Yazar: Ercan Kesal
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2013
Yayınevi: İletişim Yayınları
Leylak Dalı'm, -dilediğin gibi- keyifle okuyamadım bu kitabı :/
Çok teşekkür ediyorum, sevgilerimle :)
Doktor, senaryo yazarı, köşe yazarı, oyuncu Ercan Kesal'dan "yazar" olarak da söz edilmesini sağlayan, Radikal'de yazdığı yazılarının üzerine eklediği yeni hikayelerden oluşan ilk kitabı.
Dolayısıyla, benim için de Ercan Kesal'ın yazar yönüyle tanışma kitabı oldu...
Sunuş yazısında, sinemasal bi' teknikle yazdığını ve okurun, yazdıklarını okumasını değil seyretmesini istediğini belirtmiş Ercan Kesal... Bunu başarmış da.
Ortaya, Ercan Kesal'ın birbirinden can yakıcı, yürek burkan, okurun boğazına yumruk gibi oturan, gözlerini dolduran, içini sızlatan yaşanmışlıklarını size seyrettiren ama ''illa ki mesaj verme'' kaygısı taşıyan bi' anı kitabı çıkmış.
Mesajı da öyle gizli saklı vermiyor üstelik. "Ey yurdum insanı! Ne zaman uyanacaksın gaflet uykusundan?" gibi, son derece gereksiz vurgularla veriyor.
Kendini temsilcisi gördüğü siyasi görüşü-politik duruşu okuyucunun gözüne gözüne, ısrarla ve inatla sokan yazarlar bana hep sevimsiz gelmiştir. Bu sebeple ''Gerek var mıydı bu son vurgulara, ünlemlere, malumun ilamını yapmaya?'' düşüncesi sıkça geçti aklımdan.
Bana hiçbi' şey katmayan, bilmediğimi öğretmeyen, hayal kurdurmayan, düşünmeme ve hatta kendimce bi' sonuç/anlam çıkarmama bile izin vermeyen bi' kitaptı.
Ercan Kesal içini döktü, isyan etti, kötü yaşanmışlıklarından yanmış ciğerini gösterdi, babasına olan özlemini anlattı, çocukluk anılarından bahsetti; ben sadece dinledim/izledim.
İkinci kitabı "Evvel Zaman", farklı bi' yayınevinden çıkmış: İthâki. Olur da bi' gün okursam, beni şaşırtmasını, aynı tarzı devam ettirmediğini görmeyi isterim.
Gerçi, ismi ''Bir Zamanlar Anadolu'da'' olan filmin senaryo yazarlarından biri olduğunu, ikinci kitabına da isim olarak ''Evvel Zaman''ı seçtiğini göz önünde bulundurunca... İyimser olamıyorum.
Eleştirmen değilim nihayetinde, kendime notlar bırakıyorum burada sadece. Yıllar sonra dönüp baktığımda görüşlerimin ne kadarının değiştiğini/değişmediğini görmek istiyorum, hepsi bu.
Arka Kapak Yazısı:
''Vicdanımız kuruyor. Babalarını erken kaybetmiş yetim çocukların masum başlarını koyacakları göğüsler çoktan çöktü, farkında mısınız? Göğüs çöktükçe zulüm tepemizde kalıyor. Kavisli ve dolaşık geçmişimizse, bozuk düzenimizin telleri olmuş. Duyduğunuz sesler bu yüzden içli ve bu kadar derinden geliyor.
Şimdi bir türlü sığamayıp, delice bir kavgaya tutuştuğumuz, adına Anadolu denen şu kadim topraklarda, binlerce yıl önce hüküm sürmüş, bir Hitit kralının oğullarına bıraktığı vasiyete bakın isterseniz: 'Öldüğümde beni, usulünce yıkayın, göğsünüze yaslayın ve toprağa bırakın.' Bu kadar."
Hayatın en yalın ve en efsunlu meseleleri, ölüm ve yaşam, anne-baba-çocuk arasındaki zor muhabbet, büyümek ve yaşlanmak üzerine...
Vefalı bir oğulun gözüyle. Bilhassa ölümün, ölümle başetmenin olağanüstülüğü ve olağanlığı üzerine..."Alışmaya" direnen bir hekimin gözüyle.
Taşranın sıcak kucağı ve serin kasveti üzerine... Orayı hem içinden hem dışından bilen bir evladının gözüyle.
Türkiye'nin ipin ucundaki yakın tarihinin gölgesi... Kalbi avucunda birinin gözüyle.
Ercan Kesal'dan, aynanın kenarındaki fotoğraflar misali hayat parçaları, sohbet makamında insan hikâyeleri.''
Altını Çizdiğim Cümleler:
''...bütün sanat eserleri belleğe dayanır. Belleği billursu hale getirmenin, somutlaştırmanın araçlarıdır. Bir ağacın üzerindeki bir böcek gibi, sanatçı da asalak gibi çocukluğundan beslenir. sonra biriktirdiklerini harcar, yetişkin olur ve olgunluğu da son noktadır...diyor Tarkovski...* Katılıyorum.''
''Hayatımız, ''bir yumağın sürekli sarılmasıdır''. Yaşadığımız her şey, ardımıza takılıp gelmekte ve doğal olarak da birikmektedir. Yol boyunca ne yaşandıysa toplamaktadır çünkü.''
Kurban
''Eskiden ölülerini gömmeyip, bir kulenin tepesine, açığa bırakan kavimler yaşardı bu topraklarda. Topluluğun rahipleri kuleye gizlenip, yırtıcı kuşların ölüleri nerden yemeğe başladığını izlerlerdi.
Akbabaların ölüleri yediği kulenin adı: ''Sessizlik Kulesi.''
