Kün


Yazar: Sezgin Kaymaz
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2013
Yayınevi: İletişim Yayınları

Okuduğum ilk Sezgin Kaymaz kitabı olan Lucky 'nin gönderisinde ''Sezgin Kaymaz ile bu kadar geç tanıştığıma pişmanım.'' demiştim, ne kadar eksik demişim meğer.
Kün'ü okurken kahkahalar attım, sinirlendim, öfkelendim, telaşlandım, merak ettim, ağladım...
Bilmiyorum sizler de kendinizi hikayenin akışına kaptırır mısınız ben gibi, sanki kitabın içinde -dokunulmaz/görülmez bir bölgede- olaylara tek tek şahitlik eder, kahramanları destekler-köstekler misiniz?
Bunu Sezgin Kaymaz kitaplarını okurken hep yaşayacağım sanırım. Mümkün değil, sadece ''okuyucu'' olarak kalamıyorum. Bahsedilen kokuları duyuyorum, tadları dilimde hissediyorum, sıcaksa terliyor, soğuksa üşüyorum...
Şimdiden hangi kitabını okuyacağımı düşünüyorum.
Sezgin Kaymaz'la henüz tanışmadıysanız benim gibi geç kalmayın; ben kendime bu kötülüğü yaptım, siz yapmayın :)

Arka Kapak Yazısı:
''Ankara Çayı, bağrına şefkatle basıp muhafaza ettiği sivrisinek larvalarını usul usul kabuğundan salıyor, evlâd-ı haşerattan dokunmuş vızıltı pikesini, ana avrat sövmüşmüş sövmemişmiş hiç aldırmadan civardan geçenlerin burun deliklerine, kulak memelerine doğru sallıyordu. Şımarık şımarık bahar müjdesi vereceğiz diye uçuşan kavak pamukları, terli enselere, çıplak alınlara yapışıp kaşındırarak milleti illet ediyordu. Börtü böcek antenini sallıyor, kıllı bacaklarını sıvazlıyordu. Danaburnu topraktaki tohuma, uçuç böceği yapraktaki bite, tırtıl yaprağa, solucan toprağa saldırıyor, peygamberdevesi alayına saldırıyordu. Çocuk yaşta beyaz bulutlar havai gökyüzünde uzun eşek oynuyor, kararsız tavırlarla kâh yavşayıp kıç kıça sokuluyor, kâh gâvur görmüş gibi kopup birbirlerinden uzaklaşıyorlardı.

Bahar gelmişti''

Kün, yani ‘Ol’... Neleri neleri olduran bir roman, Kün. Ölülerin daha da ölebildiği -ya da tam ölemediği-, cami imamıyla ateistin birbirini ‘aydınlatabildiği’, köpeklerin (hem de Konya ağzıyla!) konuşabildiği, el kadar oğlanın kendisine el kaldıranı haşat ettiği bir âleme kapı aralıyor. Şerefsizler şerefsizliğin gözüne vuruyorlar, ‘iyiler’ canını dişine takıyor, feleğin zarı hepyek de gelse bir bakıyorsunuz altı kapı alıyor.

Sezgin Kaymaz, kendine özgü üslûbu ve hâlesiyle, yine eğlenceli ve ürpertili bir hikâye anlatıyor. Anlattığı hikâyenin heyecanıyla anlatışın neşesi yine birbirini coşturuyor.

‘Sıradan’ denen insanların ‘sıradan’ denen hallerinin ve dillerinin usta yazarı, Angara’nın kıyısına, rengâhenk bir Konya dekoru kuruyor ayrıca - Eski Konya. Eski taşra yaşantısı… Sezgin Kaymaz’ın gizemine, mizahına, olay örgüsüne, anlatıcılığına tutulanlar kadar, ‘yerliliğine’ de tutulanlar yok mu? Kün, her zevke yetişiyor, her şeyi olduruyor!''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Kadınlar iki 'X', erkekler bir 'X' bir de 'Y' kromozomu taşırlar. Yirmi üç homolog çiftten oluşmak şartıyla.
Hâl bu ise, kadın milletinde kırk altı tane 'XX', erkek milletinde kırk altı tane mikroskobik 'XY' kromozomu var demektir. Sapına kadar erkek bir pala, 'Sapına kadar erkeğiz evelallah!' böbürünü bu mikroskobik kimyaya borçlu olduğunu bilmez. Daha da bilmediği, erkeği erkek yapan 'Y' kromozomunun erkek vücudunda bulunan 'erkek hücrelerindeki' toplam DNA sayısının taş çatlasa kırkta biri olduğudur. Yani 'Sapına kadar erkeğiz evelallah!' diye diye kaldırmış gezen bir fallus hayvanı, kendisinin bile kırkta biri kadar erkektir en fazla. Fecaat, değil mi?''

''Varlık, kadındır.
Dişidir yaratım süreci, erkek değil.
Tarlayı kaldır at, sabanı nerene sokacaksın bakalım.''

''Uçtu gitti Ayşegül...''
''Yaklaştığım mezarın elli derecelik bir açıyla yan yatmış başucu taşında böyle yazıyordu. Ruhuna Fatiha falan değil. Uçtu gitti Ayşegül...' Anneye babaya yakılamayacak kadar yanık bir feryat. Çok yanık. Bir evlâttı Ayşegül, belli. Hızlandım. 'O gitti, biz arkasından bakakaldık.' der gibi... 'Uçtu gitti Ayşegül...'

