurphy rolüyle şeytani ve karizmatik oyunculuğunun temellerini atan Jack Nicholson ile katı ve sadist ruhunu taş bebek güzelliğinin altında saklayan Büyük Hemşire Ratched'ı canlandıran Louise Fletcher olmak üzere, film 5 Oscar ödülü kazanarak, bir başyapıt haline geldi.''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Şimdi kafa takımlarında yaptıkları değişiklikler genellikle başarılı sonuçlar veriyor. Adamlar hem daha yetenekli hem de uzman. Alında delik açmıyorlar artık; dolaysız, gözlerden içeri giriveriyorlar. Bazen biri coşar, ortalığı dağıtır, koğuştan yaka paça alınıp götürülür. Birkaç hafta sonra geldiğinde, gözlerinin çevresinde çimdik moru halkalar vardır. Sanki kavga etmiştir de gözlerini morartmışlardır, yumruk yağmuruyla. Ama dünyanın en tatlı, en sevimli yaratığı olup çıkmıştır. Bir-iki ay sonra evine gönderilir belki de. Şapkasını kaşlarının üzerine yıkmış, uyur gezere dönmüş suratı, basit, mutlu bir düşün kucağında yürür gider. Başarı derler bunun adına. Ama bana sorarsanız örgüte geri postaladıkları bir robottur.''

''Rahat ve sorumsuz bir yaşantı, sözgelimi. Güç sahibi olmak ve saygı görmek. Ya da parasal çıkarlar. Belki de bunların tümü. Kimi zaman çıkarcının isteği, salt kargaşa yaratma için koğuşu bozguncuların eline vermek, bozgunun gemini elinde tutmaktır. Toplumumuzda bu tür kişileri görürüz. Çıkarcı, diğer hastaları öylesine etkiler ki, eski düzenli yaşantıyı sağlayabilmek için aylarca uğraşmak gerekir.''

''Büyük Hemşire, kurduğu düzende küçük dalgalanmalar olursa çok öfkelenir. Küçücük bir yanılgı, suratındaki gülücüğü buz gibi dondurur. Çenesiyle burnunun arasında, o taş bebek örneği gülücük, gözlerinde sükunet dolaşır, ama içi çelik bir yay gibi gerilmiştir. Onu rahatsız eden sorunu çözümleyene dek rahatlamaz...bu çözümlemeye de 'çevreye uyum' der.''

''Tedavi Topluluğu Kuramı'nı o kadar çok dinledim ki, belleğimden, en küçük ayrıntısına kadar sıralayabilirim: Kişi önce küçük bir toplulukta nasıl davranılması gerektiğini öğrenmek zorundaymış. Ancak o zaman toplumun içine salıverilirmiş. Topluluğun diğer bireyleri, kişiye, davranışlarının hangisinde yanılgıya düştüğünü, neyi nasıl yaparsa bu yanılgılardan sıyrılabileceğini öğretirmiş. Kişiye deli ya da akıllı damgasını vuran toplum olduğuna göre, toplumun kurallarına, ölçülerine, kalıplarına uymak gerek. Ne zaman koğuşa yeni bir hasta gelse, doktor, kuramı baştan sona anlatır. Zaten ancak o zamanlar toplantının dizginlerini ele geçirir, yönetir. Tedavi Topluluğu'nun amacı, demokratik bir koğuş yaratmakmış. Hastalar ve hastaların oyları ile yönetilen, onları dışarıya değerli yurttaşlar olarak geri göndermeyi amaçlayan bir düzen. Küçücük bir yakınma, bir rahatsızlık, grupta konuşulmalıymış. İnsa bu gibi rahatsızlıkları açığa çıkarmalıymış. Yoksa ruhunda kanserleşirmiş. Sonra çevreye öyle uyulmalıymış ki, duygusal sorunları diğer hastaların, doktorların ve hemşirelerin önünde rahatça söyleyebilmeliymiş kişi. Konuşun, diyor. Konuşun, tartışın, açıklayın. Arkadaşınızın günlük konuşması sırasında bir şey söylediğini duyduğunuz mu da, hemen koşup kara kaplıya yazın. Bu, filmlerde söylendiği gibi, 'ispiyonculuk' değil, arkadaşınıza yardım anlamına gelir. Eski günahları açığa çıkarın., herkesin gözü önünde aklansınlar. Grup tartışmalarına katılın. Bilinçaltının gizlerine hem kendinizin hem de arkadaşlarınızın girmesine yardımcı olun. Dostlar arasında gizli saklı yoktur.''

''Bu dünya...güçlünün dostum. Varoluşumuz, güçlünün güçsüzü yutarak güçlenmesi ilkesine dayalı.''

''İnsanları böylesine sabırsız kılanın ne olduğunu anlamıyorum. Ölmek istiyorsa, bütün yapacağı yalnızca beklemekti...''

''Hafif hafif esen rüzgar, meşe ağaçlarında kalan birkaç yaprağı dallarından koparıp, tel örgüye yapıştırıyordu. Tel örgünün üstünde zaman zaman kahverengi kuşlar görülürdü. Ağaçlardan dökülen yapraklar tel örgüye yapışınca kuşlar hemen havalanırlardı. İlk bakışta insana tel örgüye çarpan yapraklar kuşa dönüşmüş gibi geliyordu.''

''İnsan, uzun süre görmediği bir kimsedeki değişiklikleri çok çabuk fark eder, oysa her Allahın günü onun yanında olan biri bu değişikliği fark edemez, çünkü değişiklik yavaş yavaş oluşur.''

