Lolita

Lolita (Beyaz Irktan Dul Bir Erkeğin İtirafları) / Lolita, or the Confessions of a White Widowed Male

Yazar: Vladimir Nabokov
Çeviri: Fatih Özgüven
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 1955 / Türkçe İlk Baskı: 1959
Yayınevi: İletişim Yayınları / 2001

Kişisel yorum ve görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

Okuması zor, ağır, mideme yumruk atan bi' kitap oldu benim için.
Sadece kitabın yürek sıkıcılığından değil, işlenen konu çok ağır ve sindirmesi zor bi' konu olduğu için...
Erkek kahramanın "hissettiği" ve düşündüğü her şeyden nef-ret! ettim. 
Yazarın çıkardığı iş müthiş!?! Küçük bi' kızın yıllar boyunca uğradığı taciz bu kadar edebi! dile getirilip bu kitabı "en iyiler" listesine sokabilirdi!?! Ustalık bu işte!
Midem bulanıyor, bu kitabın neresinden tutsam elimde kalıyor. Hastalıklı, ataerkil kafaya sırtını dayayıp kalıcı olanlardan işte. (27 Mart 2015)

Aylar sonra gelen ekleme: (31 Aralık 2015)
Kalemine sağlık Solnit!
Lolita hakkında bana bilgiçlik taslayan adamlar - Rebecca Solnit.

Arka Kapak Yazısı:
"Lolita, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi. Günahım, ruhum, Lo-Li-Ta; Dilin ucu damaktan dişlere doğru üç basamaklık bir yol alır, Üçüncüsünde gelir dişlere dayanır. Lo-Li-Ta"
Lolita, Sayfa 7

Lolita okuru her zaman sarsacaktır.
Brian Boyd

Lolita'yı okumaya karar verdiğinde, lütfen onun son derece ahlaki bir kitap olduğunu unutma.
Vladimir Nabokov (Edmund Wilson'a Bir Mektubundan)"

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Birbirimize, hemen deli gibi, sakarca, utanmazca, ıstıraplar içinde âşık olduk; umutsuzca diye de eklemeliyim, çünkü birbirimize sahip olmak için duyduğumuz delicesine karşılıklı arzu ancak birbirimize bedenimizin ve ruhumuzun son zerresine kadar sahip olmak, birbirimizin içinde erimekle doyacak gibiydi."

"Kullandıkları cicili bicili sözcükler herhangi bir kitap ya da briç kulübünü ya da o türden bir dernekçiliği yansıttığı halde hiçbir zaman kendi benliklerini yansıtmayan kadınlardan biri olduğu açıkça anlaşılıyordu."

"LoF diye bağırdı Haze (yan gözle bana bakıyor, terbiyesiz Lo'yu dışarı atacağımı umuyordu) "Bize de mi lo lo," diye karşıladı Lo, (ilk defa da söylemiyordu bunu üstelik) araba ileri atıldı, Lo koltuğa yapıştı."

"İçindeki sahiplenme eğiliminin farkına varmamış değildim ama hayatımda onunla özdeş olmayan her şeyi böylesine kıskanacağı aklıma gelmemişti. Geçmişim konusunda amansız, doymak bilmez bir merak besliyordu. Geçmişteki bütün aşklarımı bir bir anlatayım, anlatırken de hepsine sövüp sayayım, üzerlerinde tepineyim, yerlere kapanıp hepsini sonsuza kadar reddedeyim, böylece geçmişimi tuzla buz edeyim istiyordu."

"Bütün reklamların kendisine adandığı kızdı o; kusursuz tüketici, her kokuşmuş ilanın hem öznesi hem de nesnesiydi."

"Ne var ki düne sırtımızı çeviriyor bugüne bakıyoruz. Özetle, öğretim yöntemleri belirleme konusunda ödev yazdırmaktan çok iletişim kurmaya inanıyoruz. Demek istiyorum ki, Shakespeare ve öteki yazarlara sonsuz saygımız olmasına karşın, kızlarımızın eski, hurda kitaplara gömülmekten çok çevrelerindeki dünya ile iletişim kurmalarını amaçlıyoruz. Bazı şeyleri hâlâ elyordamıyla arama aşamasındayız belki, ama akıllıca sürdürüyoruz bunu; habis tümörü araştıran bir kadın sağlığı uzmanı gibi. organizma ve organizasyon açısından düşünüyoruz. Yıllar boyu genç kızlara sunulan birçok yersiz konuyu safdışı ettik. Geçmişte bu konular, genç kızların bilgi ve becerilerine yer bırakmıyor, yaşamlarını -ve hatta siniklerin ekleyebileceği gibi kocalarının yaşamlarını- düzene sokmakta kendilerine gerekecek tutumları geliştirmeye olanak tanımıyordu. Mr. Humberson, sorunu şöyle koymakta yarar var; gökteki yıldızların nerede durduğu önemli olabilir, ama buzdolabının mutfaktaki yeri, yeni yeni serpilip gelişmekte olan evladım için daha önemlidir. Çocuğunuzun okuldan edinmesini istediğiniz tek şeyin, sağlam bir öğrenim olduğunu söylüyorsunuz. Ama öğrenim derken neyi kastediyorsunuz? Eskiden genellikle dil düzeyinde bir fenomendi öğrenim; hani, çocuğa iyi bir ansiklopediyi ezbere öğretirdiniz; çocuk gittiği okulun kendisine sunabileceği kadarını ya da daha fazlasını almış olurdu. Dr. Hummer, farkında mısınız bilmem, çağımızda ergenlik öncesi bir çocuğa gerekli olan, Ortaçağa ait verilerden çok, hafta sonunda çıkacağı oğlana ilişkin veriler olmaktadır (sırıtma) - bu size aktardığım, geçenlerde Beardsley Üniversitesinin psikoanalistlerinden birinden duyduğum bir nüktedir.  Sadece düşünceler dünyasında değil, eylemler dünyasında yaşıyoruz. Ardındaki yaşantı olmadan sözcükler anlamsızdır. Sorarım size, Doroth Hummerson, Eski Yunan'ı ya da haremleri cariyeleriyle Doğu'yu bilip de ne yapsın?"