''Ölüm hâli, hayatta olma hâlinden farklı olarak ne olduğunu bilme haliydi. Öte taraf değildi ölüm tarafı, ara taraftı. Bu nedenle ölüler ve diriler kesin olarak ayrılmazdı birbirinden. Birinin bedeni toprağın üstünde olurdu, diğerininki altında. Ama ölünün ruhu, dirinin ruhundan yüz bin kere daha diri olurdu. Belki çok daha diri.
Ancak yine de çok farklı bir boyuttu ölüm. Farklı bir mekân, zamana ait olmayan bir zaman... Ölen insan, hayatı boyunca üstüne kapalı duran ağır kapağı yukarı kaldırır, nihayet kabuğundan çıkar, kâinata gören gözlerle ilk defa bakarak hakiki hürriyete çok yaklaşırdı.''

''Ölüm, 'Yaşıyorum' iddiasında olan kısacık dünya uykusundaki insanoğlunun bilmediği, bu tarafa geçmedikçe de bilemeyeceği upuzun bir yaşama şekliydi meselâ...''

''Aşık adam yılmaz, canını sakınmaz, üzülme, utanma nedir bilmez. Değirmen taşının altına girmiş gibi ezilip unufak olur da 'bunaldım' demez. Aşık, aklını çöpe atıp 'Aşk bana yeter' diyen adamdır. Tahammül kelimesi yoktur onun lûgatinde; tepeden tırnağa rızadır, kabuldür... Aşık budur kızım... Sen de bu musun? Başına bir sürü dert, illet gelecek bu saatten sonra ve sen tahammül etmeyecek, 'ne olacaksa o olur' deyip her geleni aşkın meyvesi gibi derecek, toplayacak, kucaklayacaksın... Son defa soruyorum; aşık mısın kızım?''

''Başkalarının baktığı yerden baktığında başka bir hayat göreceğini bilirdin; eyvallah. Misâl, dindarsan, hayatı sevap ve günahtan ibaret görürdün, obursan makarnadan, mantıdan, etli ekmekten. Ölsen başka bir şey göremezdin. İnsan olarak; hayatın boyunca sana 'DOĞRU' diyerek kaktırılan şeylerden ibarettin. Bu nedenle deliliğin de delilik olabileceğine pek inanasın gelmezdi. Normalin altı delilikti tıbba göre. Peki normalin üstü? O da delilikti tabii...''

''Bütün bir şehrin akıl trafiği sağdan akıp seninki soldan akıyorsa ''Bende bir yanlışlık var.'' dersin. Ancak Hüdai Ağa; ''Bu millette bir yanlışlık var. Hepsi ters şeritte gidiyor.'' diyebilen bir adamdı. İnadından, çokbilmişliğinden, küstahlığından değil; adamlığından.''

''Ne tuhaf! Düşünmenin para etmediğini de gene düşüne düşüne keşfediyordu insan. Düşünmemesi gerektiğini düşüne düşüne buluyordu. Şimdi oturup seyretme faslındaymış gibi geliyordu ona. Düşündüğünden daha fazla şey öğreniyordu sırf seyrederek çünkü.''

''İmkânsız imkânsızdır. Mucize ise mucize. İkisinin arasında dağlar kadar fark var.''

''Adalet var mıydı bu dünyada? Acaba Allah ara sıra dönüp 'Kullarım ne yapıyor bakalım?' diyor muydu? 'Onları attım oraya; ben olmazsam yollarını şaşırırlar. Bir çeki düzen vereyim.' falan?
Allah var mıydı?
Şüpheliydi, günahı boynuna. Vardıysa bile, bunlara öğretilen, şefkât eli her daim kullarının üzerinde bir Allah değildi o. Ne getirip adaleti kondurmuştu dünyanın göbeğine, ne de kullarının işine karışıyordu. Salmıştı zamanında kendi pisliklerinin içine, ölüp de yanına geleni hesaba çekiyordu.
Yaratmış, bırakmıştı.
Karışmıyordu.''

''Ah düşünmese, şu işten uzak tutabilse aklını... O zaman gönlüyle hareket edebilirdi. Gönlün; 'Şu olmasa daha iyi olur.' diye bir bilgiçliği yoktu.Mukayese aklın işiydi, gönlün değil. Gönül bir seferde verirdi hükmünü ve o hüküm gerçekten sana ait olurdu. Oysa aklın verdiği hükmün içinde, senden başka yüz bin kişiye ait yüz bin nas olmak zorundaydı.''


Keyifli okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

7 yorum:

  1. Bundan sonra Zindankale'yi, ondan sonra da Geber Anne'yi okuyun derim.

    Sevgiler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Peki, tavsiyeniz üzerine bu iki kitabın siparişini en kısa zamanda vereceğim.
      Çok teşekkür ederim :)
      Benden de sevgiler.

      Sil
  2. Sezgin Kaymaz alınacaklar listemde ilk sıraya yükseldi. Hem Aslı hem de sen bu kadar övdükten sonra okumamak ayıp :D

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Biliyorsun, ben Aslı sayesinde tanıştım Sezgin Kaymaz'la...
      Çok büyük kayıp olurdu benim için tanışmamak, dilerim sen de seversin kuzum :)

      Sil
  3. Not aldım teşekkürler:)

    YanıtlaSil
  4. Bu kitabın özeti bile güzel geldi.Lucky gönderini okumamışım daha sonra birde ona bakıyım.teşekkürler sit gözüne gönlüne sağlık

    YanıtlaSil

Buraya yazmaya niyetlendiğin her şeyi aleyhinde delil olarak kullanabileceğimi bilmeni isterim...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...