Moby Dick


Yazar: Herman Melville
Çeviri: Sabahattin Eyuboğlu - Mina Urgan
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 1851 / Basım: 1987
Yayınevi: Cem Yayınevi

Yıllar önce okumuştum Moby Dick'i, çocuktum desem yeri. Yıllar yıllar sonra, birkaç ay önce sevgili arkadaşım Yerazness, Moby Dick'in tam metnini okumamı tavsiye etti; iyi ki etti!
Teşekkür ederim Ness'im :) Moby Dick, bugüne dek okuduğum en iyi kitaplar arasında yerini almış oldu böylece, sayende...

Tek itirazım Mina Urgan'a!
Öyle bir önsöz yazmış ki; yazarın hayatını özet geçmekle kalmayıp Moby Dick'in de tüm özetini çıkarmış ve önsözün kapanışını da kitabın sonunda olacakları/son sahneyi söyleyerek yapmış.
Yani, kitabı daha elinize aldığınızda bölüm bölüm neler olacağını ve romanın nasıl biteceğini bilerek okumaya başlıyorsunuz! Saçma! Okuyucuya saygısızlık! 
Bunu yapan Mina Urgan bile olsa -ki yapmaması gereken ilk kişi bi' yazar olarak kendisi olmasına rağmen- affedilmez bi' hata!
İyi ki, romanı daha önce okumuştum ve olayların akışını zaten biliyordum. Bilmesem -herkes bilmek zorunda değil- okumama gerek kalmayacaktı ve kitabın kapağını önsözden sonra kapamam gerekecekti.
Siz siz olun, bu romanı okumaya karar verirseniz önsözünü okumayın. Okuma zevkinize vuracağınız en büyük darbe - kendinize yapacağınız en büyük kötülük bu olur.

Hanimiş: geçen hafta sinemada, film başlamadan önce diğer filmlerin tanıtımları yapılırken birden ''In the Heart of the Sea'' isimli bi' filmin tanıtımı başladı, minik bi' ''Moby Dick!'' çığlığı attım. Etrafımdakilerin homurdanmalarına da aldırmadım :)
Tanıtımın sonunda ''Moby Dick'' yazısını görünce nasıl mutlu oldum, anlatamam.
Moby Dick'i birebir senaryolaştırmamışlar, alıntı yapmışlar ve film Mart 2015'te sinemalarda olacak.
Dilerim, bu güzelim romanın hakkını veren bi' film olmuştur, olmamışsa da bilet için ödeyeceğim para karşılığı kadar küfür edeceğim doğrudur!
Gönderinin en sonunda sizlerle filmin Imdb'de yayınlanan afişini paylaşacağım.

Hanimişiki: Balina avı yasaklansın! Yasaklanmalı!
Dilerim siz de en az benim kadar seversiniz Moby Dick'i...

Altını Çizdiğim Cümleler:
"Bir büyü var bu işin içinde. Dünyanın en dalgın adamını, en derin hülyalara dalmışken alın; ayağa kaldırıp yürütün; bu adam, hiç şaşmadan, nerede su varsa oraya götürecektir sizi.''

''Denizci olarak bir hayli görgüm olduğu halde de gemiye ne amiral, ne kaptan, ne ahçıbaşı olarak binmek isterim, isteyenin olsun bu mevkilerin şanı şerefi. Ben kendi hesabıma, her çeşit yüksek görevin dertlerinden, sıkıntılarından tiksinirim.''

"Köle olmayan var mı bu dünyada, sorarım size?''

"Para vermekle para almak arasında da dünyanın farkı var. Para vermek, meyve bahçesindeki iki hırsızın, yani Adem ile Havva'nın başımıza açtıkları dertlerin en büyüğüdür belki de. Şaşılacak şey doğrusu: Paranın yeryüzündeki tüm kötülüklerin başı olduğunu, paralı insanın hiçbir zaman cennete gidemeyeceğini biliriz. Gene de, bize verilen paraları el etek öpüp alıveririz. Ah, nasıl da can atarız cehennemlik olmaya!"