"Tarihi gelişimi açısından bakıldığında,  ilkel ve kokuşmuş bir sanat türü olan tiyatrodan nefret ederim. Taş devri törenlerini, komünal saçmalıkları çağrıştıran bir yanı vardır, iflah olmaz bir okuyucunun zaten kendi bulup çıkaracağı Elizabeth Çağı şiiri gibi tek tük pırıltıları bir yana bırakıyorum."

"Unutmayınız ki  tabanca Freud'a göre dünya yüzündeki ilk babamızın belden aşağısının ortasına düşen organının simgesidir."

"Konuyla ilgili birkaç noktayı burada belirtmekte yarar var gerçi, ama aktarmak istediğim genel izlenim şu; hayat akıp giderken yan kapılardan biri kırılarak açılmış, kükreyerek son hızla içeri dalan kara zamanın kırbaç gibi ıslıklı rüzgârı, kimsesiz bir felaket çığlığını boğmuştu."

Şu anda geçmişte ne aramam gerektiğini biliyorum gerçi, ama o zamanlar tuttuğunu koparan bir hipnoz uzmanına gitmiş olsaydım, adamın, kitabım boyunca gerçekte aklıma geliverdiğinden çok daha tutarlı bir biçimde, bir şerit gibi yan yana dizdiğim kimi raslansal anıları bir bir ağzımdan alıp, mantıklı bir düzene sokacağından kuşkum yok."

"Mimir: İskandinav mitolojisinde geçmişi ve geleceği bilen Tanrı."

"Zaman zaman, hayallerimle doğal gerçeklik arasındaki yarışı kazandığımdan bu aldanma katlanılır olurdu. Araya rastlantı karışıp da, bana sakladığı gülümsemesini benden esirgediğinde, işte o zaman katlanılmaz acılar başlardı."

"Okur tarafından sevilen kahraman, kitap kapakları arasında nasıl bir evrim geçirmiş olursa olsun, kader çizgisi zihnimizde belirlenmiştir, aynı biçimde dostlarımızın da kendileri için çizdiğimiz şu ya da bu mantık içinde, ya da alışılmış biçimde davranmalarını bekleriz."

"Geceleri ölen ne çok küçük kent görmüştüm! Üstelik bu sonuncusu da değildi."

"Gene ağlamaya başlamıştım. Boş yere yaşanmış bir geçmişin sarhoşuydum."

"Eski bir şairin dediği gibi Güzelliğin ölümlü bilincine ödenecek Vergi biz ölümlülerin ahlâk bilincidir."

"O ifadeyi tam olarak anlatamam size... öyle koyu bir çaresizlik vardı ki yüzünde, artık haksızlığın ve çaresizliğin sınırları zorlandığından -zorlanan her sınır kendisini aşan bir şeylerin de habercisidir- bu çaresizlik bir an sonra aldırışsız bir bönlüğe dönüşüverecek gibi görünüyordu; yüzündeki anlamsız aydınlık da bundan ötürü olmalıydı."

"Biliyor musun, ölmenin en korkunç yanı insanın bütün bütüne tek başına olması."

Karar sizin...

Görsel: Google Images

İstepne burcuyum.


Deneme yedibinikiyüzaltmışsekiz: Azmettim yazıcem uleeeyn!
Tam da foturaftaki sallengoz arkadaş gibi kabuğuma çekildimdi epeydir, mecbur kalmadığım sürece vazzap bile kullanmıycek kadar içime döndüydüm...
Ayh! Sıkıldım kendimden!