Keyifli okumalar :)

Görsel: Google Images

Kore Dizileri v3 :)


Arayı çok açmışım ayol! :)
Bu kadar çok klişe varken ve bu seri için malzeme üstüne malzeme çıkarken benim yazmamam ayıp olmuş :)
Kore Dizileri serimin ilk gönderisini burada, ve ikinci gönderisini şurada bulabilirsiniz efenim :)
Bu sefer izlediğim dizilere göz attığımızda listenin gittikçe kabardığını görüyoruz :)

Bachelor's Vegetable Store
Bad Couple
Can You Hear My Heart?
Can We Get Married
City Hunter
Coffee House
Coffee Prince
Cruel City
Dating Agency
First Love of a Royal Prince
Five Fingers
Flower Boy Next Door
Lie to Me
Love Rain
Prosecutor Princess
Wild Romance
Personal Taste
I'm Sorry, I Love You

Klişelerimize başlayalım:

* Bir sevgi göstergesi olarak;  yara bandı-merhem-ne idüğü belirsiz solüsyon ve kulak temizleme çubuğu! (Ve de üfff! üfff! üflemesi)
Hemen her dizide bi' -kaç kez- yaralanma yaşanır.
Genelde bu yaralanmalar çok yüzeysel olup aşık çiftimizden biri bi' koşu eczaneye gidip yukarıda saydığım malzemeleri alır :)
Sonra da sevdiceğinin yarasını -dokunsalar kırılacakmış gibi- nazik ve yavaş hareketlerle temizlemeye başlar aşık kızımız/oğlumuz :)
Bu temizleme olayı, bizim kulak temizleme çubuğu dediğimiz çubukların ne idüğü belirsiz bir solüsyona batırılmasından sonra yara (çizik demek daha uygun) üzerinde hafifçe gezdirilmesiyle gerçekleştirilir.
Unutulmaması gerekilen en önemli nokta; temizleme işlemi yapılırken dudakların üçyüzotuzüç pozisyonunda ''üfff! üfff!'' diyerek çiziğe üflemesidir :)
Yakmasın, kıyamam sanaaa!!! anlamına gelir bu hareket :) Aşkın derinliğini gösterir :)))
İşlem tamamlandıktan sonra -ki, işlemin başlamadan önceki haliyle bittikten sonraki hali arasında yaraya bakıldığında hiç fark yoktur- üzerine yine aynı nazik hareketlerle yara bandı yapıştırılarak ''sevdiceğime aşkımı gösterdim'' gösterisi tamamlanır.
Yara bandı deyip geçmemek lazım! Bant, tende belli olmayacak çeşit bir bant olur genelde.
Yani; adamlar kozmetikte olduğu gibi yara bandı rengi-çeşidi konusunda bile aşmışlar efenim :)))

*Islak havlu olmazsa olmaz.
Adam dövmek için değil efenim, ateş düşürmek için :)
Hemen her zaman birilerinin ateşi yükselir, bilinçsiz bir şekilde uyur. Sevdiceğin alnına soğuk suda ıslatılıp sıkılan havlu yapıştırılır. Bu işlem tekrar tekrar yapılır. Hastalıklara takıntılı adamlar, cidden. İlgilenmeyi de sevginin göstergesi sayıyorlar işte. Sevgi gösterme özürlüsü oldukları ve normal sözcüklerle sevgilerini gösteremedikleri için... :)))

* Karaoke! Ohhhh yea! :)))
Bakın bu kısım çok önemli :)
Her dizide karaokeli bölüm muhakkak vardır :)
Bu arkadaşların hepsinin içinde mikrofon sevdası vardır ve karaoke odalarında bu sevdalarını bir nebze olsun dindirirler :))) Hepsinin içine bi' yerlerde şarkıcı yatmaktadır. Ama tabisi de kahramanlarımızdan birinin sesi her zaman bülbüldür ve şakır.
Hepsi şarkı-türkü hastasıdır. İçer içer-kafayı çeker sonra da bangır bangır şarkı söylerler :)
Ağlarlar filan :) Aşk acısını şarkı sözleriyle dindirirler...
Evlerde de vardır bu karaoke sistemi ama elbette sadece zenginlerin evlerinde...ahahah ''pis fakirler'' karaoke bile yapamıyorlar evlerinde :)))

* Çözülemeyen sorun: paça boyu!
Karakterleri izlerken lütfen gövde kısmına bakınız. Bakışlarınız aşağıya kaydığı an sırıtmaya başlarsınız :)
Şöyle düşünün; iş adamı, en ciddisinden. Holdingleri sıra sıra dizmiş, işi başından aşkın, sorumluluk desen öyle böyle değil. Adam toplantıya giriyor. Jilet gibi ceket üzerinde ama...ama...pantolona baktığında paçaları sanki kumaş yetmemiş gibi beş santim yukarıda :)
Ayaklar da bebek mezarı gibi olduğundan...allam allaaam! O görüntü insanı mahvediyor.
Günlük kıyafetleri de böyle bunların :) Adam bilmemne marka ile baştan aşağı döşenmiş ama döşenme sırası ayak bileğine yaklaşırken bi' arıza yaşanmış ve orası çıplak kalmış...
Ayakkabılarla döşenme işlemi tamamlanmış ama işte o beş-altı santimlik boşluk var ya; çözemiyor adamlar bu sorunu :)
Elbette bu sadece erkek karakterlerin sorunu.
O paçaların ayakkabıya kavuştuğu gün bence Kore'de moda devriminin yapıldığı gün olacak :)

*Odayı nemlendirmek önemlidir.
Zenginlerin evinde -özellikle yatak odalarında- oda nemlendirici aletler bulunur. Böyle havaya püfür püfür buhar üfürür :) Sürekli takılıdır fişe. Kanımca A+++++ enerji tasarruflu yoksa para yetmez :)
Havanın kuru olmaması hem nefesleri için hem de ciltleri için çok önemlidir. Kısaca ''nemlenmek'' önemlidir.
Tahmin edebileceğiniz gibi ''pis fakirler''in evinde bu türlü cihazlar bulunmaz :)
Ahahahahah
Yok böyle bi' zengin-fakir uçurumu :)

*Sigara mı? O da ne? :)
Hiç bir ''iyi'' karakteri sigara içerken göremezsiniz! :) İçkiyi su gibi içerler. Genci-yaşlısı soju şişelerini peşpeşe lıkır lıkır götürürler ama konu sigaraya gelince ''tü-kaka!''.
Yok yeaaa! :)
Konu ''kötü adam, mafya, vs.'' ise o zaman işte sigara görünebilir. Sigara içen kesinlikle iyi değildir :)
Sigarayla savaş var sanırım Kore'de.