"Bence yaşama ve ölme konusunda çok yanlış düşünüyoruz. Benim asıl özüm; yeryüzündeki gölgem dedikleri şeydir bence. Biz ruh işlerine bakarken, tıpkı güneşe suyun içinden bakan istiridyeler gibiyizdir bence; üstlerindeki ağır suyu, havaların en hafifi sanan istiridyeler gibi. Bence bedenim, asıl varlığımın tortusudur ancak. İsteyen alsın bedenimi, evet alsın; çünkü o, ben değilim.''

''Derdin dibi ne denli derinlerde olursa, sevincin tepesi de o denli yükseklerde olur.''

''Hoş, belki de gerçekten filozof olmak için, insanın, filozofça yaşadığını bilmemesi gerekir. Bir adamın filozof geçindiğini duydum mu, yediğini sindiremeyen bir kocakarı gelir aklıma; ''bu adam da midesini bozmuş olmalı'' derim.

''Bu dünyadaki her şeyin değeri, kendi karşıtıyla meydana çıkar. Hiçbir şey kendiliğinden şöyle ya da böyle değildir. Kendinizi uzun süredir ve tamamiyle rahat buluyorsanız, artık size rahatsınız denemez...''

''Ey ün kazanmak isteyen delikanlılar, şunu bilmiş olun ki, insanlardaki her yücelik bir hastalıktır aslında.''

"Çünkü herkesin din işlerine büyük bir saygı vardır bende, bu din işleri ne denli gülünç olursa olsun. Zehirli bir mantara tapan bir karıncalar cemaatini bile hor görmeye gönlüm razı değildir.''

''Biraz önce de söyledim. Onun bunun dinine bir diyeceğim yoktur benim. Kimseyi öldürmesin, kendi inancında olmayanları kötülemesin de, istediğine inansın. Ama bu inanç gerçekten bir çılgınlık haline gelince, insanı işkenceye sokup, bu dünyamızı içinde oturulamaz bir hana çevirince; böylesi dindarları bir kenara çekip bu iş üstünde konuşmanın tam sırasıdır artık.''

"Dünyanın bizi adam yerine koymamasının başlıca nedenlerinden biri, bizim mesleğimizi bir çeşit kasaplık olarak görmesi; bizi iş başında, türlü pislikler içinde çalışır bilmesidir... Doğru, kasaplıktır bizimki. Ama dünyanın her yerde ve her zaman şerefe boğduğu komutanlar da birer kasaptır, hem de en kanlı türünden. Bizim  işimizi pis görmelerine gelince, size henüz pek bilmediğiniz birçok şeyi hemen söylemek isterim. Bunları öğrenince, bir balina gemisinin, bu derli toplu dünyadaki en temiz şeylerden biri olduğunu alkışlar arasında kabul edersiniz. Ama bunu kabul etmeseniz bile, balina gemilerinin güvertelerindeki vıcık vıcık kargaşalık mı daha pistir, yoksa savaş alanlarının o anlatılmaz, o iğrenç leş yığınları mı?''

"Yaşlılar pek uyumaz. Yaşlandıkça, insan ölüme benzeyen her leyden kaçar gibidir.''

''Onun çentik çentik olmuş, buruşuk alnına iyice bakarsanız, orada daha da garip ayak izleri görebilirdiniz: Hiç uyumayan, gece gündüz yürüyen, tek bir düşüncenin izlerini...''

"Beni dinle, küçük pay düşkünü: Gözle görünen şeyler mukavvadan maskeler gibidir. Ama her olan biten şeyde, her canlı işde, her su götürmez olayda, bilinen her şeyin içinde, bilinmez bir akıl vardır. Bu akıl, kendi damgasını vurur o akılsız mukavva maskeye. Eğer insan vuracaksa o maskeye vurmalı''

"Ey önseziler, uyarmalar. Neden bir görünür geçersiniz böyle? Ama uyarmadan çok; birer belirtisiniz siz, ey üstümüze düşen gölgeler! Hatta dışardan gelme değilsiniz siz, içimizde olup bitenlerin belirtilerisiniz; çünkü asıl içimizdeki gerçektir bizi sürükleyen.''