Hani sağda solda gezen Nurella capsleri var ya? Hah! Aynen öyleydim :)
Alt dudak üst dudağa destek yapmış, dudak kenarları aşağı çekilmiş, burnun ucu kırıştırılmış, yukarıdan bakan bi' havayla göz kapakları yarı indirilmiş "Beyenmedim bebeyim! Bizımla deyilsın!" pozları verdim günlerce. Aynaya bakınca gördüğümden kendim korkuyordum, düşün!
Sonra sıkıldım işte, içimdeki deli kız gaza geldi yine.
Burcumu çok seviyorum ve hatta sanırım aşık gibi bi' şeyim. İkizler'im! (kalp kalp) İçimde bi' yerlerde, diğerinin moralini düzeltecek "istepne" hatun beklemede her an :)))
Son zamanlarda hep ruhsal rahatsızlıkların ön planda olduğu Kore dizilerini seyrediyorum, az daha devam edersem olayı kişilik bölünmesine bilem bağlayabilirim.
Neyse...

Sevgilimi binaltıyüzelliüçüncü defa takdir ettim, suratsızlığıma tahammül edebilmesi sebebiyle :)
Hatta -sırf ona güzellik olsun diye- bugün evi köşe bucak süpürüp, yerleri -hem de buharlı muharlı dezenfekte eden şu makineylen- sildim. Üstüne mutfağa girip yemekler pişirdim çeşit çeşit. Yemekte bi' tane buz gibi bira açtım ona...sonra "azcık bana da versene" deyip birasına ortak oldum o ayrı :)

Düşündüm de, ne zaman kendimden hoşnut olmasam eve girişiyorum. Geçen sefer pencere-pervaz misler gibi temizlediydim. Yok, ben depresyona giremiyorum. Bi' limitim var sanırım, biriktiriyorum, biriktiriyorum. Ne zaman "mutsuzluktan ölebilirim!" noktasına gelsem: "Ta-daaam!"
İstepne hatun devralıyor kumandayı :)
(Stepne değil bebeyim, is-tep-ne... çocukken oynadığımız "istop" gibi...ahah dur -de'leri, -da'ları birleşik yazayımda çıldırtayım seni)
"Kalk kalk kalk! Kaldır o koca totoyu!
Yakışıyor mu sana böyle pasaklı-saçaklı durmak?
Suratsızlığın cezası olsa en az on yıl yerdin!" diyerek veriyor gazı...
Hatun işi biliyo! :)
Belki de pisi-kolojik bi' sorunum vardır, kimbilir? Doktorum bilmiyo ama orası kesin :)

Taslak olarak duran onlarca gönderinin üzerinden geçmem gerek, hazır gaza gelmişken. Okuyup gönderisini yapmaya üşendiğim onlarca kitabı masamın üzerime kule yaparak işe başlamalıyım.
Yaparım ben, yaparım... Aslanım, kaplanım.

Bu arada, şirinlikle, olumlamakla, pozitif düşünceyle, kişisel gelişmek-şahsi dönüşmekle neyin ilgisi yok nan bu gönderinin.
Hani "hayat güzel laylaylay!" havalarında değilim. Hayat bok gibi hep...nesi güzel?
Bi' kere "insan" dediğimiz yaşam formu dahil bu hayata... Adi, şerefsiz, iki yüzlü, yalancı, çıkarcı...(kedi ol-a-madığıma göre ben de dahilim bu genellemeye)
Bu türün istisnaları da olmasa on yıl kadar önce kesin "Hadi ben kaçtım!" demiştim herhalde...
Şaka gibi...kendi türümle anlaşamıyorum iyi mi?
İnsan sevmem, sevmiyorum. Çok denedim-zorladım; ı-ıh! olmuyor.
Benim olayım kedi-köpek-kitap-çiçek-böcek neyin işte.
Böyle güzel... az insanlı... neredeyse insansız.
Bırakayım dağınık kalsın.

Hanimiş: Aslıııeeeaaa!
Sallengoz yeme huyundan vazgeç...n'ütfen :/

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Boyalı Kuş / The Painted Bird


Yazar: Jerzy Kosiński
Çeviri: Aydın Emeç
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 1965 / Türkçe İlk Baskı: 1968
Yayınevi: E Yayınları

Kişisel yorum ve görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

Zaman hafızama bi' perde indiriyor ve neyi/neden yaptığımı bana unutturuyor.
Yıllar önce okuduğumda ne hissettiysem aynısını hissediyorum bu kitap hakkında; iç karartıcı, bunaltıcı, sıkıcı ve abartılı...

Bazen, "edebiyat dünyası" denen dünyanın kendi içine sahte/yalancı/düzenbazları alıp onları "yazar" olarak adlandırdığını üstüne bi' de baş tacı edebildiğine inanıyorum.
Kanımca, Jerzy Kosinski bu grubun en önemli temsilcilerindendir ki, son zamanlarda ateşlenen "Jerzy Kosinski eserlerinin hepsi mi çalıntı? Hangi -ünlenemeyen- yazarın eserlerini para karşılığı alıp altına imzasını atmış? Amerikalı-inanılmaz zengin eşinin paracıklarıyla yeraltı dünyasının sapkın kulüplerinin en seçkin üyelerinden biri haline nasıl gelmiş? Neden çocukluk ve gençlik yıllarına dair yalan söylemiş ve kendine acıklı-akıl almaz-tamamen yalan bi' hayat hikayesi uydurmuş?" tartışmaları da bu düşüncelerimde haksız (veya yalnız) olmadığımı destekler nitelikte.