Neyse :)
Tüm klişeleri burada kullanıp seriyi öldürmeyeyim, birazını da bir sonraki gönderiye saklayayım :)

Burada gönderime son verirken, aşağıdaki fotoğrafa bakıp bakıp ''Ah uleyn ah!'' diyorum :)
Dünyaya doğru zamanda ama çok yannış ülkede gelmişim :/
Ben böyle şansın, bahtın, kaderin...


Hanimiş: hadi yine iyisiniz, sayemde sevaba girdiniz :)))
Asdfghjklkjhgfdsasdfghj
Görsel: Google Images

Sahilde Kafka / 海辺のカフカ / Umibe no Kafuka / Kafka on the Shore


Yazar: Haruki Murakami
Çeviri: Hüseyin Can Erkin
Orijinal Dili: Japonca
Basım Yılı: 2005
Dijital Yayın Tarihi: Ocak 2013
Yayınevi: Doğan Kitap

En bilinen deyişle; bir solukta okudum!
Japonca'dan Türkçe'ye çevirisi çok güzel yapılmış. Bunu, Japonca'dan İngilizce'ye çevirisi de elimde olduğu için rahatlıkla söyleyebiliyorum. 
Bir kez daha anladım ki, Japonca Türkçe'ye çok yakın bir dil.
Murakami'nin biraz sapık, biraz edepsiz olduğunu düşünüyorum. İstisnalar hariç, tüm Japonlar hakkında düşündüğüm gibi :) 
Bunu ayrımcılık olarak algılamayın. Japonlarla dört yıldan uzun bir süre birlikte çalışmış ve bol bol sohbet etmiş biri olarak, onların kültürünün bizden çok farklı ve ahlak anlayışlarının çok uçuk olduğunu düşünüyorum. Bu konuya belki farklı bir gönderide değinirim.
On beş yıldır Japonya'da yaşayan bir arkadaşımın da dediği gibi: 'Japonya dışındaki ülkeler ''Dünya'' ise eğer, Japonya ''Ay'' dır. Japonlar da uzaylı.'
Murakami' de uzaylı :)
Ve ben, uzaylıları çok severim :)

Arka Kapak Yazısı:
''Sürükleyici, akıl çelen bir roman.''
John Updike

Kafka Tamura on beş yaşına girdiği gün evden kaçar. Uzun zamandır planladığı bu kaçışın nedeni babasının yıllar önce dile getirdiği uğursuz kehanettir. Ama babasının bir ''düzenek'' gibi içine yerleştirdiği kehanet gölge gibi peşindedir... Kafka ilk kez aşk ve tutkuyu yaşarken gizemli bir cinayetle kehanetin ve kaderinin düğümleri çözülmeye başlar.
Sahilde Kafka, kitapları bağımlılık yaratan kült yazar Haruki Murakami'den, hayatın yavan gerçekliğine karşı büyülü bir dünyanın kapılarını açan bir roman.''
(Öyle büyük yazar, böyle muhteşem kitap şeklinde devam eden ''reklamlar'' kısmını paylaşmıyorum.)

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Yerine göre, kader dediğimiz şey, dar bir yerde sürekli yönünü değiştirerek dönüp duran bir kum fırtınasına benzer. Sen de, ondan kurtulmak için ayağını bastığın yeri değiştirirsin. Bunun üzerine fırtına da sana ayak uydurmak üzere yönünü değiştirir. Bir kez daha bastığın yeri değiştirirsin. Tekrar tekrar, sanki şafaktan hemen önce ölüm tanrısıyla yapılan uğursuz bir dans gibi, aynı şey tekrarlanıp gider. Neden dersen, o fırtına uzaklardan çıkıp gelmiş herhangi bir şeyden farklıdır da ondan. O fırtına aslında sensindir. O yüzden yapabileceğin tek şey, teslim olup ayağını dosdoğru fırtınanın içine daldırarak, gözlerini kum girmeyecek şekilde sımsıkı kapatıp adım adım fırtınanın içinden geçmektir.''

''O fırtınanın içinden geçtikten sonra, fırtınanın içine ayak attığındaki kişi olmayacaksın artık, aynı kişi olmayacaksın.''

''Dünyada bu kadar çok boş yer olduğu halde, var olabileceğin, sana fazlasıyla yetecek ufacık bir yer bile bulamazsın.''

''Yolculuk yol arkadaşıyla, dünya duyguyla'' dedi emin olmak istercesine.''

''Koltukta oturup çevreye göz gezdirdikçe, uzun zamandır aradığım yerin işte bu oda olduğunun farkına vardım. Ben tamı tamına, işte öyle dünyadan soyutlanmış bir yer arıyordum. Fakat o ana kadar, aradığım yer bir ütopyadan ibaretti. Öyle bir yerin gerçekten var olabileceğine asla ihtimal verememiştim. Gözlerimi kapatıp nefes aldığımda yumuşak bir bulutun içinde gibi sarmalandığımı hissediyordum.''

''Eskiden dünya erkek ve kadından değil, erkek-erkek, erkek-kadın ve kadın-kadından oluşurmuş. Yani günümüzdeki iki kişilik malzemeyle bir kişi ortaya çıkıyormuş. Herkes bundan memnun bir halde yaşıyormuş. Fakat Tanrı kılıcını kaptığı gibi hepsini ikiye bölmüş. Muntazam bir şekilde tam ikiye. Bunun sonucunda dünyada yalnızca erkek ve kadın kalmış, insanlar öteki yarılarını bulmak için arayış içinde yaşamlarını sürmeye başlamışlar.''

''Bir şey yaptıkları yok. Amaçları yalnızca kedilerin canını yakmak, onları taciz etmek. Bundan zevk alıyorlar. Bu dünyada gerçekten yürekleri hasta insanlar var.''

