Merhaba,
Serinin ilk gönderisini burada, ikinci gönderisini ise şurada bulabilirsiniz.
Bugün, ''çalışma ortamı'' konusuna ağırlık vermek istiyorum.
Benim en zorluk çektiğim konulardan biri buydu ve hala zorluk çekiyorum. Çalışma ortamının, ofis tipinin gerçekten çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Global şirketlerde -genelde- açık ofis dediğimiz ofis tarzı kullanılmaktadır.
Bu da demektir ki, onlarca ve hatta yüzlerce kişiyle yan yana-karşı karşıya-sırt sırta sıralanmış halde çalışacaksınız.
Açık ofisler -görüşüm tamamen beni bağlar- işverenin, ''sosyalleşiyorsunuz, kimsenin kimseden üstünlüğü yok, en alt düzey çalışan da-en üst düzey çalışan da aynı çalışma masasına ve ekipmana sahip, kimse kapalı kapılar ardında gizli-saklı işler çevirmiyor, herkes aynı atmosferde çalışıyor, herkese eşitlik'' bahanelerinin ardına sığınarak ofis alanından tasarruf etmek amacıyla uydurduğu ofis türleridir.
Etrafa serpiştirilmiş, saksılar içindeki yeşillikler -çiçek değil, yeşillik- çalışanları motive etmesi amacıyla sağa sola asılmış-yerleştirilmiş ''motivasyon sözcükleri'', çalışanları rahatlatmak ve sakinleştirmek yerine, performansını artırmak için bilinçli olarak seçilen renklerle boyalı duvarlar...
Sağlıksızdırlar.
Çünkü -tamamen atıyorum- beş yüz metrekarelik bir ofiste yüz kişi çalıştığınızı varsayalım. Bu da demektir ki, tam yüz kişiyle aynı havayı solumak, aynı tuvaleti kullanmak zorundasınız.
Yüz kişinin ayakkabılarıyla üzerinde dolandığı bir halı, kaplama-parke düşünün...sizce kaç on yüz bin milyon çeşit bakteri-mikrop gömülüdür o halılara?
O halıların üzerinde gününüzün en az sekiz saatini geçireceksiniz.
''Yok efendim, bizim ofislerde halı yok, her yer duvardan duvara parke, seramik vs.'' diyen olursa; peki ya hava?
Ofisler, yaz-kış klimalarla ısıtılıp-soğutulur ve işverenin yasalar gereği yılda bir veya iki kez klima filtresi değiştirme zorunluluğu vardır. Bu da şu anlama gelir; filtre değiştikten sonra uzunca bir süre havayı filtreler ama asla değişim zamanına dek aynı performansta temizlemez. Burada klima-filtre-hava arıtma konusunda uzman kişilere söz hakkı doğuyor. Kendi ofisimizden örnek veriyorum, iş verenimiz yılda iki kez filtre değişimi yaptığı halde, ofisin iki ayrı köşesinde oturan beş on arkadaşın hava yoluyla bulaşan bir virüs kapmış olması ve doktorun ilk sorusunun ''açık ofiste mi çalışıyorsunuz?'' olması da tesadüf değildir herhalde.
Yan masanızdaki arkadaşınızın nezle veya grip olması durumunda bir kaç gün sonra sizin de aynı hastalığa yakalanacağınız neredeyse gün gibi ortadadır. Ortamdaki hava yapay, ağır ve de sağlıksızdır.
Şaka gibi geliyor belki size söylediklerim ama siz hiç penceresi asla açılmayan ve sürekli klima çalışan bir odada üç gün çalıştınız mı?
Bulunmadıysanız deneyin...
Sadece siz bulunsanız bile havanın ağırlaştığını, kokusunun bile değiştiğini hissedeceksiniz. Bir de yüz kişinin nefes alıp verdiğiniz düşünün...
Arada sırada pencereler açılır fakat genelde plazalar trafiğin en yoğun bulunduğu yerlerde bulunduğu için açılan pencereyle birlikte inanılmaz bir gürültü kirliliği de ofise dolacaktır.
Kaldı ki, pencere açıldığı an hava yenilense bile bir kaç saniye sonra muhakkak bir çalışan pencereyi kapayacaktır. Haklı olarak kapayacaktır çünkü o pencereler muhakkak birinin omzuna, sırtına, başına vuracak çok şiddetli bir hava akımı oluşturacaktır.
Gerçi ''ofis havası''nı ikici planda bırakacak bir sorun vardır bu tip ofislerde; gürültü/gürültü kirliliği.
İnsanın beynini gizli veya aleni oyan bir gürültüden bahsediyorum.
