Uzunharmanlar'da Bir Davetsiz Misafir


Yazar: Sezgin Kaymaz
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2013
Yayınevi: İletişim Yayınları

Kişisel yorum ve görüşlerimin okuma hevesinizi etkilemeyeceğinden eminseniz veya bunu göze alarak okuyacaksanız devam edin lütfen.
Ben uyarmış olayım da...

Yine bi' Sezgin Kaymaz eseri, yine kendini okutan, su gibi akan bi' kitap...
Altını çizdiğim cümleleri aktarırken bi' şeyin farkına vardım; dili benim kullandığım dile ya da çyle diyeyim "kullandığım dil yazarın kullandığı dile benzediği için" bu kadar seviyorum sanırım Sezgin kaymaz eserlerini. "Bi" ler, üç noktalar... oluyo, bitiyo, anlıyo'lar... bissürü'ler... Dilinin zenginliğine ve onu kullanış şekline bayılıyorum! :) 
Tüm eserlerine sahip olmak istediğim nadir yazarlardan Sezgin Kaymaz. 
İletişim Yayıncılık ile olan ilişkisini bitirip April Yayıncılık'a geçmiş... Dilerim yeni yayıneviyle ilişkisi daha da mutlu-verimli  olur.

Arka Kapak Yazısı:
"Gerçekten de anlıyordu Musa... Erzurumlu Teyze; 'Kaçmakla kaçılmaz' deyince onu anlıyordu, Beyabi, 'Bal gibi kaçtın işte' deyince de onu anlıyordu... 'Sen aslında kaçmamışsın,' dedikleri zaman, her ikisini de anlıyordu... Erzurumlu'dan yağmur'un güzelliğini dinleyip anlıyor, ardından da, Misafir'den tam tersini dinleyip, onu anlıyordu... Anlayamadığı tek şey, nasıl olup da birbirine taban tabana zıt fikirleri, sanki kendi doğru bildiği fikirler onlarmış gibi kabul edip anladığıydı... Belki, bu da bir denklemdi... Anladığın şeyi, anladığın kadar anlamamışlığın duruyordu denklik işaretinin öbür tarafında belki... belki?.."

Uzunharmanlar mahallesinde bir bekâr evi kiralayan Musa daha ilk geceden dehşete düşer. Gaipten sesler gelmekte, odalar kendiliğinden aydınlanıp kararmaktadır. Burası bir perili evdir galiba! Ancak... Eğer hakikaten perili evse, mutlaka iyilik perilerinin merkezidir. Çünkü gaipten yalnızca ses değil; çörek, börek, turşu, çay, temiz çamaşır, hatta tamirci bile gelmektedir. Ne yapacağını bilemeyen Musa, bir yandan olan biteni anlamaya çalışırken öbür yandan mahalle halkıyla tanışır. Üç kuşaktan doğma büyüme Ankaralı "Erzurumlu Teyze" ve kahverengi horozu Rıza, ürkütücü ev sahibi Beyabi, komşunun koca bekleyen kızı Aylin, "baba adam" Kaportacı Kirkor, 7x24 burun karıştırma kapasitesine sahip küçük Kemal, adı var kendi yok gizemli kadın Aspendos... Derken ortaya bir gizemli kadın daha çıkar ve Musa'nın kafası büsbütün karışır... Yer yer komik, baştan sona eğlendirici bir roman."

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Neden insanlar geceleri korkmaya daha meyilli olurlar?"

"Çay delisiydi. Çayın hastasıydı. Tatmin edemediği, doyamadığı, bırakamadığı tek zevkiydi. "Eroinmanın eroin bağımlılığı da olsa olsa böyle bi' şeydir," diye düşünürdü hep. Çay içmeden yaşanabileceğine inanmazdı. Ne büyük keyifti o... Hele kitap okurken..."