Kitabın kahramanı çocuğun yaşını ve eğitim durumunu gözönüne aldığımda ise yaptığı çıkarımların yaşından/boyundan büyük olduğunu görünce kurgu çöktü.
Neyse...

Arka Kapak Yazısı:
"İlk olarak 1965'te yayımlanan Boyalı Kuş, Jerzy Kosinski'yi edebiyat dünyasının aranan simalarından biri yaptı. O dönemde Los Angeles Times'ın "son on yılın en etkileyici romanlarından biri" saydığı eser otuzdan fazla dile çevrildi.
II. Dünya Savaşı sırasında ailesi tarafından güvenliği için uzak bir köye gönderilen bir çocuğun oradan oraya savruluşunun sinirleri hırpalayan hikayesi olan Boyalı Kuş, dehşetle vahşetin, masumiyetle sevginin yakınlığını irdeleyen bir şaheserdir.
Edebiyat tarihinin en önemli ve özgün yazarlarından Kosinski'nin ilk ve en ünlü eseridir."

Her zamanki gibi "Şimdi reklamlar!" kokan methiyeleri eledim, "Przepraszam bardzo, Kosinski Amca!"

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Yılanın deri değiştirişini, Marta ile birlikte büyük hayranlık içinde izlemiştik. İnsan ruhunun da tıpkı böyle aynı şekilde gövdeden kurtulup Tanrı'nın ayaklarına kadar uçtuğunu anlattı bana Marta. Bu uzun yolculuktan sonra Tanrı, ruhu verimli avuçlarına alarak nefesiyle diriltiyor; duruma göre ya melek yapıyor ya da cehennem ateşinde yanmaya gönderiyordu."

"Çevresinde her şey kül olurken acaba yaptığı büyüler ve sihirli duaları mıydı onu alevlere karşı koruyan?"

"Bana, "Kara Çocuk" derdi. Yuvasında büzülüp oturan köstebek gibi, benim içimde de kötü bir ruh olduğunu, bunu hiç fark etmeyebileceğimi ondan öğrendim. İblisin varlığının şaşmaz belirtisi, açık renkli parlak gözlerin içine, hiç kırpılmadan bakabilen büyülü gözlerdi."

"Köylüler, kulübelerinin kapısında, başlarını göğe kaldırıp Tanrı'yı aramaktaydılar. Korkunç acılarını O yumuşatabilirdi. İşkence çeken bu insan gövdelerine O deliksiz uyku ihsan edebilirdi. Hastalığın anlaşılmaz, çözülmez sırrını ancak O, sonsuz bir kurtuluşa çevirebilir, ölü çocuğunun ardından gözyaşı döken ananın acısını O dindirebilirdi; yalnız O. Ama Tanrı, erişilmez  bilgeliğiyle bekliyordu."

"Başım dönüyordu. Bir bitkiydim sanki. Bütün gücüyle güneşe uzanan, ama sapını bir türlü uzatamayıp toprakta tutsak kalan bir bitki. Ya da başım, bağımsız bir yaşayışa erişmişti. Gittikçe daha hızlı dönüyor, sonunda da, gökyüzünde, ona sıcaklığını veren güneşin parlak yuvarlaklığına rastlıyordu."

"Yer yer, ağaç gövdelerinde baltaların bıraktığı derin izler görülüyordu. Olga, köylülerin ağaçları böyle işaretleyip düşmanlarına büyü yaptıklarını söylerdi hep. Her vuruşta düşmanın adı tekrarlanır, yüzü göz önüne getirilir, böylece hastalık ve ölüm üzerine çekilirdi. Çevremdeki ağaçlarda pek çok balta izi vardı. Bu yörede yaşayan insanların düşmanı boldu anlaşılan. Onları yok etmek için de var güçleriyle çalışıyorlardı."

"Kör olunca hayat boyu gördüklerini de unutur muydu acaba insan? Düş bile göremezdi belki o zaman. Eğer kör kişi, belleğinin gözlerini de yitirmişse bu iş o kadar önemli sayılmazdı. Dünya her yerde birdi nasılsa."

"Yılın ilk leyleğini, havada görene uğur getirirmiş. Tersine ilk leyleği otururken gören bütün yılı mutsuzluk ve felaket içinde geçirirmiş. Günahkâr kişilerin yaşadığı, ya da içinde cinayet işlenmiş evlerin damına leylek konduğu görülmezmiş."

"Guguk kuşunun  bağırtısı da anlam doluydu. Yeni mevsimde onun sesini ilk duyan, cebindeki bütün bozuk paraları sallamalı, sonra oturup parasını saymalıydı. Bütün mevsim boyunca, hiç olmazsa aynı para elinde kalacaktı."

