(Kendime fırça: Her şey bu akıllı telefon denen zımbırtı yüzünden. Eskiden akılsız telefon kullanırdın, ''alo-alo'' o kadar. En fazla mesaj gönderirdin. Gelirdin evine paşa paşa, otururdun bilgisayarının başına, yazardın.
Şimdi öyle mi ki? Eline yapıştı sanki telefon! Günde on yüz bilmem kaç kere şarj ediyorsun. Her gün instagram'da 1-2 fotoğraf paylaşmayı biliyorsun, whatsapp'ta saatlerce çene çalıyorsun ama iş oturup blog gönderisi yapmaya gelince toton yemiyor.
Bakıyorum da blogcağızına, son bi' yılda -kitap gönderileri dışında- neredeyse hiç yazmamışsın ayol!
Titre ve kendine gel Sittirella; her şey geçer, blog kalır!)
Bi' derdim var...anlatmak istiyorum. Belki aynı durumu yaşayanlar vardır, derdime derman olacak bi' kaç tavsiye gelir sizden, yalnız olup-olmadığımı bilirim.
Son zamanlarda garip bi' haller çöktü üzerime, ruh halim değişti; dağıldım, tükendim sanki, ruhum bedenimden çekilmiş gibi.
Hayır, öyle depresyona girdi-çıktı yapacak bi' insan da değilim. ''Orta yaş bunalımına mı girdim acaba?'' diye düşünmeye başladım ciddi-ciddili.
Kendime taktım son zamanlarda. Aynaya baktığımda gördüğüm yüz benim yüzüm değil!
Karşımda gördüğüm yüzün benle yakından uzaktan âlâkası yok! Göz altları şiş, gıdı ''meribaaa!'' diyor, göz çevresinde ince çizgiler, kaz ayakları temel atma işlemlerini tamamladı-tamamlayacak.
Kafamdaki hava durumu parçalı ışıltılı dağınık saçlı! Saçlar darmaduman, şakaklar ışıl ışıl, gri tellerle donanmış. Hani, eski köy düğünlerinde gelin telleri olur, gelinin şakaklarından aşağı uzanır, gümüş rengi, ışıl ışıldır...aynen öyle! O ışıltılar kafanın geri kalanına da dağılmış. Saçlarıma yıldız düşmüş gibi duruyor.
Darmadağınığım! Yaptığım hiçbi' işe uzun süre yoğunlaşamıyorum, dikkatim dağılıveriyor. Sonra hop o işe atlıyorum, hop bu işe, bi' de hop şu işe...gün bitiyor bakıyorum ne yapmışım? Hiç! Koskoca bi' hiç! Başlanmış ama ilerlenmemiş-tamamlanmamış onlarca şey buluyorum sadece elimde. ''Nasılsa sonra yaparım, acelem mi var sanki?'' diyorum...erteliyorum.
Mesela burası, kimbilir kaç defa açıp açıp kapadım yeni gönderi sayfasını. Yazmaya başlıyorum, gerisini getiremiyorum, yazdığımı siliyorum ve kalkıp gidiyorum. ''Akşama yazarım, yarına yazarım, hafta sonuna yazarım'' diye diye bi' bakmışım günler-haftalar geçivermiş ama tek satır bile yazamamışım.
İş desem; tam gaz çalışıyorum. Ama ben mi çalışıyorum yoksa bedeni otomatiğe bağlamışım da parmaklar sürekli ''klik klik, tık tık, kopyala-yapıştır, gönder'' mi yapıyor? bilemiyorum.
Ne kendimi veriyorum işe, ne de çalışasım geliyor. Her fırsatta ''beş dakka kahve molası'' verip sonra son iki saatte harala gürele çalışıp günlük işimi tamamlayıp bilgisayarı kapatıyorum.
''İşimi sevmiyorum'' diyorum ama belki de yanılıyorum. Belki de işimi seviyorum ama bu işi birlikte yaptığım insanları sevmiyorum. Beşinci yılımdayım burada. Bunca yıldır aynı işi gittikçe artan-eklenen sorumluluklar/ek görevler yüküyle -hemen hemen hiç artmayan ücrete- yapmaktan bıktım. Emeğimin karşılığını alamıyorum üstelik işimin bana kattığı hiçbi' şey yok artık. Arada o sertifika, bu eğitim, şu sınav gibi mecburiyetler de olmasa bütün günlerim birbirinin kopyası. İşimi değiştirmek istiyorum, yeni bi' şeyler öğrenmek, yepyeni bi' alana dalmak ve sıfırdan başlamak... ''Bunca yılın birikimini değerlendirmelisiniz. Alanınızla ilgili üst düzey pozisyonlarda değerlendirelim sizi. Yeni bir alana başlamanız demek tecrübesiz insanlarla aynı seviyeden başlamanız anlamına gelir ki bu size şimdi olumsuz görünmese de ileride sizi mutsuz eder. Bu riski almak istemeyiz. İnanın mutsuz olursunuz'' cevabını alıyorum.