"Eskiden doğan güneş beni coşturur, batan güneş dinlendirirdi. Geçti o günler. O güzel ışık, aydınlatmıyor artık beni. Her güzellik bir sıkıntı benim için; çünkü hiçbir şeyden tad almaz oldum artık. Anlama gücüm artıkça arttı; tad alma gücüm ise yok oldu büsbütün. Çok kurnazca ve insafsızca lanetlenmişim ben.''

"Ey yaşam, insan işte böyle anlarda -ruhun ezildiği anlarda- farkına varıyor senin yüzünden ne soysuz, ne aşağılık işlere katlanmak zorunda kaldığını! Ey yaşam, şimdi algılıyorum sende ne korkunç şeyler saklı olduğunu! Ama bu korkunç şeyler benim içimde değil; benim dışımda bunlar! İçimdeki insanca duygularla savaşacağım seninle, ey karanlık, korkulu gelecek!"

"İnsan deliliğinde çoğu zaman sinsice ve kurnazca bir şeyler vardır. Geçti sandığınız sırada, o delilik belki daha ince bir biçime bürünmüştür. sadece, dağ boğazlarından geçerken, daralan Hudson Nehri'nin bereketli suları azalmaz, derinleşir olsa olsa.''

"Beyazlık, doğanın yarattığı birçok şeylere temiz bir güzellik katan özel bir değer kazandırır onlara; mermerde, kamelyada, incide olduğu gibi. Birçok ulus da, krallara yakışan bir çeşit üstünlük görmüşlerdir bu renkte. Peru'nun barbar ve haşmetli eski kralları, kendilerine her şeyden önce ''Beyaz Fillerin Beyi'' derlerdi. Siyam'ın yeni krallarının bayraklarında da bembeyaz bir fil vardı. Hannover bayrağındaki savaş atı, kar gibi beyazdır. Roman haşmetinin mirasçısı büyük Avusturya imparatorluğu, kendine renk olarak gene aynı görkemli rengi - beyazı seçmiştir. Bu üstünlüğün insan ırkları açısından da bir önemi olduğu anlaşılıyor; çünkü beyaz adam, tüm koyu renkli kabilelerin başına geçiyor nedense."

"En yüce dinlerin bile kutsal geleneklerinde beyazlık, kusursuz ve lekesiz Tanrı gücünün belirtisidir."

"Beyaz renk, güzel, şanlı, yüce olan her şeyi içinde toplamakla beraber, gene de bu renkte, gizemli, elle tutulmaz bir korku saklıdır, insanın ruhunu, kanın kırmızılığından daha fazla sarsan bir korku...
Bu beyazlık, hoş ve güzel şeylerden ayrılınca, üstelik korkunç bir varlıkta bulununca, insanın korkusunu büsbütün artırır, en aşırı hale götürür, kutupların beyaz ayısı, sıcak denizlerin beyaz köpek balığı gibi. Bunların akılları durduran korkunçluğu, o dümdüz pamuk beyazlığından gelmiyor mu? O iğrenç beyazlık, bu canavarların sessiz azgınlığına kalleşçe bir yumuşaklık katar; insanı korkuttuğu kadar tiksindirir, öyle ki, kaplanın vahşi dişleri ve heybetli postu bile, beyaz ayı ile beyaz köpek balığının o kefen rengi kadar yıldıramaz insanı!"

"Acaba beyazlık, anlatılmaz niteliğiyle, dünyamızı saran o hain boşluklara ve enginlere bir ayna tutar gibi mi oluyor?''

"Yaşam dediğimiz bu acayip, bu karmakarışık işle, öyle garip anlar olur ki, insan şu koca evreni büyük bir şaka olarak görür. Bu şakayı pek anlamasa bile, kendisiyle alay edildiği kuşkusuna düşer.''

"Karada olsun, denizde olsun, şu bizim basmakalıp dünyamızda, bir adam başkalarına kumada ederken, kumandasında olanlarda birinin, kendinden çok daha mert, çok daha erkek olduğunu görünce, o adama karşı, önüne geçilmez bir nefret duyar, garez bağlar hemen. Fırsatını buldukça da, bu emir kulunun gurur kulesini yıkmak, tuz buz etmek, küçük bir toz yığını haline getirmek ister."

