Şimal Yıldızı


Yazar: Cem Fakir
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2010
Yayınevi: NTV Yayınları

Kişisel yorum ve görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

Çok ağladım, çok gözyaşı döktüm bu kitabı okurken...
Çok kinledim, kahroldum, üzüldüm, etkilendim.
Fotoğraf veya çizimlerle donatılmış kitaplara karşı her zaman bi' zaafım olmuştur fakat elimdeki bambaşka bi' kitap. Kitap demek haksızlık; iki yıllık araştırmanın ürünü, muhteşem bi' arşiv çalışması. Tarihi, bizzat onu yazanların kelimeleriyle ve fotoğraflarıyla anlatıyor, yaşananları apaçık gösteriyor insana.
Artık "Kore Savaşı" nedir daha iyi biliyorum... 
Türk askerinin orada neden savaştığını da... Neden kan döküp can verdiğini de... Vücudunun bi' parçasını o topraklarda bıraktığını da...
Güney Kore'ye yetimhane kurduğunu, halkın yaralarını sarıp karınlarını doyurduğunu da biliyorum...
Neden Güney Korelileri bu kadar sevdiğimizi ve onlar tarafından bu kadar çok sevildiğimizi anlıyorum...

Şimal Yıldızı, kitaplığımın en değerlileri arasında yerini aldı.
Okumanızı isterim, satış fiyatının katbekat fazlasını hak ediyor bu kitap.
Bu teşekkürümü hiçbir zaman görmeyecek olsalar bile, başta Cem Fakir olmak üzere; bu arşivin oluşturulmasında emeği geçen herkese en içten, en kalpten teşekkürlerimi sunmak istiyorum.

Arka Kapak Yazısı:
"Şimal Yıldızı / Son Kore Gazileri, 1950 yılında henüz 20'li 
yaşlarındayken ülkelerinden binlerce kilometre uzakta, K
ore'de ateş hattına girmiş, bugün 80'ine gelmiş bir kuşağın 
hikayesini anlatıyor. Evlerine döndüklerinde bağrımıza 
basamadığımız, 60 yıldır bırakan hatıralarını, hatırlarını bile 
sormadığımız insanların hikayesini..."

ÖNSÖZ'den
"Sözlü tarihin bir disiplin haline gelmesi ve tarih bilimi içinde benzersiz bir arşiv değeri yaratmasının iki temel nedeni var: Ses ve görüntü. Böylelikle anlatılanlar değil, anlatanların vurguları, duyguları, psikolojileri,vücut dilleri de kayıt altına alınıyor; tarih gerek izleyenler gerek araştırmacılar için canlanıyor."

"Tarihi, geçmiş olmaktan çıkaran en önemli özelliği kayıttır. Koru, işaretle ve kaydet. İşte bir toprak kültürünün gelenekselleşmesi için vazgeçilmez üç koşul. İşte ülkemizde sıklıkla duyduğumuz "bizde insana değer verilmez" ifadesini ve gerçeğini değiştirmek için yalın ve etkin yegâne yöntem."
Gürsel Göncü

Altını Çizdiğim Cümleler:
"İkinci Dünya Savaşı tüm insanlık için büyük bir yıkım olmuştu. Milyonlarca insan ölmüş, ülkeler, kentler harabeye dönmüştü. İnsanlığın bu yıkımdan çok ağır bir ders aldığı sanılıyordu ama öyle olmadığı kısa sürede anlaşıldı. Savaşın ardından dünya yeni bir döneme giriyordu. Nazilere karşı oluşturulan ittifak sona eriyor, "Soğuk Savaş" yılları başlıyordu."

PİYADE ASTEĞMEN REFİK ERDURAN - 2. KORE TÜRK TUGAYI
"Türkiye'de esen hava bambaşkaydı. O zamanlar zaten komünizm öcüydü, paranoya vardı o konuda. Komünistlere karşı çıkmak vatan görevidir falan gibi görüşler yaygındı. Bir de NATO'ya kabul edilmek hikayesi vardı,. Şimdi Avrupa'ya girmek ne kadar ulusal idealimizse, o zaman da öyle bir hava estirilmişti 'Aman NATO'ya girmeliyiz. NATO'ya girmezsek Rusya'daki umacılar bizi yutar' havası yaygındı."

"Ülkenin kuzeyi Sovyetler Birliği'nin kontrolündeydi, güneyde ise Amerika Birleşik Devletleri hâkimiyet kurmuştu. 1949'un ilk aylarında iki ülkenin askeri kuvvetleri anlaşma gereği Kore'yi terk ederken geride kaos ortamı bırakmışlardı. İki büyük gücün desteklediği iki ayrı hükümet kurulmuştu. Kuzey'in lideri genç Kim İl Sung'du, karşısında ise Amerikan destekli Syngman Rhee vardı. Bu ideolojik gerilim çok geçmeden yerini sıcak savaşa bırakacaktı."