Bırakın da neyin beni mutlu edip-etmeyeceğine ben karar vereyim! Siz değil!
İnsanların benim hayatım hakkında -güya benim iyiliğimi düşünerek- karar vermesine gıcık oluyorum! Hayat benim! İster yaşarım, ister çöpe atarım! Size ne nan? Size neeee?!?!
İş desem; tam gaz çalışıyorum. Ama ben mi çalışıyorum yoksa bedeni otomatiğe bağlamışım da parmaklar sürekli ''klik klik, tık tık, kopyala-yapıştır, gönder'' mi yapıyor? bilemiyorum.
Ne kendimi veriyorum işe, ne de çalışasım geliyor. Her fırsatta ''beş dakka kahve molası'' verip sonra son iki saatte harala gürele çalışıp günlük işimi tamamlayıp bilgisayarı kapatıyorum.
''İşimi sevmiyorum'' diyorum ama belki de yanılıyorum. Belki de işimi seviyorum ama bu işi birlikte yaptığım insanları sevmiyorum. Beşinci yılımdayım burada. Bunca yıldır aynı işi gittikçe artan-eklenen sorumluluklar/ek görevler yüküyle -hemen hemen hiç artmayan ücrete- yapmaktan bıktım. Emeğimin karşılığını alamıyorum üstelik işimin bana kattığı hiçbi' şey yok artık. Arada o sertifika, bu eğitim, şu sınav gibi mecburiyetler de olmasa bütün günlerim birbirinin kopyası. İşimi değiştirmek istiyorum, yeni bi' şeyler öğrenmek, yepyeni bi' alana dalmak ve sıfırdan başlamak... ''Bunca yılın birikimini değerlendirmelisiniz. Alanınızla ilgili üst düzey pozisyonlarda değerlendirelim sizi. Yeni bir alana başlamanız demek tecrübesiz insanlarla aynı seviyeden başlamanız anlamına gelir ki bu size şimdi olumsuz görünmese de ileride sizi mutsuz eder. Bu riski almak istemeyiz. İnanın mutsuz olursunuz'' cevabını alıyorum.
Bırakın da neyin beni mutlu edip-etmeyeceğine ben karar vereyim! Siz değil!
İnsanların benim hayatım hakkında -güya benim iyiliğimi düşünerek- karar vermesine gıcık oluyorum! Hayat benim! İster yaşarım, ister çöpe atarım! Size ne nan? Size neeee?!?!
Oturup kitap okuyayım diyorum, beş-on sayfa okuyorum, bi' bakmışım okuduğumdan hiçbi' şey anlamamışım. Beş dakka haberlere bakayım diyorum, daha birinci dakkanın sonuna doğru içim şişmeye başlıyor. Bi' tane mi iyi haber olmaz ayol? Bakıyorum dünya boka batmış...el birliği ile, söz birliği etmişçesine dünyanın içine etmekle meşgulüz. Kan gölü, acı denizi haline gelmiş dünya. Bizi bi' temiz kıyamet paklar artık. O silahtan, savaştan, kandan, acıdan gelen milyarları götüren para babaları kıyameti ellerinde fiskileriyle izlerken öte tarafa o milyarları nasıl götüreceğinin hesabını yaparlar artık.
Hani şu Mars'a koloni kurmaya gönderilecek kırk kişi arıyorlardı ya, bu godamanların hepsini toplasak, uzay gezisi, mekik tatili, koloni kurmaya diye...hepsini uzay boşluğuna atsak da gelsek?
Sadece fikir canım, beğenirsiniz beğenemezsiniz...hayalini kurarken bile içime soğuk sular serpiliyor, ne yalan söyleyeyim.
Bazen diyorum ''Kalk bari bi' dolaş gez.'' Amaaaan, şimdi kim giyinecek, kuşanacak, makyaj yapacak da sokağa çıkacak? Hem her an yağmur yağabilir. Havaya güven olmuyor. En iyisi risk almamak. Üç arkadaşımla -ayrı ayrı- buluşup iki kadeh içme planlarımız var. Son altı aydır buluşulacak da içilecek o iki kadeh! Aynı şehirde yaşıyorum üstelik üçüyle de. Kılık-kıyafet alışverişine çıkmanın düşüncesi bile zor geliyor. Şimdi kim giyecek-çıkaracak o kadar kıyafeti? Ayh!
Evde bi' şey yapayım diyorum; tek yapabileceğim temizlik! Onu da ben sevmiyorum. Sevmesem de temizliyorum işte, aklıyorum, paklıyorum, iki kaşık yemek ve yanına salatamı yapıyorum; bitti! Başka da yapılacak hiçbi' şey yok.