"Çünkü, baylar, dünyanın garip bir cilvesi olarak, serseriler nasıl hep adalet sarayları çevresinde toplanırsa, günahkârlar da, kutsal yerlere düşer."

"Nuh'un tufanı daha bitmedi. Şu güzelim dünyanın üçte ikisini kaplıyor hâlâ Nuh'un tufanı!''

"Sizin aç gözlülüğünüzü pek ayıplamıyorum kardeşlerim. Sizin huyunuz öyle; çaresi yok bunun. Ama bu kötü huyunuzu önlemeye çalışmalısınız; tüm sorun bu! Siz köpek balığısınız elbet; ama içinizdeki köpek balığını dizgin altına alırsanız, o zaman bir melek olup çıkarsınız işin içinden. Çünkü melek dediğin, kendini sıkı sıkı dizginleyen bir köpek balığından başka bir şey değildir."

"Ey insanoğlu bir balinaya bak da ona benzemeye çalış! Sen de buzlar arasında sıcak kalmasını öğren. Bulunduğun dünyada, o dünyanın bir parçası olmadan yaşa. Ekvator'da serin serin ol; kutuplarda kanın donmasın. San Pietro'nun büyük kubbesi gibi, koca balina gibi, her mevsimde kendi sıcaklığınla yetin, ey insanoğlu!''

"Kendini kanıtlamak için hiçbir şey yapmamasıyla ortaya çıkar onun büyük dehası."

"Çünkü bence bir insanın ahlâkı bir hayli anlaşılır bel kemiğinden. Kim olursanız olun, kafatasınızı değil, bel kemiğinizi yoklamak isterim. Cılız bir bel kemiği, hiçbir zaman büyük ve soylu bir ruhu ayakta tutamaz. Benim dünyaya açtığım bayrağın sağlam ve sarsılmaz direğidir bel kemiğim: övünürüm onunla."

"Ben, derinliği olan hiçbir varlık görmedim ki, bu dünyaya söyleyebilecek bir sözü olsun. Geçimini sağlamak için, birkaç söz kekelemek zorunda kalır, olsa olsa."

"Kuşkuya ve yadsımaya karşı çıkan bu sezişler pek az insanda bulunur. Yeryüzüyle ilgili her şeyden kuşkulanan ve gökyüzüyle ilgili kimi şeyleri sezen insanlar, ne imanlı, ne de imansız olurlar; kuşkulara da, sezişlere de; aynı serinkanlı gözlerle bakarlar."

"Bu sözlerle Stubb şunu anlatmak istiyordu belki de: insan insanı ne denli severse sevsin, insan dediğin para kazanan bir hayvandır; ve para kazanma isteği, iyilik etme isteğinden ağır basar çoğu zaman."

"Çünkü nice nice uzun denemelerden sonra gördüm ki, insan elde edebileceği mutluluk kavramını pek yücelerde tutmamalı, biraz değiştirebilmelidir, hiç olmazsa. Mutluluğu kafamızda, hayalimizde değil de; günlük yaşantımızda, eşimizde, yüreğimizde, yatağımızda, soframızda, atımızın sırtında, ocağımızın başında, yurdumuzda aramalıyız."

"Dünyamızın karanlık yanı olan, üçte ikisi olan okyanusu saklayamıyor güneş, öyleyse içinde dertten çok sevinç taşıyan bir ölümlü insan, ya gerçekten insan değildir, ya da olgunlaşmamıştır henüz."

"Boyuna dokuyor okumacı Tanrı. Kendi işinin gürültüsüyle sağır olmuş, hiçbir insan sesi duymuyor. Dokuma tezgâhını seyreden bizler de sağır olmuşuz uğultusundan. Ancak iyice uzaklaşabilirsek duyuyoruz içinde konuşan binbir sesi. Yeryüzündeki tüm fabrikalar da böyledir. Hızla işleyen mekikler arasında duyulmayan sözler, duvarların dışına çıktık mı bir bir duyulur açık pencerelerden. Nice hainlikler böyle açığa vurulmuştur. Ey insanoğlu! Gözünü dört aç öyleyse. Çünkü şu koca dünya tezgâhının bunca gürültüsü arasında, senin en gizli düşüncen bile, tâ uzaklardan duyulabilir..."