"Kore'ye asker gönderilmesini NATO'ya girmek için kaçırılmaması gereken bir fırsat olarak değerlendiren iktidarın yeni sahibi Demokrat Parti hükümeti, işi fazla uzatmadı. Bakanlar Kurulu, 18 Temmuz 1950'de Yalova'da 6,5 saatlik bir toplantı yaptı. Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın başkanlık ettiği toplantıya hükümetin iki ay önce göreve getirdiği Genelkurmay Başkanı Orgeneral Nuri Yamut da katıldı. Toplantıdan bir hafta sonra, 25 Temmuz'da Kore'ye asker gönderme kararı açıklandı.
Demokrat Parti hükümeti, ne Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde bu konuyla ilgili bir oturum yapmış, ne de muhalefete danışma gereği duymuştu. Kararın açıklanmasından bir hafta sonra, CHP'nin seçime gidilmeden önce 1950 Mayıs'ı başında yaptığı NATO üyeliği başvurusu bu kez Demokrat Parti hükümeti tarafından yinelendi.
Muhalefet, Kore'ye asker göndermeye karşı çıkmıyor, ancak kararın alınış biçimine itiraz ediyordu. CHP yönetimi, TBMM'nin onayı olmadan yurtdışına asker gönderilmesinin Anayasa'ya aykırı olduğunu savunuyordu. Muhalefetin itirazına rağmen hükümet kararından vazgeçmedi."

İSTİHKAM ER ZEKİ BAŞESGİOĞLU - 1. KORE TÜRK TUGAYI
"O zaman çok heyecanlıydık, gençlik vardı o zaman. Çok büyük propaganda vardı. Komünizm hakkında bizim beynimizi çok yıkadılar. Yalnız komünizm için gittim, yani komünistlerle savaşmak için gittim ben oraya, bütün idealim oydu. O zaman için katıldık ama şimdi baktığımda boşuna gittik."

PİYADE ASTSUBAY ÇAVUŞ FEHMİ ÖZTEKİN - 4. KORE TÜRK TUGAYI
"Bize göre doğru değildi. Bugün düşünüyorum, Türkiye nere, Kore nere? Niçin gittik? Niçin savaştık? İyi değil tabii. Memleketimizden kaç kilometre uzakta yani. Yani düşünüyorum bugün niçin gittik, niçin savaştık? Amerikalıların emperyalizmi uğruna gittik savaştık işte."

PİYADE TEĞMEN BAHTİYAR YALTA - 1. KORE TÜRK TUGAYI
"Tahsin Yazıcı, limandaki iş makinelerinde çalışan amelelere el salladı. Amelelerden ağlayanlar vardı. Bizi yolcu eden bürokratlardan kimsenin ağladığı filan yoktu ama, onlar ateşin, suyun adamları ağladılar. Bize çok dokundu bu. Ötekiler bize mesafeli ve resmiydiler."

"Türk Tugayı, Amerikan 9. Kolordu'sunun emrine verildi. Birleşmiş Milletler gücünün içinde yer alan her birliğe, muharebelerde kullanılmak üzere şifreli bir isim veriliyordu. Ortak gücün komutanı General MacArthur, Türk birliği için "North Star" yani eskilerin deyimiyle "Şimal Yıldızı" adını seçmişti."

PİYADE TEĞMEN BAHTİYAR YALTA - 1. KORE TÜRK TUGAYI
"Mübalağa etmiyorum, üst üste genç ölüler. Ben hayatımda böyle muharebe görmedim. Gırtlak gırtlağa birbirlerine girmişler. Kim? Kuzey Korelilerle Güney Koreliler. Niçin? Birisi komünist olmuş birisi demokrat olmuş. Orada farkına vardım ben ideolojinin tehlikesinin."

"Birleşmiş milletler Ordusu, Ocak ortalarında keşif amaçlı taarruzlarını başlatmıştı. 23 Ocak'ta ise Amerikan 25. Tümeni'nden gelen emirle Türk Tugayı bir kez daha cephe hattına sürülüyordu. Bu muharebeler daha sonra Kumyangjangni muharebeleri adıyla anılacak ve Türk ordusunun Kore'deki en önemli taarruzu olarak tarihe geçecekti."