''...zorbalığın hakim olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bu zorbalıktan kimse kaçamaz. Bunu lütfen unutmayınız. Ne kadar dikkatli olursanız olun bu yeterli olmayabilir. Bu insanlar için de kediler için de geçerli.''

''Bir tür tamamlanmamışlık barındıran eserler, o tamamlanmamışlıklarından ötürü güçlü bir cazibe yaratırlar. En azından, belli türde insanlar üzerinde.''

''Şu dünyada insanlar can sıkıcı olmayan şeylerden hemen bıkarlar. Bıkmadıkları şeyler ise çoğunlukla can sıkıcı şeylerdir. Bu her şeyde böyle olur. Benim sıkılmaya harcayacak zamanım var, ama bir şeylerden bıkmaya harcayacak zamanım yok. Çoğu insan bu ikisi arasındaki ayrımı yapamaz.''

''Gözler kapanmayacak. Gözlerini kapatman, hiçbir şeyi değiştirmez. Gözlerin kapandı diye, hiçbir şey silinip gitmez. Bu bir yana, gözlerini bir sonraki açışında her şey daha da kötüleşir. Biz işte böyle bir dünyada yaşıyoruz, Nakata. Adam gibi gözlerini aç! Göz kapamak korkakların işidir. Ger.eklere göz yummak alçakçadır. Sen gözlerini kapatıp kulaklarını tıkasan bile zaman akmaya devam eder. Emin adımlarla.''

''Yunan trajedisi. Cassandra, kahin bir kadındır. Troya kraliçesi. Kendini tapınağa adar, Tanrı Apollon tarafından kaderi anlama yetisiyle ödüllendirilir. Bunun karşılığında Apollon kadının kendisiyle yatmasını isterse de, kadın reddeder. Sinirlenen Apollon kadını lanetler. Yunan Tanrılarını dinsel unsurlar olarak değil de, mitolojik unsurlar olarak değerlendirmek gerek. Yani o tanrıların insanlarla aynı şekilde ruhsal eksiklikleri vardır. İhtiraslı olur, şehvetli olur, kıskanç olur, unutkan olurlar.''

''Kafka Tamura, herkesin hayatında artık geri dönülemez bir noktaya geldiği olur. Nadiren de artık daha ileriye gidemeyebiliriz. O noktaya geldiğimizde, bu iyi bir şey de olsa kötü bir şey de olsa, sessizce kabullenmekten başka çaremiz olmaz. İşte bu şekilde hayatta kalmayı başarırız.''

''Hayal gücünden yoksun, sığ, hoşgörüsüz. Başına buyruk tezler, içi boş laflar, dağınık ideolojiler, kalıplaşmış sistemler. Beni gerçekten korkutan, böyle şeyler işte. Hatta ödüm patlıyor. Doğru olan ne? Yanlış ne? Elbette, bu da önemli bir nokta, ama öylesine fevri kararların yol açacağı hatalar, çoğu durumda, bir daha asla düzeltilemezler. Yanlışı kendiliğinden kabul edebilme cesaretin varsa, geri dönebilirsin. Fakat hayal gücünden yoksun, sığ ve hoşgörüsüz bir yaşam, parazitlerinkinden farksızdır. Ev sahibini değiştire değiştire, kendileri de şekil değiştirirler. Bunun kurtuluşu yoktur. Ben, öyle tiplerin şu kapıdan içeri girmelerini dahi istemem açıkçası.''

''Deha, hangi yönde ilerleyeceği tahmin edilemeyecek bir şeydir. Hiç fark edilmeden uçup gittiği de olur. Hatta, yeraltı suyu gibi, yeraltında derinlere gömülüp oradan da başka bir yerlere akıp gittiği de olur.''

''Sorarsan bir kere utanırsın sormazsan bir ömür boyu'' derdi benim dedem de.''

''Rus yazar Anton Çehov çok güzel söylemiş. 'Eğer öyküde bir tabanca geçiyorsa, sonunda muhakkak patlaması gerekir' diye.''

''Dünya her şey kendi istediğin gibi gitmediği için eğlenceli bir yerdir.''

''Jean-Jacques Rousseau medeniyetin insanoğlunun çit yapmaya başlaması sonucunda doğduğunu söyler. Çok haklı. Tüm medeniyetler çitle çevrelenmiş esaretin ürünüdür.''

''Bizim yaşadığımız dünyanın hemen yanı başında başka bir dünya mutlaka vardır. Oraya bir ölçüde ayak basabilirsin. Hiçbir şey olmadan geri de dönebilirsin. Dikkatli olursan tabii ki. Fakat belirli bir noktayı geçecek olursan, bir daha asla dönemeyebilirsin. Dönüş yolunu bulamazsın. Labirent gibidir.''

''Berlioz'un bir lafı vardır. 'Eğer sen Hamlet'i okumadan yaşamını tamamlıyorsan, ömrünü bir kömür madeninin dibinde geçirmişsin demektir.' ''

''İnsanlar neden savaşır acaba? Neden on binleri, yüz binleri bulan topluluklar halinde birbirlerini öldürürler? Bu savaşlar öfke yüzünden mi çıkar, korku yüzünden mi? Ya da, hem korku hem öfke tek bir ruhun iki ayrı yönünden başka bir şey değil midir?''

''Yazmaktı önemli olan. Yazılmış halinin, tamamlanmış halinin hiçbir önemi yok.''

''Biz, hepimiz, önemli bir şeylerimizi kaybediyoruz dedi zil sesi kesildikten sonra.
Önemli fırsatları, olasılıkları, bir daha yerini asla dolduramayacağımız duyguları. Hayatta olmanın bir anlamı da bu işte. Fakat kafamızın içinde, ben kafamızın içinde olduğunu sanıyorum, öyle şeyleri bellek haline getirebilmemiz için küçük bir oda var. Herhalde, kütüphanenin depo kısmı gibi. Dahası, bizler kendi yüreğimizin ne durumda olduğunu doğru şekilde takip edebilmek için, sürekli arama kartları yapmak zorundayız. O odayı temizlememiz, havalandırmamız, çiçeklerine su vermemiz de gerekiyor. Başka bir deyişle, sen sonsuza kadar kendi kütüphanende yaşayacaksın.''