Türkiye'de çalışırken, bir iş yerimde aynı odayı (oda 20-30 metrekare büyüklüğündeydi) iki iş arkadaşımla paylaştığım iki yıllık dönem dışında hep kendime ait bir odaya sahip idim.
Odamın kapısını kapar, sessiz ve sakin odamda işimi planlar, adım adım yapmam gereken işleri tamamlar ve hatta artan zamanımda da ek iş planlar veya tamamlardım.
Buraya geldiğimde 1.5 metrelik bir masaya ve seksen küsur kişiyle aynı ortamda çalışmaya başladığımda neye uğradığımı şaşırdım.
Şöyle bir ortam düşünün; aynı anda üç kişi klavyeye gayet sesli şekilde vurarak eposta yazıyor. Bir diğer kişi telekonferans görüşmede, kulaklıkları takmış mikrofon açık toplantıyı yönetiyor. Aynı anda bir başka çalışma arkadaşınızın telefonu çalıyor. Bir diğeri ise telefonda hali hazırda görüşme yapıyor. Mutfaktan ısıtıcı/mikrodalga sesi geliyor. Biri tuvalette sifonu çekiyor. Bir diğeri yan masasındaki arkadaşıyla bir sorunu tartışıyor. Bir diğer çalışma arkadaşınız yeni işe başlayan bir çalışana bir saatlik uygulamalı eğitim veriyor ve bilgisayarında adım adım neyi-nasıl yapması gerektiğini soruyor. Fotokopi makinesi durmadan çalışıyor. Diğeri kulaklıkları takmış yüksek sesle müzik dinliyor -ki, bu müzik dinleyen genelde ben oluyorum- müziğin sesi kulaklıktan taşıyor. Ofisin diğer ucundan kahkaha sesleri geliyor.
Kapılar sürekli açılıyor-kapanıyor...
Ve siz, en az sekiz saat bu ortamda çalışmak; bu gürültü içinde yaptığınız işe yoğunlaşmak ve dikkatinizin dağılmasına izin vermemek zorundasınız.
Başa çıkabileceğinizi düşünüyor musunuz?
Ben size ''hayatta başarılar dilerim'' demek istiyorum.
Uzun süredir takip edenlerim gayet iyi bileceklerdir ki disleksi ile başım dertte. Benim dikkatimi yoğunlaştırma sürem 10 ile 20 dakika arası sürüyor ve bu süre sona erdiğinde en ufak bir dış uyarıda dikkatim tamamen dağılıyor. Tekrar toparlamam yaklaşık üç-dört dakikamı alıyor ve bunu her 15 dakikada bir yapmak zorundayım.
O kadar yorucu ki...
Aynı belgeyi o gürültüde defalarca okumak...daha da zoru ilk okuyuşta tamamen anlamak.
Hele de zamana karşı yarıştığınız bir iş sahibiyseniz işiniz daha zor, zaman planlamanızı çok ama çok iyi yapmak gerekiyor.
Size reçete gibi ilk yazılacak/verilecek eğitimler ''Zaman Yönetimi'' ve ''Stres Yönetimi'' eğitimleridir.
Zamanınızı iyi yönetmeniz ve stresle başaçıkabilmeniz gerekir. İnsan bir süre sonra kendine soruyor; ''işe mi gidiyorum, savaşmaya mı?''
Stres deyip geçmeyin. Şu gönderimde stresten bahsetmiştim, hızlıca göz atmanızda fayda görüyorum.
***Gönderiden bağımsız ekleme***
Yukarıda bağlantı verdiğim gönderimi okuduktan sonra bu hafta yaşadığım bir olayı anlatmanın tam yeriymiş gibi hissediyorum.''Gıcırdatılan dişler, taş gibi sıkılan çene'' diye bir cümle sarf etmişim gönderimde. Stres altında çalışıyorsanız farkına bile varmadan çenenizi geriyorsunuz veya dişlerinizi sıkıyorsunuz ve gün sonunda bu size ağrı olarak geri dönüyor.
Geçtiğimiz Salı günü stresli stresli çalışırken birden çenemden bir ses geldi, ''Kılakkk!'' diye tarif etsem abartmış olmam. Bu sesle beraber sağ kulak içine aniden vuran bir kulak ağrısı başladı. Sonra çenemi açamadığımı, bir lokma yiyeceği bile çiğneyemediğimi fark ettim. Doktor hanım teşhisi koydu; sağ çene ekleminde sorun oluşmuş. Kas/lif/disk artık neyse kopmuş/zedelenmiş. Tıbbi terimlere pek hakim olmadığım için sorunun ciddi olduğunu anlayabildim sadece. Detaylı röntgen gerekiyor ki, tedavi edilebilsin, medikal aparatlar kullanarak mı iyileştirilecek yoksa cerrahi müdahale şart mı? karar verebilsin.