PİYADE TEĞMEN RIFAT SÜMER - 1. KORE TÜRK TUGAYI
"Allah rahmet eylesin, bir havan mermisiyle öldü. Onu elimle gömdüm elbisesiyle filan. İnan hiçbir şey düşünemiyorsun. Biraz daha nefretin artıyor, biraz daha kinin artıyor belki ama yok yani, yok. Allah rahmet eylesin diyorsun başka da bir şey düşünemiyorsun. Katılaşıyor musun o hamurun içerisinde, adapte mi oluyorsun, robotlaşıyor musun? Bilemiyorum."

PİYADE ER MUSTAFA MERSİN - 1. KORE TÜRK TUGAYI
"23 Nisan gecesi bir baskın düzenlediler. Karşımızda 9. bölük var. Bağıra bağıra ölüyor çocuklar. Diri diri tutup esir götürüyorlar"

Bu sırada savaş tarihinin en trajik olaylarından biri yaşandı. 9. Bölük'te topçu ileri gözetleyicisi olarak görev yapan Üsteğmen Mehmet Gönenç, Türk topçularına kendi bulundukları bölgenin koordinatlarını verdi ve ateş açılmasını istedi. Genç subayın vasiyeti acı bir şekilde yerine getirildi.

PİYADE ÜSTEĞMEN HARUN VURAL - 1. KORE TÜRK TUGAYI
"Hiçbir dünya ordusunda onun vermiş olduğu bu emri kimse veremez. O çocuk yara alıyor, askerler 'Komutanım sırtımıza alalım seni getirelim' diyorlar. 'Benim gidecek vaziyetim yok' diyor, topçulara koordinatı veriyor. BM ordusunda böyle emir vermiş olan subay yok. Kendisi de şehit oluyor tabii. Bandırma'da lisenin ismini veriyorlar. Gidin görün, eğer giderseniz beni de götürün."

"Kore'ye gidenler vatanlarına uzak, ölüme yakındılar. Cephedeki her an bir havan ya da top mermisi sizi dağıtabilir, piyade kurşununa hedef olabilir veya mayına basıp parçalanabilirdiniz. Nitekim öyle de oldu.
Türk Birlikleri, üç yıl süren savaş boyunca resmi rakamlara göre 721 askerini Kore topraklarında bıraktı. Kayıplar da göz önüne alındığında bu sayı daha da artıyor. Kore'de şehit olanlar kiminin evladı, kiminin kocası ya da kader arkadaşıydı."

PİYADE ER MUSTAFA MERSİN - 1. KORE TÜRK TUGAYI
"En kıymetli arkadaşın yanında vuruluyor, sen Çinlilerin hepsini canavar şeklinde görüyorsun. O arkadaşın kinini sarıyorsun sırtına, öldüren Çinli yok onların arasında ama sen gördüğün Çinliye o öldürmüş gözüyle bakıyorsun. Sende ruh geriye kalıyor, ruh parçalanıyor."

"Esaret; dünyanın tüm ordularında hoş karşılanmayan bir olguydu. Türk ordu geleneğindeyse bir asker asla eslim olmamalıydı. Esir düşmek zayıflığın ve aczin göstergesiydi. Halbuki savaşta şehit olmak, yaralanmak ne kadar olağansa esaret de o kadar savaşın gerçeğiydi."

ALBAY CELAL DORA - 241. PİYADE ALAYI KOMUTANI
"Hiçbir surette esir olmak zilletini kabul etmeyiniz, canınızı severek 'belki öldürmezler' diye ümitlenmeyiniz. Silahsız, eli kolu bağlı ve hiçbir taraftan yardım göremeyecek olan bir insanın işkenceyle öldürülmesi veya ölüme mahkum edilecek tarzda ağır işlerde çalıştırılmasının ölümden çok beter olduğunu bilmelisiniz. Esir olmaktansa ölmeyi seve seve tercih etmelisiniz. Şayet ben de ihtiyarım haricinde ağır yaralanarak kendimi bilmez halde esir olmak bedbahtlığına maruz kalırsam, bana en yakın arkadaşımın elinde silahı yoksa bile bir taşla kafamı ezerek beni öldürürse kanımı anasının ak sütü gibi helal ederim."