Keyifli okumalar :)

Görsel: Google Images

Toza Sor / Ask the Dust


Yazar: John Fante
Çeviri: Avi Pardo
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 2003
Yayınevi: Parantez Yayınları

Okuduğum ilk John Fante kitabıydı; Charles Bukowski'nin Tanrı'sı.
Şimdi diğer kitaplarını da bulup okumak zamanıdır...

Önsöz:
''Aç, ayyaş ve yazar olmaya çalışan genç bir adamdım. Daha çok Los Angeles Halk Kütüphanesi’nde okurdum ve okuduklarım ne benimle, ne sokaklarla ne de etrafımdaki insanlarla bağdaşıyordu. Herkes sözcük oyunları peşindeydi sanki, süslü cümleler kurup hiçbir şey söylemeyen yazarlar mükemmel addediliyorlardı. Yazıları beceri, kurnazlık ve biçim karışımıydı ve öğretiliyor, özümseniyor ve okunuyorlardı. Herkesin işine gelen bir tertiple, çok düz ve kurnaz bir Dünya Kültürü ile karşı karşıyaydık. Biraz kumar ve tutku bulabilmek için devrim öncesi Rus yazarlarına gitmek gerekiyordu. İstisnalar vardı, ama sayıları o kadar azdı ki bir süre sonra onlar da tükeniyor, kendini raflar dolusu can sıkıcı kitaba bakarken buluyordun. Geçmiş yüzyılların edebiyatına ve bütün olanaklarına rağmen çağdaş yazarlar iyi değillerdi.
Raflardan çekip göz attıktan sonra yerine koyduğum kitapların sayısı bini geçer. Neden kimse bir şey söylemiyordu? Neden kimse haykırmıyordu?
Kütüphanenin başka odalarını da denedim. Din kitaplarının bulunduğu oda devasa bir bataklıktı -benim için. Felsefeye girdim. Beni bir süre için neşelendiren iki sert Alman buldum, sonra o da bitti. Matematik denedim ama yüksek matematik din'den farksızdı; üstümden kayıp gidiyordu. Aradığım mevcut değildi sanki.
Jeoloji denedim; bir süre ilgimi çekti ama çok sürmedi.
Cerrahi üstüne bir kaç kitap buldum, sevdim; sözcükler yeni, çizimler harikuladeydiler. Orta kolon ameliyatını özellikle sevmiş, ezberlemiştim.
Sonra cerrahiden de sıkılıp romancı ve öykücülerin bulunduğu büyük odaya döndüm. (Yeterince ucuz şarabım varsa kütüphaneye gitmezdim. Kütüphane içecek ve yiyecek bir şeyin olmadığı ve ev sahibesinin kira yüzünden peşinde olduğu zamanlarda gidilecek yerdi. Kütüphanede tuvalet ihtiyaçlarını görebiliyordun hiç olmazsa.) Kitapların üstünde kestiren berduşlar eksik olmazdı kütüphanede.
Büyük odada gezinmeye, raflardan aldığım kitaplardan bir kaç satır ya da bir kaç sayfa okumaya devam ettim.
Derken bir gün, bir kitap çektim, açtım ve kalakaldım. Bir kaç paragraf okudum. Sonra çöplükte altın bulmuş gibi kitabı masaya götürdüm. Cümleler sayfada yuvarlanıyorlardı, kayıyorlardı. Her cümlenin kendine özgü enerjisi vardı. Cümlelerin özü sayfaya bir biçim veriyordu; sayfaya oyulmuşlardı sanki. Duygusallıktan korkmayan birini bulmuştum sonunda. Mizah ve acı olağanüstü bir kolaylıkla iç içe geçmişti. O kitabın ilk sayfaları benim için çılgın bir mucizeydi.
Kütüphane kartım vardı. Kitabı alıp odama götürdüm, yatağıma uzandım, okumaya başladım ve çok geçmeden farklı bir üslup geliştirmiş biri ile karşı karşıya olduğumu biliyordum. Kitabın adı Toza Sor, yazarı ise John Fante idi. Fante’nin, yazarlığıma ömür boyu sürecek bir etkisi olacaktı. Toza Sor’u bitirdim ve kütüphaneye gidip diğer kitaplarını aradım. İki tane buldum. Dago Kırmızı ve Bahara Dek Bekle, Bandini. Aynı üslupla yazılmışlardı; kolayca ve yürekten.
Evet, Fante beni çok etkiledi. O kitapları okuduktan kısa bir süre sonra bir kadınla yaşamaya başlamıştım. Benden daha ayyaştı ve korkunç kavgalar ederdik. Bazen ona, “Bana orospu çocuğu deme! Bandini’yim ben, Arturo Bandini!” diye bağırırdım.
Fante benim Tanrı’mdı ve Tanrı'ların rahatsız edilemeyeceğini, kapılarının çalınmayacağını biliyordum. Ama Angel’s Flight’ın neresinde oturduğunu tahmin etmeye çalışır, hala orada yaşadığını düşlemeyi severdim. Hemen her gün oradan geçerdim. Camilla’nın tırmandığı pencere bu muydu? Lobi bu mu? Hiçbir zaman emin olamadım.
39 yıl sonra Toza Sor’u bir daha okudum. Fante’nin bütün kitapları bu gün de tazeliğini koruyor. Ama benim favorim Toza Sor, çünkü sihiri keşfettiğim ilk kitaptı. Dago Kırmızı ve Bahara Dek Bekle, Bandini’den başka kitapları da var Fante’nin. Hayat Dolu ve Üzümün Kardeşliği. Şu anda Fante, Bunker Hill Düşü adlı yeni bir roman yazıyor.
Fante’yi nihayet bu sene, çok farklı koşullarda tanıdım. Fante’nin öyküsü bu kadarla kalmıyor. Şanssızlık, bahtsızlık ve ender bulunur bir cesaretin öyküsüdür onunki. Bir gün anlatılacaktır, ama burada anlatmamı istemediğini hissediyorum. Ama şu kadarını söyleyeyim; sözü nasıl yazdıysa, hayatı da öyle yaşadı; güçlü, iyi ve yürekten.
Yeter. Şimdi kitap sizin.