"Benim söylediğim kıraathane, öyle kâğıt, okey oynanan kıraathanelerden değil Mustafa Usta," dedi. "...hakiki kıraathane... yani, insanlar gelip kitap okuyacaklar... kıraat etmekten kıraathane... Gazete okuyacaklar, dergi okuyacaklar, demli çaylar içip sohbet demliyecekler..."
Mustafa Usta heyecanlandı.
"İl Halk Kütüphanesi gibi amma bunda konuşmak serbest he mi?"

"Ayrı ayrı görevleri olan milyarlarca hücre... Her biri, kendi hayatı boyunca başka bir iş yapıyor... ama hepsinin yaptığı iş biraraya gelince, aslında ne yaptıkları ortaya çıkıyor... hayat yapıyorlar... ürettikleri şey, hayatın ta kendisi... görevleri, bizi yaşatmak... ama nasıl? Nasıl Musa Bey?.. Ne biliyorlar, aynı anda milyar tane değişik iş yapmakla tek bir iş yapmış olacaklarını?.. Aralarındaki senkronizasyonu sağlayan ne?.. siz, aynı sonucu alabilmek için ayrı ayrı işler yapan iki tane aklı başında insan gösterebilir misiniz?"

"Başı ve sonu olan hikâyelerdir belki beni ilgilendiren... belki, binlerce değişik hayat tarzı, binlerce farklı bakış açısı... belki macera... uyduruk ya da gerçek kişilerin mutlulukları, hüzünleri, hırsları, intikamları, yere sağlamca basışları, hayalleridir belki de beni çeken... milyonlarca insanın yaşadığı bir şehrin üstünde, gece vakti kanatlanıp uçtuğunu düşün..."

"Vakit vakit... konuşacak kimsen yoksa vakit geçmez... hayatın bok içine yüzüyorsa, vakit geçmez... etrafındaki her şey sana batıyosa vakit geçmez... n'aparsın o zaman?.. Bi sigara yakarsın... bitsin diye içine çeker durursun... sonra, onun ucuna bi daha eklersin, sonra bi daha, bi daha... bi de bakmışsın, vakit geçmeye başlamış... anladın mı?"

"Diyorum ki, bir şeyi yasaklamadan da yasaklamanın yolları vardır."
"Amma da yaptın şimdi... nasıl oluyormuş o?"
Kadın, "Cahil sen de," er gibi burun kıvırdı.
"Ohoo!," dedi. "Öğretmezsin mesela."
"Efendim?"
"Şimdi, yasaklamadan da yasaklıyosun ya... onu anlatıyorum... bi adama okumayı öğretmezsen, ona mektup yazmayı yasaklamış olmaz mısın?.. Altyazılı film seyretmeyi, yazı yazmayı, dilekçe yazmayı... üstelik, rahat rahat karşısına geçip; 'Ben sana yazmayı yasaklamadım ki yavrum,' bile diyebilirsin... gördün mü? Yasaklamadan da yasaklamış oldun işte..."
Musa, sevimli misafirinin görüverdiği şeyi göremediği için kendisine kızdı.
"Hoş..." diye mırıldandı. "Biraz demagoji kokuyor ama yine de çok hoş..."
Kadın hiç oralı olmadı.
"Daha hoşunu dinle o zaman... Vererek yasaklarsın..."
"Efendim?"
"Vererek vererek... yasaklamadan da yasaklamanın bi başka yolu... adama her şeyi o kadar bol, o kadar çok, o kadar çeşitli verirsin ki ona tercih yapma hakkını yasaklamış olursun... çünkü bir şeyi elde etmekle başka bir şeyi kaybetmiş olmaz... onu da elde edebilir, ötekini de... anlıyo musun? Halbuki hayatı yaşanabilir kılan şeylerden biri de sahip olduklarımızın alternatif maliyetini ödeme mecburiyetidir... Zevk mevk hak getire ondan sonra..."