PİYADE ASTSUBAY ÇAVUŞ FEHMİ ÖZTEKİN - 4. KORE TUGAYI
"Eşim hamileydi. Bir akşam cephedeydim, mektup aldım. Açtım okudum ki kız çocuğum olmuş. Ben ona çok üzüldüm. Eşime mektup yazdım 'Kız çocuğum olacağına hiç olmasaydı. Benim için hiçbir değeri yok' dedim. Bu da ona üzüldü. O yüzden birkaç ay bana mektup yazmadı. Ondan so nra çocuk ölüyor, kızım sizlere ömür. Bana öldüğünü bildiremedi. Ben Türkiye'ye geldikten sonra 'Çocuk nerede?' diye sordum. 'Çocuk beşikte.' Gittim baktım beşik boş. Ne oldu? 'Sen istemedin Allah da aldı' dedi. En üzüldüğüm konu bu. Çok dokundu bana o zaman, çok dokundu, ağrıma gitti. O şekilde söylediğime çok üzüldüm."

PİYADE ER MUSTAFA GÖLCÜK - 3. KORE TÜRK TUGAYI
"Aklıma geliyor, gece uykumun içinde yine aklıma geliyor, sinirleniyorum. Ne yapayım, ölene kadar unutmayacağım. Kulaklarım bile hâlâ duyuyor top seslerini."

TOPÇU ASTSUBAY :ÇAVUŞ MUHARREM KILIÇ - 3. KORE TÜRK TUGAYI
"Arkadaşlarımın mezarlarına gittim. 12 tane şehidimiz var, yedi tanenin mezarı yok. Bazılarını da alamamışlar yani. İşte, benim sınıf arkadaşıma gelince mezarını öptüm. Diğerlerinden ayırmamak lazım ama ne yapayım, artık o kadar olur. Onunla yedi sene beraber kalmışız. Onun mezarını öptüm, işte toprak da aldım, resmini de çektim. Yalnız mezarını öperken, gül dikeni hem bu sağ elime, hem yüzüme çarptı, kanım da arkadaşımın mezarına aktı. Şimdi demiştir ki, 'Siz neredesiniz, beni niye aramıyorsunuz?' O aklıma geldi, tabii orada da ağladım."

"Kore'de savaşanlar yurda döndüklerinde coşkulu kalabalıklar tarafından karşılanmışlardı. Devrin siyasileri onlar için en parlak nutuklarını atmış, gazeteler sayfalarını kahramanlık hikayeleriyle doldurmuşlardı. Siyasi hesaplar tutmuş, NATO üyeliği sağlanmış ve askerler görevlerini yerine getirmenin verdiği gururla memleketlerine dönmüşlerdi. Peki ya sonra?
Hikayenin bundan sonrası, toplumumuzun geleneksel vefasızlık örnekleriyle devam ediyor. Kore Savaşı'nın heyecanla takip edildiği yıllar artık çok geride kaldı, savaş da savaşanlar da unutuldular. Aradan geçen 60 yıla rağmen, Kore'de şehit olanlar ve kayıplarla ilgili ciddi bir çalışma yapılmış değil. arşivlerde duran binlerce belgeyse incelenmeyi bekliyor."

"Kore Savaşı'na "Unutulan Savaş" demek biraz işin kolayına kaçmak olur. Buna en güzel cevabı, gözünü kırpmadan ölüme giden gazilerimizden biri verdi: "Ne unutulan savaşı! Ben unutmadım ki."

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Ölü Reşat


Yazar: Aslı Tohumcu
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2014
Yayınevi: Doğan Kitap

Kişisel yorum ve görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

Aslı Tohumcu'nun okuduğum ilk kitabıydı; sevdim dersem yalan, sevmedim dersem külliyen yalan olur.
Uzun, upuzun ve eski dilden kelimelerle bezenmiş, paragraf uzunluğundaki cümlelerinin bana hiç mi hiç hitap etmediğini söyleyebilirim sadece. Arka kapak yazısını okuduğumda şahane bir konu yakaladığını düşünmüş ve neredeyse bana kahkahalar attıracak bi' kitap olduğundan emin olarak satın almıştım. Fakat sağlam bi' kaç siyasi dokundurmanın hoşuma gitmesi ve bi' kaç yerde de gülümsememi sağlaması dışında ne bana bi' şey kattı, ne de heyecanlandırdı-şaşırttı...
Kısacası; kalbimi çalan bi' kitap olmadı.

Kim bilir, belki siz yazarın yazım dili ve anlatımına vurulup bu kitabı çok seversiniz...