Sonra alıyorum elime telefonu...başlıyorum kızlarla çene çalmaya. Instagram'da geziniyorum, ona buna kalp kalp veriyorum. Twitter'a bakıyorum, milletin o gün küfredilecek konu neyse o konu hakkında saydırmalarını-laf sokmalarını- ahkâm kesmelerini okuyorum, gazetelere göz atıyorum; hepsi felaket tellalı! Doğru haber bulmak ne mümkün? İçim daralıyor, kapıyorum sayfaları...o da bitiyor.
Kendimi, bitmiş-tükenmiş, hiçbi' şeye istek duymayan, hiçbi' hevesi olmayan, beklentisiz, amaçsız, heyecanımı-yaşama sevincimi kaybetmiş hissediyorum :/
İşin en ilginç yanı, mutsuzluktan da gebermiyorum. Ağlayıp zırlamıyorum. Mutsuz değilim. Endişelerim yok. Sadece...nasıl desem...sanki içim, kafam boşaltılmış gibi.
Bazen bi' anda kendime geliyorum; gülüyorum, şaka yapıyorum, eğleniyorum. Ama o anlık- o saatlik. Sonra yine boşboş içim.
Değişmeyen tek şey kızlarımı gördüğümde sıcacık kalbime dağılan dokunma, okşama, öpme, sevme hissi.
Minnak canavarlarım da olmasa ne yapardım gerçekten bilmiyorum.
Bu durum -özellikle son altı aydır- değişmedi.
Nedir şimdi bu?
Evde bi' şey yapayım diyorum; tek yapabileceğim temizlik! Onu da ben sevmiyorum. Sevmesem de temizliyorum işte, aklıyorum, paklıyorum, iki kaşık yemek ve yanına salatamı yapıyorum; bitti! Başka da yapılacak hiçbi' şey yok.
Sonra alıyorum elime telefonu...başlıyorum kızlarla çene çalmaya. Instagram'da geziniyorum, ona buna kalp kalp veriyorum. Twitter'a bakıyorum, milletin o gün küfredilecek konu neyse o konu hakkında saydırmalarını-laf sokmalarını- ahkâm kesmelerini okuyorum, gazetelere göz atıyorum; hepsi felaket tellalı! Doğru haber bulmak ne mümkün? İçim daralıyor, kapıyorum sayfaları...o da bitiyor.
Kendimi, bitmiş-tükenmiş, hiçbi' şeye istek duymayan, hiçbi' hevesi olmayan, beklentisiz, amaçsız, heyecanımı-yaşama sevincimi kaybetmiş hissediyorum :/
İşin en ilginç yanı, mutsuzluktan da gebermiyorum. Ağlayıp zırlamıyorum. Mutsuz değilim. Endişelerim yok. Sadece...nasıl desem...sanki içim, kafam boşaltılmış gibi.
Bazen bi' anda kendime geliyorum; gülüyorum, şaka yapıyorum, eğleniyorum. Ama o anlık- o saatlik. Sonra yine boşboş içim.
Değişmeyen tek şey kızlarımı gördüğümde sıcacık kalbime dağılan dokunma, okşama, öpme, sevme hissi.
Minnak canavarlarım da olmasa ne yapardım gerçekten bilmiyorum.
Bu durum -özellikle son altı aydır- değişmedi.
Nedir şimdi bu?
Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka
Bir yorum girdim ama nere gitti anlamadım :)
YanıtlaSilBir ortam değişikliği yap, bir silkelen demiştim. Belki de memleket havası istiyorsun sen...
Çook öptüm kendine iyi bak
Teşekkür ederim Lale abla...
SilOrtam değiştiremesem de memlekete gitmeyi planlıyorum zaten.
Bakalım, göreceğiz.
Ben de öptüm.
Şimdi efenim, bu durum herkeste mevcut gibime geliyor. Yani, ben herkes sayılırım. Ama geçenler de Yeliz de aynı şeyden bahsetmişti, sonra Gülçin de aynı şeyleri söyledi. Ben de blog sayfasını açıp, hevesle başlayıp sonra yazdıklarımı silip aynı yerde dönüp duruyorum.
YanıtlaSilAynalar sana ne söylüyorlarsa bana da aynı şeyleri söylüyorlar. Doğum tarihi 1990 olan insnaların benimle arkadaşlık falan yapmalarını istemiyorum. Arkadaş nerdeyse anneleri yaşındayım :)
Gezelim görelim diyorum! Napalım, yapacak başka bi'şi yok.
Sevgiler yolluyor, ak düşmüş saçlarından öpüyorum. Belki bir ara görüşürsek dip boya falan yaparız birlikte :)
Yeliz ile Gülçin'in blog sayfalarına birer ziyaret yapayım, sanırım kaçırdım.