Charles Bukowski

6/5/1979
''

Arka Kapak Yazısı:
Önsöz içinde, altı çizili olarak verdiğim cümleler kitabın arka kapak yazısını oluşturuyor.

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Kilisenin önündeyim. Kerpiç bina yıllarla kararmış. Duygusal nedenlerden ötürü içeri gireceğim. Sadece duygusal nedenlerden ötürü. Lenin'i okumadım ama onun, ''din kitlelerin afyonudur,'' dediğini başkalarından duydum. Kilisenin basamaklarında kendi kendime konuşuyorum: evet, kitlelerin afyonu. Kendim, ateistim: Mesih Düşmanı'nı okudum ve önemli bir yapıt olduğunu düşünüyorum. Değerlerin değişiminden yanayım ben. Kiliseden kurtulmalıyız, kilise aptalların, ahmakların, cibilliyetsizlerin ve şarlatanların sığınağıdır.''

''Durumum beni daktiloya itiyordu. Daktilonun başına oturdum ve Arturo Bandini için içim parçalanırdı. Bazen bir fikir zararsızca odada uçuşuverirdi. Minik, beyaz bir kuş gibi. Kötü değildi niyeti. Tek isteği bana yardımcı olmaktı zavallı kuşun. Ama onu daktilonun tuşları ile örseler, canına okurdum ve ellerimde ölürdü.''

''Arkasına yaslandı, parmaklarını ensesinde kavuşturdu ve dramatik bir ses tonu ile tavana bakarak konuştu: ''Seveceksin beni bu gece aptal yazar bozuntusu; evet, bu gece beni seveceksin.''
''Nedir bu?'' dedim.
Gülümsedi.
''Ne önemi var? Sen bir hiçsin, bense bir zamanlar biri olmuş olabilirim ve hepimize giden yol sevgidir.''

''Holün sonundaki yangın merdivenine gittim ve boşandım, deli gibi ağlıyor, gözyaşlarımı durduramıyordum çünkü Tanrı pis düzenbazın, aşağılık herifin tekiydi, bu kadına yaptıklarından sonra başka ne olabilirdi ki! İn aşağı Tanrı, aşağı in ki seni bir güzel benzeteyim, seni bağışlanamaz pis şakacı seni. Bu kadının ve dünyanın halinin sebebi sensin..''

''Çantandan küçük bir şişe viski çıkardın ve bitirdik şişeyi; önce sen, sonra ben. Şişe boşaldığında markete gidip bir şişe daha aldım, bu kez büyük. Sabaha kadar ağlaşıp içtik ve sarhoşluğumla yüreğimde köpüren şeyleri söyledim sana, bütün o güzel sözcükler, zekice gülümsemeler, ama sen başkası için ağlıyordun ve o sözcüklerin tekini bile duymadın, ama ben duydum onları ve Arturo Bandini yabana atılmazdı o gece çünkü gerçek aşkına konuşuyordu.''

''...gözlerinde tavuklarda rastlanan o yaşlı kadın bakışı vardı.''

''Yazmanın maddi yönü yazmaktan daha çok ilgilendiriyordu onu. Şu dergi kaç para ödüyordu, öykülerin sadece torpille satıldığından emindi. Editörün odasında çalışan bir kuzenin ya da kardeşin ya da bir ahbabın yoksa zahmet edip öykü yollama. Fikrini değiştirmeye çalışmak beyhudeydi, denemedim, yazma yetersizliği karşısında kendini avutmak için bir bahane bulmak zorundaydı.''

''Hayat böyle yaşanmalıydı, gayesizce dolaşarak, bir mola ve yola devam, beyaz çizgiyi izle, bir sigara yak ve çölün şaşırtıcı göğünde anlamları ara boşuna.''

Keyifli okumalar :)

Görsel: Google Images

Kırmızı Pazartesi / Cronica de Una Muerte Anunciada


Yazar: Gabriel García Márquez
Çeviri: İnci Kut
Orijinal Dili: İspanyolca
Basım Yılı: 2006
Yayınevi: Can Yayınları

''İşleneceğini herkesin bildiği bir cinayetin öyküsü...''

Çevirmeninin İnci Kut olması beni çok mutlu etti.
Su gibi akıyor. Çeviri mükemmel. Bugüne dek okuduğum en güzel Gabriel Garcia Márquez romanı.

Arka Kapak Yazısı:
''Her yazar, yazdığı en son romanın en iyi romanı olduğunu sanır. Benim bu romanım için böyle düşünmemin nedeni, yapmak istediğimi tam olarak gerçekleştirebilmiş olmamdır. Romanlar, yazılırken yazarlarının elinden kaçıp kurtulmak isterler. Romanın kişileri, kendi özyaşamlarına dönerler, en sonunda da canlarının istediğini yaparlar. Ben hiçbir romanımda bu romanımdaki kadar ipleri elimde tutamadım. Belki bunu konu ve hacim nedeniyle başarmışımdır. Konusu çok sert olan ve hemen hemen polisiye bir roman gibi işlenen bir roman bu. Üstelik oldukça da kısa. Sonuçtan hoşnutum. Bundan önce de en iyi romanım Yüzyıllık Yalnızlık değil de Albaya Mektup Yazan Kimse Yok adlı yapıtımdı. Ben öyle sanıyordum; ve bunu da sık sık söyledim. Şimdi de en iyi romanımın Kırmızı Pazartesi (Cronica de Una Muerte Anunciada) olduğunu sanıyorum.''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Annemin onlarda kınadığı tek şey, yatmadan önce saçlarını tarama adetleriydi. ''Kızlar,'' derdi onlara, ''geceleyin saçlarınızı taramayın, yoksa denize açılanlar geri dönmekte gecikirler.''