Arka Kapak Yazısı:
"Bursa'nın Kiremitçi Mahallesi'nde doğan Adnan isimli bebek mahallede olduğu kadar Tanrı'nın melekler katında da şaşkınlığa yol açar. Kesmeşeker olarak nam salmış, mahallenin sözünü hiç sakınmayan, külyutmaz kız kurusu, Allah analı babalı büyütsün'e geldiğinde malumu ilam eder: Birilerinin sırasını çalmış ayol bu! İflah olmaz hiç.
Kesmeşeker'in kehaneti doğru çıkar ne yazık ki. Sırası çalınan ve ne bu dünyaya ne de diğer dünyaya ait olan, sadece istediği gözlere görünen Reşat, daha ilk günden başlayarak Adnan'ı ortadan kaldırmak için akla hayale gelmeyecek kazalar tertip eder. Elbette Azrail Efendimizden de fikir ve yardım alarak...
1940'lı yıllardan günümüze kadar uzanan, yer yer fantastik öğelerle yüklü, mizahi yönü ağır basan bir hikâye anlatıyor Aslı Tohumcu.
Ölü Reşat, devreye Tanrı'nın ve meleklerin de girmesiyle iyice renklenerek sürpriz bir finalle okuru şaşırtıyor."

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Yenidoğanların sırasını vallahi hiç istemeden, sadece yaradılış itibariyle şavalak oluşu yüzünden karıştıran melek bir köşeye sinmiş, Rabbin öfkesinin, üzerine yıldırım ve şimşekler olarak mı, yoksa tiksinç bir varlığa dönüştürülmek suretiyle mi yağacağından endişe duyarken, sırası yanlışlıkla çalınan Reşat'ın da, Adnan bebekle beraber insanların dünyasına indiği fark edildiğinde, meleklerin en serinkanlısı dahi dehşete düşmüş."

"Kaynar şerbetin az kaldı üzerine dökülmesi, anası bahçede çamaşır asarken orta boy bir sokak itinden hallice bir martının oğlanı gagasıyla kapıp götürmeye çabalaması, ancak gökte her ne gördüyse artık, gagasını hayretle açıp oğlanı dut ağacının tepesine düşürerek hızla uzaklaşması, sobadan kaçan bir kıvılcımın kundağının kumaşına sıçraması, bahçedeki helanın tıkanmasıyla bahçeyi ve evin her yerini saran sıçanlardan bir ikisinin oğlanı akşam yemeği niyetine gözüne kestirmesi, Kapalıçarşı esnafının gözünün türlü kurnazlığa açılmasıyla işi artık adi hırsızlığa çevirmek zorunda kalan Kaçenga'nın adamlarından birinin eve girerek oğlanın kundağını bilezik bohçası sanıp çalmaya kalkışması, ancak bebeğin ağlamaya başlamasıyla ne hal ettiğinin farkına varıp kundağı yere attığı gibi kaçması, hırsızın savurmasıyla yerde seke seke yuvarlanırken Adnan'ın kafasını yerdeki taşlardan birinin kenarına çarpmasına ramak kalması, Tepzi, affedersiniz, Terzi Medet'in zevcesinin vallahi yanlışlıkla üzerine oturup koca poposuyla ağzını burnunu tıkayarak oğlanı nefessiz bırakması, sobayı yakmaya cimrilik eden, ancak kıyamadığı oğlan üşümesin diye onu bir haftalık gazetenin kâğıdına saran Hanımanne'nin odadan çıkmasıyla Mürşidanım'ın odaya kahve boşlarını almak için girmişken kâğıt çöplerini de atmaya kalkışması, bir başka gün anası sütçüyle pazarlık ederken kapı aralığını boş bulup sokağa fırlamasıyla fırtınada devrilen bir ihtiyar ağacın kökünde açılan çukura kafa üstü düşüvermesi, "Tatlı bu biber, ye rahat rahat, ye" diye diye yedirdikleri yeşilbiberin alerji yapmasıyla vücudunun her bir uzvunun şişmesi ve bir kez daha nefessiz kalması sayılmazsa hayli olaysız geçmiş ilk yılları."

Yukarıdaki "paragraf" tek bir cümleden oluştuğu için bölmedim, kesmedim.
"Yuh!" diyebiliyorum sadece...

"Reşat'ın az yukarıda değindiğimiz gibi ne ruh ne de insan sınıfına girmesi nedeniyle kafaları karışan, ancak ne olur ne olmaz düşüncesiyle sağ ve sol omuzlarında yine de yerlerini alan Kirâmen Katibînler de, bu velet bir tane olsun iyi amel işlemediğinden, bir vakit sonra sol omzunda bir araya gelip, kötü amellerini tespit edip yazmaya ancak yetişmişler."

"Mürşide şaşkınlıkla, "Ne yapacaz Hanımanne?" diye sorunca, tam da dara düştükleri bu günlerde, beyinden en ucuz nasıl boşanabileceğine çoktan kafa yormaya başlayan Hanımanne hemen vermiş geline cevabını ve  ağzının payını: "Yarından tezi yok, gör götüm yolları yapacaz, ya ne yapçaz!"