Türkiye'yi koca bir ''Sessizlik Kulesi'' yaptık sonunda...
Ölülerimizi zalimler yesin diye inşa ettiğimiz bir kule artık ülkemiz.
Saklanıp bir şeylerin arkasına, dilsiz rahipler gibi bakıyoruz ölülerimize.''
Yetimim, beni göğsüne yasla
''Neşet Ertaş'ın bir ''düz göğüslü saz'' hikayesi vardır. Sazlarını yaptırdığı Tavşancı Hüseyin'den düz göğüslü bir saz ister Neşet. Hüseyin Usta yapmaz... Aklına yatmaz nedense. Sazın göğsü bombeli olur çünkü. Neşet de onun çırağına yaptırır. Müthiş bir saz... Daha sonra herkes o saz gibi saz ister... Neşet Ertaş, niye düz göğüslü saz istediğini şöyle açıklar:
''Sazların zamanla döşleri çöküyordu... Göğüs çökünce teller yukarda kalıyor. Kavisli olunca da eşiğin altı yukarda kalıyor, göğüs aşağıda.
Göğüs çökünce daha içli daha derinden bir ses geliyordu. Oradan hatırlayarak düz göğüslü saz istedim.''
Ne alakası var baba!
''Biri kara tahtaya taş sözcüğünü yazmış ve avludaki tüm kuşlar havalanmış'' sanki.''
Ben büyüdüm baba
''Siyah beyaz bir film başlıyor az sonra. Garip bir film. Bir adam var, boyacı. Bir kadının resmine aşık. Kadın, ''ne yapacaksın resmimi, işte karşındayım, beni sev,'' diyor. Adam, ''resminle arama girme,'' falan diyor...''
''Adımızı sorarız birine,
o bize adını söyler'' * Edip Cansever
''Bir akşam, kendi çevirdiği Cengiz Aytmatov kitaplarıyla babamı ziyarete gelen Mehmet Abi (Özgül) geliyor aklıma. Çocukluğumun en güzel hediyesi. Aylarca içinde kaybolduğum, büyülü bozkır hikâyeleri. Hele o ''Cemile.''
Mühür
''Hiç, birileriyle aynı dünyada yaşamaktan utanç duyduğunuz anlar oldu mu?''
Bir de akıl vermiş: ''Oğlum bu memlekette keçi etine koyun eti damgası basar, satarlar. Sen sonra uğraş dur ben keçiyim diye. Mühür, koyun mührü. Artık koyunsun. Şimdi size bir basarsak ''komünist'' mührünü, ömrünüzün sonuna kadar çıkaramazsınız.''
''Karasevda demek, siyah bir mühür demektir. Sevdaya düşenlerin kalbinde mutlaka o mühür vardır.''
Onlarca otopsi yaptım. Bir o kadarına da katıldım. Neşter kalbe her uzandığında gözüm o mührü arardı.''
İpin ucundaki Türkiye
''Hayatımın en güzel, en coşkulu ve en pırıltılı yılları... Ha deyince elmayı dalından, yıldızı yerinden kopardığım, imkânsızın farkında olmadığım yıllar."
Üç tarz-ı hakikat ve biz
BİZ
''Belki de biricik mesele bu. Dünyanın bizimle birlikte kurulduğunu zannedip, kendimiz için sonsuz bir yaşam hayal etmek... Bu yüzden, bu kadar kalınlaştı derimiz. Bu yüzden dipsiz bir kuyuya dönmüş içimiz...''
Ölülerini unutanların ülkesi
BAHAR
"Eskiden el yazması kitapların içine "ya hafız,ya kebikeç" yazılırmış. Bu duanın, kitabı haşarattan, nemden ya da yangından koruduğuna inanılırmış. Ve yine rivayet olur ki bu yazının mürekkebi böcekler için zehirli olan düğünçiçeği bitkisinin suyundan yapılırmış. Özel bir mürekkeple yazılan bir tür muska yani: "koruyan, esirgeyen kebikeç" anlamında..."
Yaralarım nedendir?
"Bazı şeyler insana geri dönülmez yollar çizer. Bir sarsıntı, bir kırılma olur hayatınızda ve sonra hiçbir şey eskisi gibi olmaz."
"Yaşadıklarınızdan kan ter içinde kalırsınız. Ama bir şeye hâlâ inanırsınız nedense. Bu dünyada hâlâ rüzgârlar esiyor ve onlar sizin terinizi kuruturlar. Mutlaka kuruturlar..."
Arkadaşlara söyle, ölmeyi öğrendim
"Sonrası, litost. 2008'e kadar yaşadıklarımı düşündüğümde çoğu zaman çaresiz kalırdım anlatmak için, ta ki "litost"kelimesine rastlayıncaya kadar. Çekce bir kelime. Yalnızlık, hüzün, öfke, hayal kırıklığı,utanma, çaresizlik, isyan ve daha bir çoğu. Hepsini kapsayan bir kelime. Derin bir iç çekiş yani."
Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka
E ne yapalım bazen keyifsiz oluyor okumalar :) Daha iyilerine diyelim o zaman :)
YanıtlaSilBelki de ben zevksizimdir, ondan sevememişimdir :)
SilDaha iyilerine Leylak'ım...
Öperim.
Nedense tahmin etmiştim iyi bir kitap olmadığını. Herkes bir kitabı çok beğendiğini söyleyince şüphe oluşuyor bende. Çok sevilen insanlara da aynı kuşkuyu duyarım ben zaten. Çünkü o zaman genele hitap etmeyi öğrenmiş, rol yapıyormuş gibi gelir bana kitap da insan da.
YanıtlaSilÇok haklısın Yeraz, çoooook! :)
SilDiyecek başka söz bulamadım sözünün üstüne...