"Başka yolları da var mıymış bu yasaklamadan yasaklama sanatının?"
"Düşünülürse, daha bissürü yolu bulunur. Ama en önemli ve en kalıcı metod, sevgidir... aşktır..."
"Yasaklamadan yasaklama metodu mu?"
"Aynen... Dört dörtlük bi sevgide, iki kişi, birbirine hiçbi şeyi yasaklamaz. Ama buna rağmen, ne tarafa dönsen bi başka yasağa toslarsın."
"Anlamadım."
"Bi kadına aşık olsan, onu üzecek herhangi bi şey yapmak ister misin?"
"İstemem tabi ki..."
"Yani kendine bi ton yasak korsun di mi?"
"Eh... evet... herhalde..."
"Korsun korsun... bi de aynı anda sana aşık bi kadın olduğunu düşün bunun... o da seni üzmemek için kendine bi dolu yasak kor... o evin hali gözünün önüne geliyo mu?.. Ortalıkta hiç yasak filan yok ama oturmak yasak, kalkmak yasak... aslında her şey yasak..."

"Ben hayatı severim," dedi. "...ama sevmeyenler de vardır muhakkak."
"O dediklerin, kendini sevmeyenlerdir Musa... çünkü hayat, tıpkı anası toprak gibi, insanın hem içinde, hem dışında, yani dört yanındadır. Kim ki hayatı sevmez, o, kendini de sevmez... kim ki kendini sevmez, yaşamayı da sevmez... bi denklem bu."

"Her şey... bütün kâinat... yoğunlaşmış enerjiden ibarettir..."
Musa'nın sırtı bir anda ter içinde kaldı. "Kadın şimdi de teorik fizik dersine geçti," diye düşünerek ürperdi.
"...neyin, hangi atomunu parçalarsan parçala, ortaya müthiş bir enerji çıkar... nerden gelir o enerji?.. Yoğunlaşmadan önce, kimin varlığından açığa çıkmış?.. Onu, hangi bilinç seviyesindeki sanatçı hangi korkunç baskı altında şekillendirip, incir yapmış, ağaç yapmış, taş yapmış, su yapmış?.. Enerji, kendiliğinden mi karar vermiş, yoğunlaşıp demir olmaya, altın olmaya, gümüş olmaya?.. Kendi gücü mü yetmiş de olmuş?.. Tanrı... sadece Tanrı..."

"Ben izole ettim evi... yağmurun sesinden de ıslattığı toprağın kokusundan da enfret ederim çünkü... bana ölümü hatırlatır..."
"Ölümü mü? dedi Musa, saf saf. "Ne ölümü be?" Erzurumlu Teyze'den dinlediklerini satarak devam etti:
"Bir kere, yağmur hayattır... ıslanan toprağın kokusu da yeni doğmuş bir bebeğin konaklı kafası gibi nefis bir..."
Misafir, elini sallayarak susturdu Musa'yı.
"Öff!.. Sen de ne şair ruhluymuşsun arkadaş... hiç işin aslını düşünmez misin?
"Neymiş o işin aslı?
"Toprak, koskoca bir leştir... onun kokusu da tabi ki leş kokusudur."
"Yanılıyorsun... Toprak hayattır... onca bitkiye hayat verir, sonra da o bitkilerle beslenen hayvanlara ve o hayvanlarla beslenen insanlara. Milyarlarca canlıya ev olur, barınak olur..."
"...mezar olur..."
"Efendim?"
"Onca ölüyü nereye gömerler Musa?"
"Toprağa ama..."
"Dur dur... ölüp giden şunca hayvan, bunca ağaç, şu kadar trilyon canlı, nereye karışır?
"Tamam... toprağa da..."
"Karışır da ne olur? Öyle kendi halinde kalır mı, yoksa biyolojik moleküllerine ayrılıp, toprağın bir parçası mı olur?"
"Orasını biliyoruz... n'olmuş  öyle olmuşsa?"
"Bütün ölüler, önce toprağa karışır, sonra da toprak olurlar Musa... yani toprak, aslında ölülerin leşinden ibaret, dünyanın boşluklarına sıkışarak onun şeklini almış amorf bi cesettir... o kadar... yağmurla burnuna gelen o koku da cesedin tozu, buharı, dımanıdır... hadi... o kadar hevesliysen, aç camı da dedenin, anneannenin, çürümüş bedeninden gelen tütsüyle sıva genzini...aç hadi aç..."
"Dur be..." dedi Musa, allak bullak olmuş bir ses tonuyla... "Anladık, sen de haklısın... ama ben de haklıyım... hayat da verir toprak..."
"O kadar olacak... denklemin tutması için bu şart çünkü..."
"Gene mi denklem?"
"Gene denklem... hep denklem..."