Şaka değil, şu an bile çenemi oynattığımda katır-kutur sesler geliyor ve ağrısı katlanılabilecek bir ağrı değil. Nasıl dayandığıma gelince...26 Mayıs'a dek tek bir boş gün olmadığından ve bu acıyla yaşamak zorunda kaldığımdan duruyorum. Yarın yine doktor randevum var. Başka bir hastaneye sevkimi yapıp yapamayacağını görüşeceğiz, tarihi 26 Mayıs'tan önceye alabilmek için. İşte bunlar hep stres...
***
''Sizi açık ofiste şahane bir çalışma ortamı bekliyor'' diyemediğim için üzgünüm.
Global bir şirket olup çalışanlarına kapalı odalar veren bir şirketler çok nadir de olsa vardır fakat biz ''genel'' durumdan bahsediyoruz.
Pozisyonunuza ve ofiste bulunma zorunluluğunuza bağlı olarak evden/dışarıdan çalışabilme imkanını bazı şirketler çalışanlarına tanırlar.
Bu imkanı tanıyan şirketlerin çalışanları daha avantajlıdır çünkü hafif bir soğun algınlığı veya evde yapılması gereken işler, beklenen kargo vs. durumlarında çok rahat ''bugün evden çalışmak istiyorum/çalışıyorum'' diyebilirler.
Bir de, ''home office/ev ofis'' çalışmaya çok sıcak bakan şirketler vardır ki, bunlar evden çalışmanın bazen çalışan için avantaj olabileceğini, her gün 1-2 saatini trafikte geçirmeyen çalışanın ev ortamında günlük işlerini çok rahat tamamlayabileceğinin farkındadırlar.
Evdn-ofiste çalışmanın avantajları-dezavantajları tartışılır.
Biri ''evden çalışmak sıkıcı, insan çalıştığının farkına bilevarmıyor. Ofis ortamı işiniz olduğu/çalıştığınız duygusunu güçlendiriyor. Ofise gitmeyi seviyorum'' derken, bir diğeri ''Evden çalışmak gibisi yok. Trafikte harcayacağım zamanım bana kalıyor ve evde daha konforlu çalışıyorum'' diyecektir.
Uzaktan çalışabilmenin ve elbette global bir şirkette çalışmanın diğer avantajı da, izin kullanmadan, tatilinizden düşmeden dünyanın her yerinde ofisin olduğu yerden çalışabileceğiniz anlamına geliyor. Elbette, bu yöneticinizin ve ilgili departmanın onayını almanızı gerektiren durum.
Kendimden örnek vereyim, bir veya iki haftalık bir Türkiye seyahati planlayıp, Türkiye'ye gelip, hafta içi şirketin İstanbul/İzmir/Ankara ofislerinden birinde çalışıp, iş saatleri dışında arkadaşlarımla/ailemle zaman geçirme avantajına tek bir tatil günümü kaybetmeden sahip olabilirim.
Veya, evden çalışıp yine ailemle/arkadaşlarımla zaman geçirebilirim.
Dediğim gibi, bu durum elbette pozisyonunuza ve belli bir ofiste çalışmanızın ne denli gerekli olduğuna bağlı bir durum.
Bir de ''oda'' meselesini açıklığa kavuşturayım.
Diyelim ki, çok önemli bir proje üzerinde çalışıyorsunuz ve sessizliğe ihtiyacınız var.Veya online bir eğitim tamamlamanız gerekiyor.Veya, bir kişiye/gruba eğitim vermeniz gerekiyor. Bu durumda, ofisin toplantı odalarından birini rezerve edebilir, proje çalışmanız veya eğitiminiz bitinceye dek odayı kullanabilirsiniz. Ama her gün, her saat yalnız olarak odayı kapatıp çalışmanız söz konusu değildir.
Toplantı odası konusu açılmışken, şu durumdan da bahsedeyim; dışarıdan misafir gelmesi durumunda, ofis içine adımını atamaz.
Her şirketin, çalışma alanları dışında toplantı odaları, misafir odaları mevcuttur ve dışarıdan birinin gelmesi durumunda -iş görüşmeleri de dahil- bu odalarda-alanlarda yapılır.
Eşiniz, anneniz, arkadaşınız gelse... ''gel sana masamı göstereyim'' diyemezsiniz. Yine istisnai durum söz konusudur; çalışma saatleri dışında, hiçbir çalışanın masasına dokunmamak-yaklaşmamak şartıyla ve yönetici izniyle ofise sizin refakatçiliğinizde aile üyelerinizin girmesi bir defaya mahsus kabul edilebilir örneğin.
Burada sorun güvenliktir. İş sırlarının, ofis yerleşim planının üçüncü kişiler tarafından görülmemesi, deşifre edilmemesidir.