"Yüce Rabbimiz bırakmış kafası şişene kadar eğlensin cinleri; çünkü insanoğlu yeryüzünde gezinmeye başladığından bu yana iki şeye özellikle hayret edermiş; ilki insanın kendi kendini korkutma becerisi, ikincisiyse kendi uydurup kendi inandığı batıl inançlarıymış."

"Adnan ve ailesinin yuva gözüyle baktıkları Hüdavendigâr Vilayeti, sonradan antidemokratik olduğundan yürürlükten kaldırılıp yerine daha bile antidemokratikleri getirilecek Türk Ceza Yasası'nın bir maddesine göre hapse ve sürgüne mahkûm edilenler için açık bir cezaeviymiş bir yandan da. İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi'nin yine böyle haksız bir kararıyla Bursa'ya sürgüne gönderilen ve bu milletin değerini "Türk halkının yüzde altmışı aptaldır" diyerek pek güzel verecek ve sonradan kendisini yakmaya bile kalktıkları halde, tıpkı ebleh yavrusu için saçını süpürge eden bir anne gibi hayatını ısrarla bu halka adayacak o sürgünlerden biri de Aziz Nesin'miş. Vilayette kimsenin selam bile vermediği, hiçbir yerde iş bulamayan, bir gün kahvenin birinde otururken içeri giren hokkabazın şapkasını parayla doldurması üzerine, bir yazarın "başına gelecek bütün belaları önceden düşünüp zamanında hokkabazlık" öğrenmesi gerektiğine kanaat getiren bu kıymetli yazar, bir kitapçının kendisine verdiği akılla eski Türkçe dersi vermeye kalkışmış. Ancak bir babanın kendisine gelip, Kuran dersi verip vermeyeceğini sormasıyla hiç hesapta yokken Kuran dersi vermeye başlamış ve vaktiyle hafız olmanın yararını görerek, çocuklarının iyi yetişmesinden memnun babalar sayesinde ünü artmış da artmış.
İşte o yüzde altmıştan birinin atası çıkıp da, "Tam da hafızı bulmuşsunuz maşallah" diyerek Hafız Aziz'in kim olduğunu anlatınca, Hanımanne sırf çıkacak dedikoduyla uğraşmak istemediğinden, gönülsüz de olsa Adnan'ı Ulucami'ye göndermeyi kesmiş."

"Bu hatıradan Adnan'a kalan, eli gerçekten ilk ekmek tuttuğu andan başlayarak Aziz Nesin'in tüm eserlerini edinip okumak, kim tarafından ve kime yapılıyor olursa olsun hiçbir haksızlığı sindirememek ve kendine utanmadan insan diyen bir kısım mahlukatın, Sivas'ta bir oteli, evlerindeki kıçı kırık sobayla karıştırarak yaktıkları günün her seneyi devriyesinde, yüreğini kan çanağına çevirmek olmuş."

"Azrail'in yüce Rabbimizi, deprem ülkesinde yaşadıklarını anlamamakta inat eden ve zaten her işlerini Allah'a havale etmekte beis görmedikleri gibi aksine bundan keyif alan Türkleri, Anadolu'dan çıkarıp yerlerine Yeni Zelandalıları ya da kruvasanlarını pek sevdiği Fransızları yerleştirerek, Anadolu'daki diğer, çok daha güzide halkları da bu milletin salaklık ve acımasızlıklarından kurtarmış olacakları için bir taşla iki kuş vurulacağına ikna etmeye çalıştığı günleri de bu süreye katarsak... bir bakalım... sanırım 80'lere geliriz. Hatta 90'lara bile gelmiş olabiliriz."

Görsel: Sahibinin sesi -Sittirella marka

Kör Baykuş / Bûf-i Kûr


Yazar: Sâdık Hidâyet
Çeviri: Behçet Necatigil
Orijinal Dili: Farsça
Basım Yılı: 1936 / Türkçe İlk Baskı: 1977
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları / 2015