SilBi' noktaya takıldım; doğum tarihi 1990 olanlarla arkadaşlık etmek istememen çünkü anneleri yaşında olduğunu düşünmen.
Benim 1990'lı çok ama çok yakın bi' arkadaşım var ve ben gibi-sen gibi nice nice 35+ ları cebinden çıkartacak olgunluğa ve kafa doluluğuna sahiptir. Öyle böyle değil, yemiş yutmuş sindirmiş.
İnsanların yaşlarına değil birikimlerine bakıyorum bu sebeple de sadece yaşlı olduğu için birine asla saygı göstermem veya sırf yaşı küçük diye kimseyi hafife almam, çocuk yerine koymam. Bi' diğer çok yakın arkadaşım da 1959'lu, bu mantıkla onun da bana ''benimle arkadaş olma'' demeye hakkı var ama bayılıyorum arkadaşlığına ve benim arkadaşlığımdan memnun olduğunu da çok ama çok iyi biliyorum.
Bedenler yaş alıyor ama ruh yaş almıyor bence...
Neyse, ''...Aynalar durun yalancı aynalar, değişmeyin...Biraz daha zaman verin bu ben değilim, bu yabancı...'' şarkısı dilimde ama yıldız düşmüş saçlarımı seviyorum be! :)
Dip boya fikri iyiymiş bak, bi' gün görüşebilirsek ilk olarak kuaförde alalım soluğu.
Benden de sevgiler, öpücükler :)
1990'ları istemiyorum demem kıskançlığımdan, başka ne olacak sebep? :)
SilNeyini kıskanıyosun ayol? :)
SilKıskançlık hiç iyi bi' şey değildir, insanı sinsice yer, bitirir ahahah :)))
Ben 20'lerime dönmek istemiyorum açıkçası...o kadar memnunum ki kendimden...
Off aynen, tıpkı, ben de demek istiyorum...
YanıtlaSilHaydaaa! :)
SilNe çokmuşuz meğersem...
İşle ilgili kısımları ben yazsam aynısına yakın bişey yazardım :) Gülücüğe bakma, trajikomik aslında...Allahtan başka şeylere kanalize olma, hobilerle uğraşma, ve de elimde olana şükretme işinde fena değilim de yırtıyorum böylelikle...
YanıtlaSilHobilerime de yoğunlaşamıyorum...
SilDikkat dağılması sorunumu bi' çözsem az rahatlarım gibime geliyor.
Geçeceeeek! :)
Bence hepsi başta da belirttiğin gibi akıllı telefonlardan bir de çok yönlülükten hiçbir şeyi kaçırmayalım derdinden tek bir şeye odaklanamıyoruz. Biraz da yurt dışında yaşamaktan bence aman ülkede bir şey mi oluyor kaçırmayalım haberlere bakalım, arkadaşlar neler yapıyor biraz da ona göz gezdir ee iki muhabbet de ettin mi whatsapp'tan al sana günü bitti cancağızım:) Otokontrolle aşılır aslında da o da işimize gelmiyor:)
YanıtlaSilOna bakmaktan buna bakmaktan kendimize bakamıyoruz ayol! :)
SilYok hiçbi' ülkenin diğerinden farkı...dil, iklim ve yemek dışında. İnsan aynı insan, iyilik aynı, kötülük aynı, günlük telaşlar hep aynı.
Sanki cennete düştük de keşfe çıkmadık; suçluyuz.
Kaçan kaçsın,bundan böööölle; saldım çayıra, mevlam kayıra moduna geçiyorum :)))
Al benden de o kadar garip bir his....Bayramda İstanbuldaydım ne iyi geldi dedim bir an,kokusunu çektim ciğerlerime ne var ki sayılı zaman çabuk geçti.Buraya gelince yine başa döndüm sanki.Bu bahar bir blogger arkadaş çocuğunu kaybetti nasıl dokundu anlatamam.O zamandır soğudum yazmaktan geçer inşallah diyorum
YanıtlaSilDokunmaz mı? :(
SilÇok üzüldüm...çok.
Sabır diliyorum, başka ne yapabilirim...evlat acısı acıların en büyüğü derler...
İstanbul gezmeye, arada bi' ziyaret etmeye güzel ama yaşamaya: ı-ıh!
Yıllarımı yedi...sadece boş zamanlarımda gidebildiğim yerleri özlüyorum ama ne trafiği çekilir, ne zaman kaybı ne stresi ne de pahalılığı.
Dışarıdan büyüleyici güzel ama ağzını açıp konuşmaya başlayınca şirretleşen bi' kadın gibi İstanbul.
Neyse arkadaşım, anlaşılan bu dert hepimizi bi' ara yokluyor.
Sıramı savsam artık diye bakıyorum sadece :) Bitse de kurtulsam.