''Angela Vicario, aşk yoksunluğunun sakıncasını şöyle bir dokundurmaya cesaret edebildiyse de, annesi tek bir sözle onu susturmuştu: ''Aşk da öğrenilir.''

''Karaya adım atmadan önce ayakkabılarını çıkarmışlar, öğle vaktinin yakıcı toz toprağı içinde sokakları çıplak ayakla geçerek tepeye tırmanmışlardı, saçlarını başlarını kökünden yoluyorlar, öyle canhıraş feryatlarla ağlıyorlardı ki, sanki sevinç çığlıkları atar gibiydiler. Ben onların geçtiğini Magdalena Oliver'in balkonundan görmüştüm, bu kadar büyük bir üzüntünün ancak daha büyük utançları örtbas etmek için gösterilebileceğini düşündüğümü hatırlıyorum.''

''Ancak cinayeti engelleyebilmek için bir şeyler yapabilecekken yapmayanların çoğu, namus sorunlarının ancak faciada rol almış kişilerin erişebildiği kutsal alanlar olduğu bahanesiyle kendilerini avutmuşlardı. ''Namus aşktır,'' dediğini duyardım annemin.''

''416'ıncı sayfanın kenarına eczacıdan aldığı kırmızı mürekkeple, kendi el yazısıyla şu notu düşmüştü: Bana bir önyargı verin, dünyayı yerinden oynatayım.''

''Raporun 382'inci sayfasının kenarına kırmızı mürekkeple bir yargı daha yazmıştı: Kader bizleri görünmez kılar.''

Keyifli okumalar :)

Görsel: Google Images

Hep bir şeyler eksik...


Moralim çok bozuk an itibariyle :/
Bu canına yandığımın memlekette ''yer/köşe minderi'' yok...ve hatta, dillerinde böyle bir kelime de yok.
Adamlar yere oturmayı bilmiyor!

Odam için en cici hayalim; kaloriferin bulunduğu köşeye kocaman bir oturma köşesi ve duvara bir kaç tane yastık koyup pofuduk-pofidik oturmak, uzanmak, yayılmak; kitap okumanın en zevkli hallerini yaşamaktı.
Gezmediğim tükkan, bakmadığım alışveriş sitesi kalmadı: yok! yok! yok! :(
Dedim ''Gidip kumaş alayım, diktireyim.'' Burası Türkiye değil ki adım başı terzi vs. bulabilesiniz...
Ağladım-ağlayacağım. Cidden. Çok moralim bozuldu.
Kendim dikmeyi düşündüm.
Dikiş makinemi anneme verdim, elde dikebilir miyim acaba? emin olamadım.
Alsam kumaşı, kessem-elde diksem. İçini de doldursam bir şeylerle...
Buradaki en popüler dolgu maddesi şu beyaz köpükler. On yüz milyon baloncuk gibi görünen beyaz köpükler.
Bildiğiniz gibi benim iki tane kedi kızım var. Yere bir şey düşmeye görsün, ilk önce onlar koşar, üzerine uzanıp kalite kontrol yaparlar. Tırnakları da malum; hamur yoğurur gibi o patişler bi' açılıp bi' kapanır. Öyle bir dikmem gerekiyor ki, kızlar açık alan bulamasınlar ve içine koyacağım malzemeyi dışarı çıkaramasınlar...
Yok, beceremem! :(

Lütfen bana bir akıl-fikir, yer minderi bulabileceğim bir adres vs. verin.
Nütfen dedim bak :'(

İmza: iki minder için iki gündür suratsız gezen Sittirella

Görsel: Google Images

Cemile / Öğretmen Duyşen


Yazar: Cengiz Aytmatov
Çeviri: Ülkü Tamer
Orijinal Dili: Rusça
Basım Yılı: 1994
Yayınevi: Adam Yayınları

''Dünyanın en güzel aşk hikayesi'' demişler, Cemile için...
Öyledir.
Cengiz Aytmatov ne yazmışsa ''dünyanın en''i olmuştur yazdığı.
Çok erken kaybettik Aytmatov'u, daha yazacağı çok şey vardı...

Arka Kapak Yazısı:
''Türkiyede yaygın bir üne sahip olan Kırgız yazarı Cengiz Aytmatov'un bu kitapta bir araya getirilen iki uzun hikâyesi onun şiirsel anlatımının en parlak iki örneğidir. Ülkü Tamerin başarılı çevirisiyle sunduğumuz bu yapıtlar bize yakın bir dünyanın ilginç görünümlerini ve insanlarını ele alıyor.''

Altını Çizdiğim Cümleler:
CEMİLE

''Komşular gelip yakınırlardı: Ne biçim gelininiz var? şunun şurasında geleli kaç gün oldu? Her şeye burnunu sokuyor!Ne saygı biliyor, ne utanma!
Anam, iyi ki öyle! diye cevap verirdi. Benim gelinim her şeyi adamın yüzüne söyler. Arkasından konuşmaz. Bir de kendi kızlarınıza bakın; görünüşte hepsi erdemli. Ama çürük yumurtaya benzer erdem: dışı güzeldir, pırıl pırıldır...bir de içini kokla bakalım.''

''Kadının mutluluğu çocuk doğurmak, kalabalık bir evde yaşamaktır.''

''Daniyar, uyumadan önce biraz savaşı anlatsana bize, dedim. Önce hiçbir şey demedi. Bu söz ağırına mı gitmişti ne? Uzun süre gözlerini ateşten ayırmadı; sonunda başını kaldırıp yüzlerimize baktı.
Savaşı mı anlatayım? diye sordu. Bizimle değil de kendi yüreğiyle konuşuyordu sanki, kendi düşüncelerini cevaplandırıyordu.
Yok, savaş hakkında bir şey bilmeyin, daha iyi!
Döndü, bir kucak dolusu kuru yaprak alp ateşe attı, bizim yüzümüze bile bakmadan alevlere üflemeye başladı.
Başka bir şey söylemedi Daniyar; ama o birkaç kelime bile, savaşın hafife alınacak bir konu olmadığını anlatmaya yetmişti.''