"Çünkü ateşle yapılan şeyin dönüp dolaşıp gideceği yer, ateştir gene. Cehennemin varlığını gösterir bu."

"Her şeyi bir düzeye indiren ölümün eşiğinde, tüm gizler bir an çözülür gibi olur; ama bunu ancak ölüler dünyasından geri dönebilecek bir yazar doğru dürüst anlatabilir."

"Keşke biraz sürekli olabilse bu huzur anları! Ama yaşamın dokumasındaki enine ve boyuna iplikler gibi, durgun havalarda fırtınalar birbirine örülür; her huzur anının ardından bir bora gelir. Hiç geriye dönmeyen sürekli bir ilerleme yoktur."

"Ben tertemiz, derli toplu, hesaplı kitaplı, kız gibi işler yapmak isterim. Benim yapacağım işlerin, başı başlangıcında, ortası ortasında, sonu da sonunda olmalı. Ortasında biten, sonunda başlayan yarım-yamalak işlerden hoşlanmam."

"Duymak yeter de artar bile ölümlü insanlara. Düşünmek insanın haddine mi! Yalnız Tanrı düşünebilir. Düşünmek nedir? Daha doğrusu ne olmalıdır; Bi serinlik, bir durulma... Oysa bizim zavallı beyinlerimiz zonklar, zavallı yüreklerimiz çırpınır boyuna."

Kahramanımsın Moby Dick!
Keyifli okumalar :)



Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka
imdb.com

Peri Gazozu


Yazar: Ercan Kesal
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2013
Yayınevi: İletişim Yayınları

Leylak Dalı'm, -dilediğin gibi- keyifle okuyamadım bu kitabı :/
Çok teşekkür ediyorum, sevgilerimle :)

Doktor, senaryo yazarı, köşe yazarı, oyuncu Ercan Kesal'dan "yazar" olarak da söz edilmesini sağlayan, Radikal'de yazdığı yazılarının üzerine eklediği yeni hikayelerden oluşan ilk kitabı.
Dolayısıyla, benim için de Ercan Kesal'ın yazar yönüyle tanışma kitabı oldu...
Sunuş yazısında,  sinemasal bi' teknikle yazdığını ve okurun, yazdıklarını okumasını değil seyretmesini istediğini belirtmiş Ercan Kesal... Bunu başarmış da. 
Ortaya, Ercan Kesal'ın birbirinden can yakıcı, yürek burkan, okurun boğazına yumruk gibi oturan, gözlerini dolduran, içini sızlatan yaşanmışlıklarını size seyrettiren ama ''illa ki mesaj verme'' kaygısı taşıyan bi' anı kitabı çıkmış.
Mesajı da öyle gizli saklı vermiyor üstelik. "Ey yurdum insanı! Ne zaman uyanacaksın gaflet uykusundan?" gibi, son derece gereksiz vurgularla veriyor.
Kendini temsilcisi gördüğü siyasi görüşü-politik duruşu okuyucunun gözüne gözüne, ısrarla ve inatla sokan yazarlar bana hep sevimsiz gelmiştir. Bu sebeple ''Gerek var mıydı bu son vurgulara, ünlemlere, malumun ilamını yapmaya?'' düşüncesi sıkça geçti aklımdan.
Bana hiçbi' şey katmayan, bilmediğimi öğretmeyen, hayal kurdurmayan, düşünmeme ve hatta kendimce bi' sonuç/anlam çıkarmama bile izin vermeyen bi' kitaptı.
Ercan Kesal içini döktü, isyan etti, kötü yaşanmışlıklarından yanmış ciğerini gösterdi, babasına olan özlemini anlattı, çocukluk anılarından bahsetti; ben sadece dinledim/izledim.
İkinci kitabı "Evvel Zaman", farklı bi' yayınevinden çıkmış: İthâki. Olur da bi' gün okursam, beni şaşırtmasını, aynı tarzı devam ettirmediğini görmeyi isterim.
Gerçi, ismi ''Bir Zamanlar Anadolu'da'' olan filmin senaryo yazarlarından biri olduğunu, ikinci kitabına da isim olarak ''Evvel Zaman''ı seçtiğini göz önünde bulundurunca... İyimser olamıyorum.