"Uzun uzun ve günlerce düşündükten sonra en güzel kuşlardan birini seçerdi. Kuşu bileğine bağladıktan sonra, bir sürü garip şeyi birbirine karıştırıp kokulu bir boya elde eder, değişik renklerde, kutu kutu hazırlardı bu boyadan. Sonra kuşun başını, kanatlarını, boynunu ebemkuşağı renkleriyle bezer, tüylerine bir demet yabani çiçeğin parlaklığını verirdi.
Sonra ormanın içine yürürdük birlikte. Epey ilerledikten sonra Lekh durur, kuşu bileğinden çözüp bana verir ve ayaklarından tutup sallamamı isterdi. Boyalı kuş söylenir durur, bağrışına gelen bir sürü kuş, tepemizde dönmeye başlardı. Onlara ulaşmak isteyen tutsak debelenir, bütün gücüyle öter, boyalı boynunun içinde kalbi delice atardı.
Tepemizde yeteri kadar kuş toplandığına inanırsa, Lekh bir işaretle tutsağı koyvermemi isterdi. Bulutların üstündeki küçük ebemkuşağı, mutlu ve özgür, yükselip kardeşlerinin gürültücü sürüsüne katılırdı. Diğerleri bir süre şaşkın bakarken benzerini görmedikleri kuş, boşu boşuna kendilerinden biri olduğuna onları inandırmaya çalışırdı. Parlak renklerin iyice şaşırttığı kuşlar onu kuşkuyla inceler, sonra birbiri ardından saldırıp boyalı tüylerini gagalayıp yolmaya koyulurlardı. Tüysüz ve kan içinde kalan zavallı kuş havada duramaz, düşerdi. Aynı sahne sık sık tekrarlanır, kurbanlarımızı hep ölü bulurduk."

"Ne yağmurun, ne rüzgârın, ne de ateşin işlenen suçların izlerini silemeyeceğine inanılırdı. Adalet, bir demircinin elindeki güçlü çekiç gibi asılıydı dünyamızın üstünde. Bir süre demircinin havada kalan kolu, beklenmedik bir anda, hem de büyük bir güçle örsün üzerine iniverirdi. Köylülerin deyimiyle güneş ışığında toz zerrecikleri bile görülürdü."

"Böylesine acımasız, sefil bir dünyanın hâkimi olmak neye yarardı?"

"Köylülere göre, Yahudilerin yakıldığı fırınlardan çıkan dumanlar gökyüzüne dimdik yükselip Tanı'nın ayakları altında yumuşacık bir halı oluyordu. Oğlunun ölümüne üzülen Tanrı'yı avutmak için, gerçekten bu kadar Yahudiyi urban etmek gerekli mi, diyordum kendi kendime. Belki yeryüzü  yakında kocaman bir yangın yeri olacaktı."

"Ebemkuşağının uzun, eğri, içi boş, esnek bir saza benzediğini öğrendim. Bir ucu ırmak ya da gölün içindeydi. Oradan çektiği suyu öbür ucuyla kuraklıktan kavrulan ovalara boşaltıyordu. Suyla birlikte Balıklar ve diğer deniz hayvanlarını da çekiyordu ebemkuşağı. Birbirinden çok uzaktaki denizler, göller ve akarsularda aynı cins balıkların bulunması bunu ispatlıyordu."

"Kötü ruhların nasıl iş gördüğünü merak ediyordum. İnsanların ruhu da tarla gibi olmalıydı. İblisler kötü tohumlarını getirip insan ruhuna ekliyorlardı sanırım. Bu tohumlar yeşerip gelişince bencil amaçlarla üstelik başkalarının zararına kullanılmak üzere, artık iblislerin yardımı olmadan dağılıyordu. İnsan şeytanla anlaşma imzalayınca da, çevresine elinden geldiğince kötülük, dert, sefalet saçmalıydı."

"Çok seviyordum kitapları. Çevremizdeki dünya kadar gerçek; neredeyse ondan daha zengin bir evren fışkırıyordu sayfaların arasından. Hayat boyu, tanımadan yanından geçtiğimiz kişilerin düşünceleriyle isteklerini öğrenebiliyorduk kitaplardan."

"Dünya düzeninin Tanrı'yla ilgisi bulunmadığını, Tanrı'nın dünyada yapacak şey olmadığını Gavrila'dan öğrendim. Bunun nedeni de çok açıktı; Tanrı yoktu. Boş şeylere inanan aptal kişileri aldatmak için papazlar tarafından uydurulmuştu. Ne Tanrı var, ne de oğluyla Ruhul Kudüs. Ne hayalet vardı, ne hortlak, ne mezarlarından fırlayan vampirler; ne de günahkârların peşinde dolaşan kadın yüzlü ölüm. Bütün bunlar, dünya düzenini anlamayan, kendi güçlerine inanmayan, kör inançlara saplanan cahilleri uyutmak için uydurulmuş masallardı.
 Gerçek olan, insanın kendi yolunu eliyle çizdiği ve geleceğinin tek hakimi olduğuydu. Herkes aynı ölçüde önemliydi. Her şeyden önce de eyleminin yönünü ve amacını bilmeliydi insan. Eyleminin yalnız kendini bağladığına inanan, büyük yanlışlığa düşerdi. Biraraya gelen eylemler, yavaş yavaş toplumu kurarlardı"

Karar sizin...