''Gece inanılmaz güzellikteydi. O Ağustos gecelerini kim bilmez yıldızlar uzaktadır, ama elinizi uzatsanız parmaklarınıza değecek sanırsınız! Bir yıldız vardı: kenarları donmuş gibiydi, saçtığı ışıklar incecik buzullara benzerdi, karanlık gökten dünyaya şaşkınlıkla bakardı sanki.''

''Soğuk Kurkuru'nun suları azalmıştı; dönemeçlerdeki taşların üstleri portakal rengi yosunlarla, yeşil yosunlarla örtülmüştü. Söğütlerin incecik fidanları, ilk donlarda kıpkırmızı kesiliyordu; ama gencecik kavaklar, sarı yapraklarını hala bırakmıyorlardı.''

ÖĞRETMEN DUYŞEN

''Eserlerimi korkunç bir kıskançlıkla koruduğum için değil, beşiğinde yatan bir bebeğin büyüyünce nasıl bir insan olacağını kestirmek zor olduğu için. Bitmemiş bir resim hakkında yargıya varmak da o kadar zordur.''

''Bir süre sustuktan sonra, kendi kendine konuşur gibi ekledi. Evet, her canlının bir baharı, bir güzü vardır.''

''Kanatlanmış gibi uçuyordum; büyük bir iş yaptığımdan içim hafiflemişti sanki, yüreğim gümbür gümbür atıyordu. Güneş niye bu kadar mutlu olduğumu biliyor gibiydi. Evet, niye böyle koştuğumun farkındaydı; iyi bir iş yapmıştım.
Tepeler arkasından kaybolmak üzereydi güneş; bana kalırsa batmak istemiyordu sanki, beni gözetlemek istiyordu.''

''Her karanlık bulutta bir beyaz nokta bulunur derler.''

''Kumaydım. Hangi kokuşmuş, çürümüş çağda yaratmışlardı bu kumalığı?
Kim yaratmıştı? Kuma olmaktan, insanın ruhuyla, bedeniyle tutsak olmasından daha küçültücü şey var mı dünyada? Zavallı kadınlar, mezarlarınızdan kalkın! Kalkın, kötü dünyaları, pis dünyaları titretin! Ben çağırıyorum sizi, ben, sonuncunuz! Ben, başkaldıran kuma!''

''Bizim için değerli anılar taşıyan yerlerde ayak izlerimiz niye silinir?''

Keyifli okumalar :)
Görsel: Google Images

İkizler burcuyum, gayet normal bir durum bu bence.

Bugüne dek hiç kimseden duymadığım alışkanlık, takıntı, huy, kuruntu ve benzeri şeylere sahibim.
Bugün bunlardan biri olan ''ikileme'' huyumdan bahsetmek istedim :)
Dolabımı düzenliyordum bugün.
Kolilere yerleştiriyordum kıyafetlerimi ufaktan ufaktan :) Taşınırken aynı gün hem toplama-hem kolileme işiyle uğraşmayayım diye zaman buldukça toparlanıyorum.
Elime bir sürü ikiz eşya geçince ve de fotoğraf makinesi yanımda olunca ''hadi üşenmeyeyim, fotoğraflayayım'' dedim :)

Eğer bir kıyafeti/aksesuarı/eşyayı çok sevdiysem, çok yakıştırdıysam kendime, ya iki tane alıyorum ya da o kıyafetin iki ayrı rengini alıyorum. Giysi ve ayakkabı dolaplarım ikiz kıyafet ve ayakkabılarla dolu :)

Belki de -burada yazar suçu bi' şeylere yükleme ihtiyacı duyuyor- ikizler burcu olmamdan kellidir bu ''ikileme'' deliliğim :)

Bu ikileme huyu hem çok iyi bi' şey, hem de çok kötü bi' şey efenim. Şöyle ki, eğer aldığınız eşya kaliteli ve güzelse, size de pek yakıştıysa değmeyin keyfinize oluyor.
Upuzuuuun bi' süre boyunca o kıyafeti zevkle giyiyorsunuz. Eskime, aynısından bulamama gibi dertleriniz yok, yedeği dolabınızda sizi bekliyor :)
Ama, gaza gelip, bir anlık ''alayım gitsin'' düşüncesiyle aldıysanız, dolabınızda hemen hiç giyilmeyen bi' çift kıyafetiniz oluyor, aylarca olduğu yerde duruyor, bütçenize de çifte kazık olarak yansıyor elbette :)

Size benim ikilediklerimden örnekler vereyim;
Geçenlerde aldığım ve ''birine bir şey olursa diğeri sağlam kalır ve kullanmaya devam ederim'' dediğim metal kutular.
Aslında bu kutularda günlük ped vardı. ROSSMANN bi' promosyon yapıp, günlük pedleri çantamızda hijyenik şekilde taşımamız için metal kutular yapmış. Gelin görün ki kutular kalem kutusu-makyaj kutusu veya cüzdan niyetine bile kullanılabilir olunca bi' sürü aldım :)
Biri ofiste kaldı, biri çantamda...dahası da var yani :)))


Bu yaz aldığım, önü çiçek desenli-arkası yarı şeffaf tül,  krem rengi ve siyah iki bluz.


Füme ve fuşya rengi, bol balıkçı boğazlı-yarım kollu iki bluz.



Siyah ve mavi iki tane tayt.


Açık gri ve füme rengi olmak üzere aynısından aldığım tunikler :)


Bir sürü rengini alıp bir kısmını anneme bıraktığım el çantaları...


Daha geçenlerde aldığım, birinin etiketi bile üzerinde duran pantolonlar...


Sonracığıma aynısının tıpkısı hırkalar :)


Bu yaz bol bol giydiğim, yanlardan bağlamalı ikiz tişörtler...


Daha resmini çekmeye üşendiğim beş-on çift tişört/tunik daha...
Küpeler, fularlar, ayakkabılar, botlar, kazaklar...
Evet efenim, imkanım varsa ''ikilerim'' :)

Buna benzer alışkanlıkları olanlar beri gelsin de göreyim :)))

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...