Eleştirmen değilim nihayetinde, kendime notlar bırakıyorum burada sadece. Yıllar sonra dönüp baktığımda görüşlerimin ne kadarının değiştiğini/değişmediğini görmek istiyorum, hepsi bu.

Arka Kapak Yazısı:
''Vicdanımız kuruyor. Babalarını erken kaybetmiş yetim çocukların masum başlarını koyacakları göğüsler çoktan çöktü, farkında mısınız? Göğüs çöktükçe zulüm tepemizde kalıyor. Kavisli ve dolaşık geçmişimizse, bozuk düzenimizin telleri olmuş. Duyduğunuz sesler bu yüzden içli ve bu kadar derinden geliyor.

Şimdi bir türlü sığamayıp, delice bir kavgaya tutuştuğumuz, adına Anadolu denen şu kadim topraklarda, binlerce yıl önce hüküm sürmüş, bir Hitit kralının oğullarına bıraktığı vasiyete bakın isterseniz: 'Öldüğümde beni, usulünce yıkayın, göğsünüze yaslayın ve toprağa bırakın.' Bu kadar."

Hayatın en yalın ve en efsunlu meseleleri, ölüm ve yaşam, anne-baba-çocuk arasındaki zor muhabbet, büyümek ve yaşlanmak üzerine...
Vefalı bir oğulun gözüyle. Bilhassa ölümün, ölümle başetmenin olağanüstülüğü ve olağanlığı üzerine..."Alışmaya" direnen bir hekimin gözüyle.

Taşranın sıcak kucağı ve serin kasveti üzerine... Orayı hem içinden hem dışından bilen bir evladının gözüyle.

Türkiye'nin ipin ucundaki yakın tarihinin gölgesi... Kalbi avucunda birinin gözüyle.

Ercan Kesal'dan, aynanın kenarındaki fotoğraflar misali hayat parçaları, sohbet makamında insan hikâyeleri.''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''...bütün sanat eserleri belleğe dayanır. Belleği billursu hale getirmenin, somutlaştırmanın araçlarıdır. Bir ağacın üzerindeki bir böcek gibi, sanatçı da asalak gibi çocukluğundan beslenir. sonra biriktirdiklerini harcar, yetişkin olur ve olgunluğu da son noktadır...diyor Tarkovski...* Katılıyorum.''

''Hayatımız, ''bir yumağın sürekli sarılmasıdır''. Yaşadığımız her şey, ardımıza takılıp gelmekte ve doğal olarak da birikmektedir. Yol boyunca ne yaşandıysa toplamaktadır çünkü.''

Kurban
''Eskiden ölülerini gömmeyip, bir kulenin tepesine, açığa bırakan kavimler yaşardı bu topraklarda. Topluluğun rahipleri kuleye gizlenip, yırtıcı kuşların ölüleri nerden yemeğe başladığını izlerlerdi.
Akbabaların ölüleri yediği kulenin adı: ''Sessizlik Kulesi.''
Türkiye'yi koca bir ''Sessizlik Kulesi'' yaptık sonunda...
Ölülerimizi zalimler yesin diye inşa ettiğimiz bir kule artık ülkemiz.
Saklanıp bir şeylerin arkasına, dilsiz rahipler gibi bakıyoruz ölülerimize.''

Yetimim, beni göğsüne yasla
''Neşet Ertaş'ın bir ''düz göğüslü saz'' hikayesi vardır. Sazlarını yaptırdığı Tavşancı Hüseyin'den düz göğüslü bir saz ister Neşet. Hüseyin Usta yapmaz... Aklına yatmaz nedense. Sazın göğsü bombeli olur çünkü. Neşet de onun çırağına yaptırır. Müthiş bir saz... Daha sonra herkes o saz gibi saz ister... Neşet Ertaş, niye düz göğüslü saz istediğini şöyle açıklar:
''Sazların zamanla döşleri çöküyordu... Göğüs çökünce teller yukarda kalıyor. Kavisli olunca da eşiğin altı yukarda kalıyor, göğüs aşağıda.
Göğüs çökünce daha içli daha derinden bir ses geliyordu. Oradan hatırlayarak düz göğüslü saz istedim.''