"Sen hiç, iki hidrojen, bi oksijen bi de hamsi diye su formülü duydun mu?

"Esasen, her insanın sevdiği şeylerin sayısı, sevmediği şeylerin sayısına denktir... denklem tutmaz yoksa..."

"Hee... her denklem gibi, insanın kendi iç dünyasını ayakta tutan denklem de dengeye muhtaçtır... hiç kimseyi, hiçbir şeyi sevmediğini söyleyen biri bile denklemin diğer tarafına, nefreti ve sevgisizliğiyle denk ağırlıkta veyahut yoğunlukta, kendine olan, yaşamaya olan sevgisini koyuyordur""Evet," dedi Musa.
"Yoksa yaşayamaz Musa Efendi... yaşayamaz."

"Bakınız... biriyle tartışırken, hep yaptığımız bir hata vardır... nedir o hata?.. 'Şu adam lafını bitirse de ben de onun ağzının payını bir an önce versem,' diye düşünmek... bunu neden yaparız?.. Aslında, karşımızdakini dinler görünüp aklımızdaki kendi tezimizi dinleriz de ondan... yani o kişinin söylediklerini, kendi düşündüklerimizden izole ederek, sağlıklı bir zeminde değerlendiremeyiz.. kulaklarımızı o kişinin söylediklerine veririz, ama beynimizi vermeyiz... dediğim gibi, beyin, o sırada sadece kendi sesini dinlemektedir... ' Karşımdaki sözünü bitirse de, ben, şu aklımdakileri söylesem' ne demektir?
"Ne demektir?"
"Gayet basit... 'O konuşurken, ben, biraz sonra konuşacağım şeyi dinliyorum,' demektir... öyle değil mi?
"Çok doğru... haklısınız..."
"İşte, söylemek istediğim bu... Eğer, biriyle tartışmaya girdiğinizde pnu dinleyenin yalnızca kulaklarınız olmaması gerektiğine, beyninizin de dinlemesi gerektiğine inanıyorsanız, karşınızdaki konuşurken, duygularınızı, inançlarınızı, onun tezlerinden izole etmeyi bilmeniz gerekir"
"Anlıyorum galiba... eğer böyle yapabilirsem, kendi içimden yükselen seslerin, benimle tartışan kişinin sesini bastırmasına engel olurum"
"Muhakkak."
"...ve, karşımdakinin haklı olduğu noktaları da görebilirim."
"Bravo."
"Bu,  benim savunma mekanizmamın düştüğünü, zayıf bir kişilik gösterdiğimi ispatlamaz."
"Doğru. Bu, size bir şeyler söylemeye çalışan insanların, kendilerince haklı oldukları noktaları kabullenme basiretine sahip olduğunuzu gösterir. Yani, olaylara bir de onların baktığı pencereden bakabilme meziyetiniz olduğunu."

"Kırlara, ormanlara gitmek istiyorsan, kırlara, ormanlara gitmek istediğin için git... şehrin gürültüsünden kaçmak için gitme... çünkü gürültüden kurtulduğunu düşündüğün her an, gürültüyü beyninin içinde bulduğun an olur."

Keyifli okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...