Fareler ve İnsanlar / Of Mice and Men


Yazar: John Steinbeck
Çeviri: Ayşe Ece
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 1937/ Basım: 2012
Yayınevi: Sel Yayıncılık

Yıllar önce okuduğumda ne konusuna ne de verdiği mesaja dikkat etmiştim.Ve hatta, ne okuduğum kitabın sayfa sayısı ne de kapağı aklımda yer etmiş; çocuktum.
Yıllar sonra büyük bi' hevesle okurken arkadaşım Nihan Sarı, ''500 küsur sayfalık romanı micro-nano ölçülere çekmişler'' benzeri bi' yorum yapınca üzüldüm. Sonra okuyup bitirdiğimde -ki, tek oturuşta okudum- 500 sayfa da olsa, şu andaki gibi 126 sayfa da olsa aynı mesajı verip aynı hissi yaşatacağını düşündüm samimi olmak gerekirse.
George ve Lennie ile aynı mekanda oturdum, aynı masada oturdum, yaşanan olaylara şahit oldum. Oradaydım; kokuları bile duydum.
Benim gibi, başınızı bile kaldırmadan okuyup bitirmeniz dileğimle.

Arka Kapak Yazısı:
''Pulitzer ve Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan John Steinbeck'in çağımızın toplumsal ve insani meselelerini ustalıkla resmettiği eserleri modern dünya edebiyatının başyapıtları arasında yer alır. Steinbeck romanlarında yalın ve keskin bir gerçeklik sunarken yine de her seferinde çarpıcı bir öykü ile çıkar okurunun karşısına. Tarihin bir kesitindeki dramı insani ayrıntıları kaçırmadan sergilerken, "tozpembe olmayan gerçekçi bir umudun" türküsünü dillendirir. Bu nedenle eserleri edebi değerleri kadar güncelliklerini de hiç yitirmemiştir.

Fareler ve İnsanlar, birbirine zıt karakterdeki iki mevsimlik tarım işçisinin, zeki George Milton ve onun güçlü kuvvetli ama akli dengesi bozuk yoldaşı Lennie Small'un öyküsünü anlatır. Küçük bir toprak satın alıp insanca bir hayat yaşamanın hayalini kuran bu ikilinin öyküsünde dostluk ve dayanışma duygusu önemli bir yer tutar. Steinbeck insanın insanla ilişkisini anlatmakla kalmaz, insanın doğayla ve toplumla kurduğu ilişkileri de konu eder bu destansı romanında. Kitabın ismine ilham veren Robert Burns şiirindeki gibi; "En iyi planları farelerin ve insanların / Sıkça ters gider..."

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Bir şeyi bir türlü anlayamıyorum ben. Şimdi farz et ki Curley iriyarı birinin üstüne atlayıp onu yendi boksta. Herkes Curley'in ne kadar iyi bir dövüşçü olduğunu söyleyecektir. Şimdi bir de tersini düşün, diyelim ki iriyarı biriyle dövüştü ve yenildi. İşte o zaman da herkes iriyarı adamın kendi sıkletinde biriyle dövüşmesi gerektiğini söyler, hatta belki de toplanıp her beraber ona saldırır. Hiç adil değil. Her durumda kazanan hep Curley oluyor.''

''İnsanın yüreğinin iyi olması için akla ihtiyacı yoktur. Bana zaten bu ikisi birlikte pek olmuyor gibi geliyor. Gerçekten akıllı bir adama bakıyorsun, hiç de iyi biri olmadığını görüyorsun.''

''Ben kötü adamı bir kilometre öteden tanırım.''

''Meyve ağaçlarındaki meyvelerimiz olgunlaştı mı hemen konserve yaparız. Domateslerden de konserve yapabiliriz, domates konservesi yapmak kolaydır da. Her Pazar ya bir tavuk ya da bir tavşan keser yeriz. Bir keçi bir de inek besleriz belki, neden olmasın? Öyle kalın bir kaymak yaparız ki sütümüzden bıçakla kesip kaşıkla yemek zorunda kalırız.''

''Ve işte o toprak bizim toprağımız olacak. Kimse kovamayacak oradan bizi. Sevmediğimiz biri gelirse 'Defol git buradan' diyeceğiz, o da çekip gitmek zorunda kalacak. Bir arkadaşımız geldiğinde de 'Kalsana bu gece burada' diyeceğiz ve ona fazladan koyduğumuz yatağı vereceğiz, o da bizimle birlikte kalacak o gece. Bir av köpeğimiz bir kaç da tekir kedimiz olacak, tabii sen kedilere göz kulak olacaksın ki yavru tavşanları haklamasınlar.''

''İnlemeyi andıran bir sesle devam etti: ''İnsan yanında biri olmazsa delirir. Kim olduğu hiç önemli değildir, yeter ki yanında olsun.'' Ağlamaya başladı. ''Sana bir şey diyeyim mi? İnsan çok uzun süre yalnız kaldı mı hastalanır, yalnızlıktan hastalanır.''