Kişisel görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

Üç kafadar Instagram arkadaşı, bi' kitap belirleyerek her ayın ilk günü birlikte okumaya başlıyoruz.
Kör Baykuş birlikte belirlediğimiz 3. kitap idi. (İlki Uzunharmanlar'da Bir Davetsiz Misafir, ikinci kitap ise Boyalı Kuş idi)
Sâdık Hidâyet'in zamanının edebiyat dünyasında çığır açan eserlere imza attığına dair methini duymuştum fakat yazar ile tanışmam Kör Baykuş sayesinde oldu. İtiraf etmem gerekirse -her ne kadar etkileyici bulmuş olsam da- sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Beğenmek başka sevmek başka...
Dili karanlık ve kasvetli olan, "artık" bi' şey öğretmeyen, sadece yaşadığım, bildiğim, duyduğum, zaten haberdar olduğum şeyleri pekiştiren, şaşırtmayan, düşündürmeyen yani ufkumu genişletip bana bi' şeyler eklemeyen kitaplara karşı merhametsizimdir. Kör Baykuş, yere göğe sığdıramayacağım bi' kitap/başyapıt olamadı benim için.
Ve fakat yazıldığı dönem ve sonrasında gelen yıllarda edebiyatı şekillendiren önemli yazarlara ilham verdiğine, bugünün çağdaş İran edebiyatının temel taşlarından biri olduğuna eminim. Kitabı okuyanların çok büyük çoğunluğunun beğenisini kazandığını da bilmenizi isterim.

Belki size hitap eder, sizi can evinizden vurur veya size anlatacak bi' hikayesi vardır...

Arka Kapak Yazısı:
"Modern İran edebiyatının kurucularından Sâdık Hidâyet'in 1936'da Bombay'da yayımladığı başyapıtı, kendi özdeyişiyle "özenle hesaplanmış, net, bilinçli etiketlerle dolu" ve "her sayfası bir partisyon gibi düzenlenmiş" Kör Baykuş (Bûf-i Kûr), öteki yapıtları gibi, pek çok dile çevrildi, pek çok ülkede pek çok yazarı etkiledi.

Kör Baykuş, 1977'de Behçet Necatigil'in unutulmaz çevirisiyle Varlık Yayınları'ndan çıkmıştı. Philippe Soupalt ve André Breton gibi önemli edebiyatçıların övgüsünü kazanan bu kült romanı, yine Necatigil'in çevirisinden, Necatigil'in "önsöz"ü ("Türkçede İran Edebiyatı ve Doğumunun 75. Yılında Sâdık Hidâyet") ve Bozorg Alevî'nin "sonsöz"ü ("Sâdık Hidâyet'in Biyografyası") ile sunuyoruz."

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.
Kimseye anlatılamaz bu dertler, çünkü herkes bunlara nadir ve acayip şeyler gözüyle bakarlar. Biri çıkar da bunları söyler ya da yazarsa, insanlar, yürürlükteki inançlara ve kendi akıllarına göre hem saygılı hem de alaycı bir gülüşle dinlerler bunları. Çünkü henüz çaresi de, devası da yok bu dertlerin."

"Çalışacağım yazmaya, aklımda kalanları, olaylar zincirinden zihnimde kalanları yazmaya. Belki genel bir sonuca varırım, hayır, fakat içim rahat eder, inanabilirim kendim. - Çünkü benim için hiç önemi yok, inanmış inanmamış başkaları.
- Lâkin tek korkum: yarın ölebilirim kendimi tanıyamadan.
- Hayat tecrübelerimle şu yargıya vardım ki, başkalarıyla benim aramda korkunç bir uçurum var, anladım, elden geldiğince susmam gerek, elden geldiğince düşüncelerimi kendime saklamalıyım. Ve şimdi yazmaya karar vermişsem, bunun tek nedeni, kendimi gölgeme tanıtmak isteğidir."

"- Bana benzeyen, görünüşte bendeki ihtiyaçlara, tutkulara, arzulara sahip bu insanlar niçin kırarlar beni? Ancak benimle eğlenmek, bana çatmak için yaratılmış bir avuç gölgeden başka bir şey mi bunlar?"

"Hayır, adını söyleyemem aslâ. O ince, esîrî, belli belirsiz endamın, iri hayran parlak gözlerin ardında ömrüm azar azar ve acıyla yanadursun, eriyedursun, bu aşağılık dünya ile bir ilişkisi yoktu onun! Hayır, yeryüzünün nesnelerine bulaştıramam, kirletemem adını."

" Kalemdan, çokluk tutkallı kâğıt hamurundan yapılan ensiz, uzunca bir kutudur. İçine hokka ve diğer yazı araç ve gereçleri konur. Üstü İran minyatürleri stilinde bitki motifleri, manzara ve sahnelerle süslenir. Beldeki kuşağa çaprazlama sokulur. Okur-yazar, aydın olmanın işaretidir."

"Sanki ismini eskiden biliyordum. Gözlerinin parıltısına, rengine, kokusuna, hareketlerine öylesine âşina idim ki, ruhlarımız önceki bir hayatta, cisimsiz maddesiz bir âlemde karşılaşmış da tek asıldan, tek maddeden oluşmuş, böylece bizim yeniden birleşmemiz âdeta kaçınılmaz olmuştu. Ben bu hayatta da onun yanında olmalıydım."