Güvenlik/kontrol sorunu, kartlı çalışma sistemini beraberinde getirmiştir.
İşe başladığınız ilk gün şirket kartına sahip olursunuz. Şirket binasına/katına açılan kapıları kullanmak için kartınızı okutmanız gerekir.
Kartınızı sizden başka hiç kimse kullanamaz, yöneticinize dahi kullandıramazsınız. Bu kart sadece kapıları açmakla kalmaz, ihtiyaç anında sizin kartı en son hangi binada, hangi katın kapısını açmak için kullandığınız, binaya giriş ve çıkış saatleriniz gibi bilgilerin toplanmasını sağlar.
Bazı şirketler, çalışanlarına özel indirim yapılması için restoran, butik, güzellik merkezi, spor salonu vb. yerlerle anlaşma yapar ve kartınızı kullanarak indirimlerden yararlanabilirsiniz.
Müşterilerin yaptığı ziyaretler, iş birliği yapılan firmaların yaptığı ziyaretler de bu kapsamdadır. Çalışma alanının dışında kalan odalar kullanılır ve şirketin anlaşmalı olduğu bir yemek firmasından yiyecek, içecek ve servis hizmeti satın alınır.
Bu durumun tek istisnası çocuklardır. Çalışanlar çocuklarının ellerinden tutup geçici bir süre ofise girebilir. Çocuklar o masadan bu masaya bir kaç dakika koşabilir ve kimse bunun hesabını sormaz. Hatta, periyodik aralıklarla çalışanların o güne mahsus olmak üzere çocuklarını bir kaç saat ofise getirmelerine izin verilir.
***
Ekleme:
Gönderiyi yayımladıktan sonra fark ettim ki, kamera konusuna değinmemişim.
Her köşede tavana asılı ve sizi 24/7 izleyen kameralar var.
Attığınız adımı izleyen kameralar...
Bir süre sonra varlıklarını bile unuttuğunuz ama gözünüzün takıldığı an size ''gözetlendiğiniz'' hissini dibine dek yaşatan sevimsiz, soğuk kameralar.
Kim sürekli gözetlendiği bir ortamda çalışmak ister ki?
***
Bu gönderimi de burada bitirirken bir konunun altını çizmek istiyorum.
Elbette, açık ofiste çalışmayı çok seven ve hatta bundan çok memnun olan çalışanlar vardır.
Burada, Plaza Hayatı'nı benim gözlemlediklerim, hissettiklerimle, tamamen SUBJEKTİF olarak olarak anlattığımı unutmamanızı istiyorum.
Bazen yorumlar alıyorum: yok efenim, o öyle değil!
Sana göre değil ama bana göre öyle..
Bir de, benim için çok ama çok önemli olan bir konunun altını bir kez daha çizmek istiyorum:
İş görüşmelerinizde, laf olsun diye ''stres altında çalışabilirim'' demeyin veya bu cümleyi özgeçmişinize eklemeyin.
Stresle başa çıkmanız gereken bir işiniz olmamış ise veya bu konuda gerçekten başarılı değilseniz bunu yapmayın derim..
Baskı/stres altında çalışmak ayrı şey, süresi belirlenmiş görevleri tamamlamak apayrı şey.
Stres, insanı içten içe yiyen ve zamanla vücudunuzu yavaş yavaş güçsüzleştiren, yaşam kalitenizi düşüren çok ama çok önemli bir olumsuz etken.
Kendi iyiliğiniz için lütfen dikkat edin.
Görsel: Sahibinin sesi / Sittirella marka
eline sağlık sit.Bana uzak gelse de bu gönderiler ilgilenen arkadaşlara çok faydası olur eminim.Bir an hayalimde canlandı o bile yetti Allah yardımcın olsun ne diyeyim.Bu arada geçmiş olsun dikkat et...
YanıtlaSilTeşekkür ederim arkadaşım :/
SilZor...çok zor.
İş hayatı zor, özel sektörde çalışma hayatı zor, hayat zaten tek başına zor.
İşimiz zor :)
Ben de kendime ait odada calismaya alistiktan sonra yeni isimde ayni sorunlari yasiyorum. Ustune sakir sukur sakiz cigneyip, dinledigi muzigi bize de dinlettiren biri yan masada. Sirf bu konuda 2 sayfa yazabilirdim. Havalandirma ve halilar da en buyuk derdim.
YanıtlaSilKamera haric her sey ayni.
Kameralar işin bonusu :)
SilTuzu-karabiberi...
yazısı bile ruhumu sıktı çalışmasını düşünemiyorum...
YanıtlaSilÇalışması sıkmıyor, direkt öldürüyor insanı ama yavaş yavaşşşş...
Sil