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Kadının Adı Yok


Yazar: Duygu Asena
Orijinal Dili: Türkçe
Basım yılı: 1987
Dijital Yayın Tarihi:  2011
Yayınevi: Doğan Egmont Yayıncılık

Kişisel yorum ve görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

Yıllar yıllar önce, çocuklukla ergenlik arası olduğum dönemde, annemin zorla götürdüğü bi' misafirlikte sıkıntıdan patlarken, komidinin üzerinde görüp okumaya başladığım kitap...
Eğer bugün güçlüysem, kendimi ezdirmediysem, hayatım defalarca yıkılıp yeniden kurulacak olsa her defasında yıkıntılarımdan dimdik ve daha da güçlenmiş çıkabileceğime eminsem, bu kitap sayesindedir...
O zaman ne anlattığını tam anlayamamış ama kadınlara "güçlü ol!" diyen cümleler aklıma kazınmıştı ve anlamak için dönüp dolaşıp yeniden okumuştum -ki hâlâ okuyorum.
En sevdiklerimdendir...
Üç noktayı sevdirendir...

Arka Kapak Yazısı:
"Kadının Adı Yok...
Bugüne kadar Türkiye'de belki de en çok tartışılmış, en çok satmış, ve en çok okunmuş kitaplardan biri.
Sadece Türkiye'de mi? Yayınlandığı çok sayıdaki yabancı dilde de...
Bir olay kitap...
Erkeklerin belirlediği kalıplar içinde kadın olmaya karşı fısıltıyla atılmış bir çığlık.
Çığlık; çünkü isyankâr.
Fısıltı; çünkü kadınca...
Duygu Asena'nın bu en önemli yapıtı, her yaştan kadın için bir başucu kitabı, "kadınca özgürlüğün" başlama vuruşu..."

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Evlenecek misiniz peki" diye soruyoruz. Hepimiz Fügen'in yüzüne merakla bakıyoruz, sanki Fügen değişmiş gibi geliyor bize ama pek bir değişiklik de yok.
"Herhalde evleneceğiz, tabii" diyor.
Günseli nedense oldukça endişeli. "Bana bak bunları kimseye anlatma sakın, sonra senin için  orospu derler" diyor.
"Kızım orospu yatıp kalktıktan sonra erkeklerden para alana derler, biz para alıyor muyuz?"
Bilmiyorum ama erkeklerle böyle şeyler yapanlara orospu diyorlar." Durmadan üsteliyor Günseli, Fügen çok kızgın.
"Ben size bir şey söyleyeyim mi, ister yatın ister yatmayın, hepiniz için söylenebilir bu söz, yolda yürüdüğünüz için söylenebilir, mektuplaştığınız için söylenebilir, âşık olduğunuz için söylenebilir, arabalarına bindiğiniz için..."
Gül, Fügen'in sinirini yatıştırmak isteyerek sözünü kesiyor:
"Neden Atıf'a orospu demiyorlar da, Fügen'e denecekmiş?"
"Çünkü Atıf'ın zarı yok da ondan.
"Zarı yok mu onun?"
Binnur'un sorusuna kahkahayla gülüyoruz, o da bilgisizliğinden utanıyor. Katılırcasına gülmemiz bittiğinde sessizce birbirimizin yüzüne bakıyoruz. İçimizden biri çıkıp da, "Şu efsane gibi duyduğunuz zar denen şey ne ola ki, nasıl bir şeydir?" dese, kalakalacağız.
Hiç ama hiçbir şey bilmiyoruz, isimlerinden ve önemlerinden başka.

"Bunca zaman boşuna işkence çekmişiz. İnsan kararlı olunca dağları devirebilirmiş meğer."

"Biliyorum...kızlar evlenirken kız olmalı... olmazlarsa çok fena olur... kızlar el değmemişliklerini, kullanılmamış olduklarını ancak böyle kanıtlayabilirler sahiplerine...
Erkekler ilk olmak isterler, ilk ve tek, yalnız onu tanısın, başkalarını bilmesin, en iyi o sansın isterler... "

"Ve bir gün Erhan bana demesin mi, "Ben artık bir kadınla birlikte olmak istiyorum." Birden anlayamadım, beynim durdu sanki. İçimden (ben kadın değil miyim) diye geçirirken, anlayıverdim, ben kadın değilim tabii, kızım ve insanlar pardon bayanlar ikiye ayrılırlar: kadınlar ve kızlar.
Genellikle evli olanlara kadın denir ama, evlenmeden kadınlığa ulaşanlar da çok iyi bilinir... Onlar aile içinde genç kızdırlar ama, kendi arkadaş çevrelerinde, "O kadındır biliyor musun" diye dehşetle ve de tiksintiyle anılırlar. Bütün erkekler kadın diye bilinen o dişi genç kızın peşindedirler, onunla yatmaktır bütün amaçları, ve sonra herkese anlatırlar. Genç kılar ise... onların sadece gençlikleri ve kızlıkları kalmıştır ellerinde... Bedenlerinin her yanı ellense de, bedenlerinin her tarafına, bir erkek bedeninin her tarafı değse de, o genç kız, gerçekten genç ve kızdır. Ve kendilerini daha doğrusu bir tek o zar parçalarını, kocaları için ayırmışlardır, o kocanın hakkıdır, sevgiliye verilmez..."