''Kimi zaman olan o tuhaf şey yine oldu: Bir an her şey durdu, sadece o uzun süren durgunluk yaşandı. Sesler durdu, hareketlerin çoğu da kesildi ve bu durgunluk bir andan çok daha fazla, uzunca bir süre boyunca asılı kaldı havada.
Sonra her şey yavaş yavaş uyanmaya başladı yeniden, zaman ağır ağır geçmeye başladı yine.''

Keyifli okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Olduğu Kadar Güzeldik


Yazar: Mahir Ünsal Eriş
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2013
Yayınevi: İletişim Yayınları

Sevgili Leylak Dalı'mın hediyesi kitabım...
Kapak fotoğrafının aile albümünden alındığını not düşmüş ve benim için yazmış-imzalamış, daha ne olsun? :)
Teşekkür ederim Leylak'ım :)

Mahir Ünsal Eriş öykülerini seviyorum. Çocukluğumu yaşadığım coğrafyada, ilk gençliğimi yaşadığım şehirlerde geçen öyküler olduğu için bir çoğu belki de...
İlk kitabı Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde...'de yer alan öykülerinden daha çok sevdim bu kitapta yer alan öykülerini. O kitabını da beğenmiş olduğumu göz önünde bulundurunca şu anlamı çıkarttım; benim için, ''her yeni kitabı bi' öncekinden güzel olan yazar'' olma yolunda ilerliyor, Mahir Ünsal Eriş.
Bazı öyküler gözlerimi doldurdu, bazıları kahkahalar attırdı, bazıları da her ikisini aynı anda yapmamı sağladı; ''benim adım Feridun'' da olduğu gibi.

Hanimiş: ''Olduğu kadar güzeldik'' Yıldız Tilbe'den alıntıymış.

Arka Kapak Yazısı:
''Meydandaki çay bahçelerinden birine oturmak geldi içimden sonra. Çünkü Erdek bir kitap olsaydı, bu çay bahçeleri ilk cümlesi olurdu onun. Gelindi mi oturulmalıydı. Bir çay, birkaç sigarayla, kıyıda kayığında ağ onaran, çapari kösteği hazırlayan balıkçıları seyretmek, bir tost isteyip, bacaklarıma sırnaşan kedilere atmak, yakın masalarda konuşulanları dinlemek, birini bekliyormuş gibi ikide bir saate bakmak iyi gelebilirdi. Gelmeliydi en azından.

Yine yaz akşamları. Yaralı tekneler, küflü sesler. Erdek’te çay bahçeleri, bıkkın orkestra, tatsız garsonlar. Ezine, Susurluk, Bandırma, burası Ankara, orası Samsun! Yalandan bayılanlar, bilmezden gelinenler, kaybolan dayılar… Uykusunda ağlayan adamlar, pişmanlar, yorgunlar. Para için mırın kırın, laf dokunduran konuşmalar. Nerede bu Türkan Şoray?

Mahir Ünsal Eriş, sokaktan gelen gürültüyü, bangır bangır Yıldız Tilbe dinleyen evleri resmediyor. Bi gevezeleşip bi susanları, “iyi olalım be ne olur” diyenleri, helallik isteyenleri anlatıyor.

Olduğu Kadar Güzeldik, gazoza doğru çocuklaşan hikâyelerle çağlıyor, zamana dokunuyor. Eriş, hüzünlü mağlupların iyimser yazarı olmaya devam ediyor.''

Altını Çizdiğim Cümleler:
sen o zaman parasız yatılıdaydın
''Abimle teyzem gelmişlerdi yanına. Seni evci çıkarıp Alsancak'ta bir otele götürmüşlerdi hani. Orada anlatmışlar bunları sana. ''Mahvoldum ben. Bittim. Babasız, sahipsiz, kimsesiz, zavallı bir kız oldum ben,'' diye yazmıştın bana, sanki ben de aynısından olmamışım gibi.''

benim adım Feridun
''Yaşa, işe, güce, itibara en ufak hürmeti olmayan bu acıya aşk acısı diyorlar. Kim olursan ol, seni saklandığın yerde er ya da geç buluyor, gelip göğüs kafesini ateşle sıvazlıyor ve sen içeride kapkara kurum tutuyorsun. Ağzını açsan, alevler püskürüverecekmişsin gibi, ciğerlerine damla damla kurşun eritiyorlarmış gibi. Kolay kolay geçmiyor, geçtiğinde de sen geçmiş olduğunu bile fark etmiyorsun. Yağmurlu havalarda sızlayan eski bir kırık gibi sızlayıp duruyor, kendini hatırlatıyor.''

''Bir de yalnızlık var, onu da hesaba katmak lazım. İlk başta onsuzluk sanıyorsun bunu ama değil, basbayağı yalnızlık işte. Aynalarda kendini görmekten sıkılacak kadar yalnızlık, yatağa yattığında kendi kokunu duymaktan öğürecek kadar... Kimseyi istemiyorsun yanında, ama durup durup da yalnızlıktan şikâyet edesin geliyor. Bir şeyden şikâyet edebilmek için bile insan lazım.''

''Tıraş olmak ne garip şey, her seferinde altından gençliğin çıkacakmış gibi kendi yüzünü kazıyorsun, fakat yine, biraz daha yaşlanmış halin kalıyor eline. Aynadan bakıyor sana öyle geçkin, yorgun.''