Ne alakası var baba!
''Biri kara tahtaya taş sözcüğünü yazmış ve avludaki tüm kuşlar havalanmış'' sanki.''

Ben büyüdüm baba
''Siyah beyaz bir film başlıyor az sonra. Garip bir film. Bir adam var, boyacı. Bir kadının resmine aşık. Kadın, ''ne yapacaksın resmimi, işte karşındayım, beni sev,'' diyor. Adam, ''resminle arama girme,'' falan diyor...''

''Adımızı sorarız birine,
o bize adını söyler'' * Edip Cansever
''Bir akşam, kendi çevirdiği Cengiz Aytmatov kitaplarıyla babamı ziyarete gelen Mehmet Abi (Özgül) geliyor aklıma. Çocukluğumun en güzel hediyesi. Aylarca içinde kaybolduğum, büyülü bozkır hikâyeleri. Hele o ''Cemile.''

Mühür
''Hiç, birileriyle aynı dünyada yaşamaktan utanç duyduğunuz anlar oldu mu?''

Bir de akıl vermiş: ''Oğlum bu memlekette keçi etine koyun eti damgası basar, satarlar. Sen sonra uğraş dur ben keçiyim diye. Mühür, koyun mührü. Artık koyunsun. Şimdi size bir basarsak ''komünist'' mührünü, ömrünüzün sonuna kadar çıkaramazsınız.''

''Karasevda demek, siyah bir mühür demektir. Sevdaya düşenlerin kalbinde mutlaka o mühür vardır.''
Onlarca otopsi yaptım. Bir o kadarına da katıldım. Neşter kalbe her uzandığında gözüm o mührü arardı.''

İpin ucundaki Türkiye
''Hayatımın en güzel, en coşkulu ve en pırıltılı yılları... Ha deyince elmayı dalından, yıldızı yerinden kopardığım, imkânsızın farkında olmadığım yıllar."

Üç tarz-ı hakikat ve biz
BİZ
''Belki de biricik mesele bu. Dünyanın bizimle birlikte kurulduğunu zannedip, kendimiz için sonsuz bir yaşam hayal etmek... Bu yüzden, bu kadar kalınlaştı derimiz. Bu yüzden dipsiz bir kuyuya dönmüş içimiz...''

Ölülerini unutanların ülkesi
BAHAR
"Eskiden el yazması kitapların içine "ya hafız,ya kebikeç" yazılırmış. Bu duanın, kitabı haşarattan, nemden ya da yangından koruduğuna inanılırmış. Ve yine rivayet olur ki bu yazının mürekkebi böcekler için zehirli olan düğünçiçeği bitkisinin suyundan yapılırmış. Özel bir mürekkeple yazılan bir tür muska yani: "koruyan, esirgeyen kebikeç" anlamında..."

Yaralarım nedendir?
"Bazı şeyler insana geri dönülmez yollar çizer. Bir sarsıntı, bir kırılma olur hayatınızda ve sonra hiçbir şey eskisi gibi olmaz."

"Yaşadıklarınızdan kan ter içinde kalırsınız. Ama bir şeye hâlâ inanırsınız nedense. Bu dünyada hâlâ rüzgârlar esiyor ve onlar sizin terinizi kuruturlar. Mutlaka kuruturlar..."

Arkadaşlara söyle, ölmeyi öğrendim
"Sonrası, litost. 2008'e kadar yaşadıklarımı düşündüğümde çoğu zaman çaresiz kalırdım anlatmak için, ta ki "litost"kelimesine rastlayıncaya kadar. Çekce bir kelime. Yalnızlık, hüzün, öfke, hayal kırıklığı,utanma, çaresizlik, isyan ve daha bir çoğu. Hepsini kapsayan bir kelime. Derin bir iç çekiş yani."

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...