"Kıskançlık diye bir şey yoktur" diyor, "Kıskançlık sahibiyet duygusunun tasmasıdır" diyor... "İnsanlar evli bile olsalar, başkalarına ilgi duyabilirler, bunda ayıplanacak bir şey yoktur" diyor. Ne tuhaf çocuk... Böyle garip şeyleri nereden öğrenmiş..."

"Neden önlem almadım, neden dikkat etmedin pis herif, az kalsın bir de bu çocuğu doğuracaktım, doğurup da iyice esirin olacaktım. Yaşamın esiri olacaktım, bu piçin esiri olacaktım. Aldırmamalıyım ha anneciğim, bir kadının en kutsal görevi annelik ha anneciğim. Senin gibi iki çocukla, seni aldatan kocayla, bırakıp gidemeden, evinin duvarlarına yapışmış, balık gözlerinle kalmak mı annelik? Siz olmasaydınız, ben bu hayatı mı yaşardım, sizin yüzünüzden boşanamadım demek mi kutsal annelik? Bu bok dünyaya, ne olacağı belli olmayan bir yaratık peydahlayıp, durmadan onu suçlamak mı annelik? Evin dört duvarı arasına kapanıp, yemeyip yedirip, giymeyip giydirip, durmadan üzülüp, mutsuz olup, korkular, acılar içinde yaşamak mı annelik? Sen neredesin ha anneciğim, sen kimsin? Ne yaptın şimdiye dek kendin için. Umutların hani? Var mıydı ki? Kutsal annelik ha... kut... sal... an..."

"Erken gelmişsiniz, gelin konuşalım, şu anda işim yok" diyor... (Aman işin olsa ne olur, sanki hayat kurtarıyorsunuz burada!) Bütün bu içimden geçenleri, bir gün dışımdan geçiriversem ne olur diye öyle merak ediyorum ki...
Bir gün bunları dışımdan söyleyebileceğim bir yere gelmeliyim ben... Çünkü içimden söylediklerim çok doğru, çok tatlı, dışımın böylesine sahtekâr olmasına dayanamıyorum."

"Köşedeki iriyarı, beyaz saçlı yaşlı adamın adını söylüyorlar... Sahi mi, O' mu o...? Hani o romantik, güzelim şiirleri yazan, o nefis yazıların, şahane düşüncelerin sahibi O mu? Bu şişko, bu sarhoş,  bu ağzı kaymış, konuşmasını şaşıran, sağa sola sarkıntılık eden, küfreden bu adam mı, o güzelim şiirlerin sahibi?
Tabii yanındaki de edebiyatçı... Onun adını da söylüyorlar... Yanlarına gidiyorum, konuştuklarını dinliyorum... İkisi de sarhoş, beyaz saçlı, şişko şairin yanındaki Türkçe'yi çok bozuk konuşuyor, o da iriyarı, palabıyık, o da çok küfür ediyor...
İlk kitabı çıkan, genç bir kadın hakkında konuşuyorlar... Kadının ne gerzekliği kalıyor, ne yeteneksizliği, ve de sonunda orospuluğu. Bütün ünlüleri, bütün yayınevlerini ve de bütün okurları sıradan geçiriyorlar sarhoş ağızlarıyla..."

"Bir cam kavanozda yaşamışlığımla, beynimin içindeki tüm güzel hayallerle, o hayallerin yıkılışındaki şaşkınlığımla... Kendi kendimle çok güzel eğlendim."

"Çok da iyisin" diyor, "herkes seninle uğraşıyor, aldırmıyorsun, bir yol tutturmuş gidiyorsun, güçlüsün, doğalsın, doğallığın ne büyük bir özellik olduğunu bilir misin sen? Öyle bir doğalsın ki, insan ürküyor senden, yetersiz kalıyor yanında... Ve sen işte o sevdiğin kediler gibisin, canın istemeyince pençe atan, isteyince, yumuşacık, insanın bacaklarına sürtünen..."
"Ben gerçekten böyle miyim? Böyleysem neden daha önce kimse fark etmedi beni, bunları?"

"Hadi beni baba yap artık bakalım!"
(Seni baba yapmak mı, bakalım ben kendimi anne yapmak istiyor muyum? Benim düşüncelerim, benim isteklerim, benim sıkıntılarım neler... Bunları bir kez olsun, bir kez, yarım saniye düşündün mü? Sana bir çocuk vereyim, seni baba yapayım demek. Kadınlığımın esas görevini yerine getireyim, karnım şişsin şişsin, ben hamileyken sen beni aldat, oramda yüzlerce yırtık, içim parçalanırcasına çocuk çıksın, şişmanlıyayım, şişman kalayım, işten kalayım, işten ayrılayım, hep çocuğa bakayım, onun hastalıkları, onun eğitimi, onun üzüntüleri, kendimi unutayım, sen akşamdan akşama gel, çocuğu sev okşa, arada bir sustur şunu, yorgunum diye bağır... Ve seni baba yapmamın mutluluğunu yaşa... Ben de anne olmanın acısını...)"