"Parmak uçlarına basa basa çekilip gidiyordu gece. Sanki yorgunluk çıkarmıştı, kanaatkârdı, bu kadarı yeterdi ona."

"Ben hep, dünyada susmaktan daha iyi bir şey yoktur, Butimar gibi olan insan daha iyi insandır diye düşünürdüm."
11 " Butimar bir kuştur, deniz kıyısına çöker, denizin bir gün kuruyacağını düşünür, bu tasa yüzünden de su içmez hiç."

"Çünkü ne malım var kadıya yedirecek, ne dînim var şeytana verecek."
13 "Ne mal dârem ki dîvân behored / Ne din dârem ki şeytan bebered", bir atasözü.

"Birbirine ters düşen öyle çok şey gördüm, birbiriyle çelişen öyle çok şey duydum ki! O görmeler yüzünden gözlerim, eşyanın yüzeyinde, ruhu özü örten o ince ve sert kabukta aşındı. Artık hiçbir şeye inanmıyorum, hattâ, şimdi eşyaların ağırlığından, sabitliğinden, açık seçik gerçeklerden şüphe ediyorum."

"Odamı sınırlayan dört duvar arasında, varlığımı ve düşüncelerimi kuşatan hisarın içinde ömrüm azar azar eriyor bir mum gibi, hayır, yanlışım var, ömrüm bir oduna benziyor, ocaktan düşen bir oduna: öteki odunların ateşinde kavrulmuş, kömürleşmiş, ama ne yanmış, ne olduğu gibi kalmış bir oduna benziyor. Fakat diğerlerinin dumanından, soluğundan boğulmuş."

"Uzun zamandır bende, diri diri dağılmakta, parçalanmakta olduğum duygusu belirmişti. Yalnız cismim değil, ruhum da, aralarında bir uyuşma olmaksızın, kalbimle sürekli zıt gidiyorlardı. Garip bir dağılma ve bölünmeden geçiyordum sürekli."

"Bana gelince, benim hayatım her gün, her dakika değişiyordu. Öyle sanıyorum ki, zamanın geçişi ve insanların seneler ilerledikçe karşılaşacakları değişmeler, bende bin kat daha hızlı ve sert oldu. Ama beri yandan bu gelişmelerin getirdiği mutluluklar toplamı sıfıra doğru geriledi, hattâ sıfırında altına düştü. Bazı kimselerin ölümle savaşı daha yirmisinde başlar; birçokları da yağı bitmiş lambalar gibi, sessiz yavaş, ecelleriyle sönerler."

"Ama hiçbir vakit ne mescit, ne ezan, ne abdest, ne ağız çalkalamalar, ne de kendisiyle Arapça konuşmamız gerekli tek kudretli, yüce ve mutlak varlık karşısında dürüst ya da hilekâr olmak beni etkilemedi."

"Tanrı gerçekten var mı, yoksa kutsal imtiyazlarının korunmasını gözeten bu yeryüzü güçlüleri tarafından, vatandaşlarını daha da rahat sömürebilmek için, kendi tasarılarına göre mi yaratılmıştır; yeryüzünün gökyüzüne bir yansıması mıdır; bu gibi şeyleri artık umursamıyor, ben yalnız sabaha çıkıp çıkamayacağımı bilmek istiyordum."

"Düşündüm: "Gökte herkesin bir yıldızı olduğu doğruysa, benimki çok uzakta, karanlık ve pek önemsiz bir şey olmalıdır. Belki de benim hiç yıldızım yok!"

"Ben ki henüz yaşadığım dünyaya bile alışamamışım, bir başka dünya neyime yarardı benim? Bana göre değildi bu dünya; bir avuç yüzsüz, dilenci, bilgiç, kabadayı, vicdansız, açgözlü içindi; onlar için kurulmuştu bu dünya. Yeryüzünün, gökyüzünün güçlülerine avuç açanlar, yaltaklanmasını bilenler için."

"Kışın bir deliğe gizlenen hayvanlar gibi kendi içime ne kadar çekilsem, başkalarının seslerini o kadar net duyuyor, kendi sesimi boğazımda işitiyordum. Yalnızlık ve inziva sonsuz, koyu yoğun gecelere benziyordu."

"Hayat, soğuk kayıtsız, herkesin maskelerini çeker alır zamanla; maskeleri de hani çoktur herkesin. Fakat bazıları hep aynı maskeyi kullanırlar, ister istemez kirlenir, yıpranır bu maske."

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...