"Evleneceksin, hemen bir çocuğun olacak, yuvan, ailen olacak, mutlu kadın olacaksın... Mutlu kadın gibi yapacaksın. Evlenir evlenmez, o adamın ilerde bir yabancı olabileceğini bilmeden, o adamın bir gün gelip, o sevdiğin, tanıdığın adam olmayabileceğini bilemeden, bir gün ondan ayrılabileceğini düşünmeden bir çocuk yapmak gerektiğini sanıyordum. Bize öyle öğretmişlerdi çünkü. Kadının en kutsal ve tek görevi analıktır. Ancak ana olamayan kadınlar, eksikliklerini telafi etmek için kendilerini yüceltmek isteyip iş hayatına atılır, erkeklerle aşık atmaya kalkarlar. Hele bu kadınlar, erkeklerde olan fazlalığın, penisin, kendilerinde olmadığını öğrendikten sonra, bu kıskançlığı içlerinden atamazlarsa, hep bir eksiklik duygusuyla, kendilerini göstermek için uğraşırlar."

"Bu mu bir yuva? Evlilik mi bir evin yuva olmasını sağlayan şey? Dört duvar arasına tıkılmış, birbirine yabancılaşmış, konuşulacak konusu kalmamış iki insanın birlikteliği mi yuva? Burası bir yuva değil, pansiyon. Hem benim nereye gideceğim seni hiç ilgilendirmez... Seninle var olmadım ben, seninle de var olmayacağım..."

"İnsanları eğitirken pek çok gerçeği saklamaya hakları yok. Diledikleri bilgiyi verip, dilemediklerini anlatmamaya ne hakları var?"

"Direnemem, istemediğim, mutsuz olduğum bir şey için direnemem. İstemediğim bir şeyi, başka şeyler uğruna, başkaları için yapmayacağım. Kendim istersem ancak."

"İnsan yaşamında eksik olanı, her şey sanıyor..."

"Dostluk da saygı da eşitlikle olur, anlamıyor musunuz, eşitliğin olmadığı yerde ikisi de yok."

"Öl desem ölecek. Ama o bana öl deyince de benim ölmem gerek. Oysa artık, 'Öl desem ölecek' türündeki beraberliklere inanmayacak kadar yaşlıyım. İnsanlar birbirlerine 'Öl' dememeli ve 'Öl' deyince de kimse ölmemeli. Kimse, "Öl desem ölür'" diye gurur duymamalı. Kimse kimseden bir şeyler istememeli, beklememeli. Hele hele değişmesini hiç.
Bilmiyor musun ki, ben değişirsem, senin sevdiğin ben değilimdir artık ve sonra beni sevmezsin."

"Bunca yıllık yaşamımda bir tek şunu öğrendim... Şu reçeteyi: mutlu olmadığın ortamdan kaç git. Bunun için de güçlü ol, kendi kendine yet."

"Mutlu bir sabah. Müziğimi oydum, kahvemi yaptım, saat çok erken, gazetelerimi aldım, koltuğuma gömüldüm, yüreğim kıpır kıpır, kendimi seviyorum, mutluluğumu içiyorum yudum yudum. Ama gazeteler kara, çok kara. İnsanlar yeryüzünde bu durumdayken, biz nasıl mutlu olabiliriz? Sömürme, ezme, vahşet, tecavüz, vurma, vurulma, hapis, işkence, idam, savaş, açlık, istila, baskı, zorbalık. Ben nasıl mutlu olabilirim evimde, yumuşacık koltuğumda?"

"Güçlü olmalısınız. Bu tümce sık sık kullanılınca anlamını yitiriyor. Güçlü olmalısınız, kendi gücünüze inanmalı ama gerçekten güçlü olmak için çabalamalısınız. İnsanların içinde, kendinden güçsüz gördüğü birini ezmek, ona buyurmak, onu kendine hizmet ettirmek dürtüleri var, insanların tümünde bu var ve ne yazık ki bu güçsüzler ordusu, kendini güçsüz görenler kadınlar."

"Yaşamımın hiçbir anını boşa geçirmedim. Hepsinden yararlandım, bir şeyler öğrendim. Şimdi yaptığım tüm yanlışları da görebiliyorum. Ama tümü de benim yanlışlarımdı, kimseye bir zararı dokunmadı onların. Birilerini incittimse de, incitmek için yapmadım. İncineceksiniz, inciteceksiniz. Durmadan özveride bulunmak mutluluk sağlamıyor, ne bulunan için, ne de bulunulan için."

"Parmaklarım yüzümde dolaşıyor... Her bir çizginin, kırışığın üzerinde bir süre duruyor... Gülümsüyorum... Kendi kendime... Her bir çizgiyi tek tek okşuyorum.
Sevgili çizgilerim benim, sevgili kırışıklıklarım, sizi ne kadar çok seviyorum... Siz bana ne çok şey öğrettiniz... Siz beni ne kadar çok seviyorsunuz... Siz benim mutluluğum, siz benim savaşımım, siz benim mutsuzluğum, siz benim acılarım, siz benim özgürlüğümsünüz..."

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...