''Sevilirken, kendimize, sevdirmeye çalıştığımız zamanlardaki kadar bakmıyoruz çünkü hiç. Biri gelip bizi tezgâhtan alana kadar, bir manavın önlüğüne süre süre parlattığı elmalar gibi cilalayıp duruyoruz kendimizi. İlk ısırıktan sonra, ısırılan yerlerimizden kararmaya başlıyoruz ama.''

''Demek ki insan, yaşıyorsa nasıl olsa iz bırakıyor, bir zeytincinin paslanmış tabelasında bile olsa. İlla birilerinin kalbini dağlamanın lüzumu yok iz bırakmak için.''

''Bütün bu olandan bitenden, bütün yaşadıklarımızdan, yaptıklarımızdan, biriktirdiklerimizden, gördüklerimizden sonra illa ki ölecek olmak hakikati içimi burdu. Ölmek olmasa yaşamak ne güzeldi. Oysa insanlar sırf bir gün öleceklerini bildikleri için bu kadar çok seviyorlar yaşamayı. Ondan neşelenip duruyorlardı böyle her vesileyle, toplanıp.''

''Yaz akşamlarının insana yaşadığını hissettiren bir tadı var hakikaten de. Büyülü ve ölümsüz olmamaya içerleten bir tat''

işe çıkılacak gün
''Umut çok garip bir şey, insanı olduğundan daha aptal etmeye yetiyor.''

kanatlarımız olsa be Metin
''Adına yaşamak dediği, yıllar süren bir intiharın sonuna gelmişti demek. Daha fazla uzamasına dayanamamıştı.''

malibu
''Yürümeyi de, koşmayı da, düşmeyi de burda öğrendim. Ama kalkmayı öğrenmek için Bandırma'dan ayrılmam gerekti. Ananın babanın kucağındayken öyle tepe taklak düşülemiyordu çünkü.''

''Şehirlerarasında bunca kaza belki de hep bundan oluyor. Üzerinde dikkatle aynı hattı korumaya çalıştığın dev çizgiyi takip etmek o kadar sıkıcı ki, insan sıkıntısını bir şeyler düşünerek geçirmeyi seçiyor. Sonra da o daldığı yerlerde öyle derinlere iniyor ki gerçek dünyaya dönemeden başka bir dünyaya geçiveriyor.''

stoper
''Hayat, kendini öyle bir gelip senin karşına koyuyor ki, hayallerini, umutlarını, çocukluğundan, gençliğinden beri kurduklarını yutturuveriyor sana.''

''Göz göze gelmemeye çalışarak uzaklaşıyor yanlarından, hayat da öyle geçip gitmiyor mu, biz güzel şeyler yapmaya .alışırken, tam da en güzel şeyler oluverecekmiş gibiyken. Öyleyse yaşamak, hayata karşılık hayallerden vazgeçtiğimiz bir kaybetme biçimidir.''

Keyifli okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Üstat ile Margarita / Ма́стер и Маргари́та / The Master and Margarita


Yazar: Mihail Afanasyeviç Bulgakov
Çeviri: Sabri Gürses
Orijinal Dili: Rusça
Basım Yılı: 1967/ Türkçe Basım: 2012
Yayınevi: Everest Yayınları

Manevi kızkardeşim - Sedef'e teşekkürü borç bilirim :)
Sedef'in enfes bi' okuma zevki var. İnce eler sık dokur, çok okur ama az beğenir. Bilirim ki onun beğendiğini ben de beğeneceğim... ''Abla, ben çok beğendim, sen de okumalısın hemen yolluyorum.'' dediğinde de içim rahattı, kitabı seveceğimi daha bana ulaşmadan biliyordum :)

Romanın 1929-1940 yılları arasında yazıldığını okuyunca yazara şapka çıkarmak istedim.
Enfes yazmış. Toplumun geldiği noktayı -ki 1930'lu yıllarda o noktada idiyse şu anda ne kadar daha dibe vurmuştur..? bunu düşünmek istemiyorum- fantastik kurgu üzerinden öyle güzel anlatmış, öyle güzel eleştirmiş ki: Bravo!
Dümdüz okunmuyor, bölümden bölüme yer-mekan-zaman değişikliği yaparak aklınızı zorluyor. Hikayeyi diri tutuyor, anlatım çok akıcı. Burada çevirmenin başarısını gözardı etmek haksızlık olur. Sabri Gürses muhteşem bi' çeviri yapmış. Bu işin okulunu okumuş, çevirilerinin başarısı ödüllendirilmiş bi' çevirmen. Romanı okurken sanki yüz yıl öncesinin değil, bugünün Moskova'sında geçtiğini düşünüyorsunuz olayların. Bu hissi verebilmek kolay olmasa gerek...
Romanın öyküsünü okuduğumda şaşırdım. On bir yılda yazdığı bu romanın basılması için bi' kez girişimde bulunmuş Bulgakov. Dönemin baskı rejiminin etkisiyle reddedilince bi' daha uğraşmamış. Uğraşmaya zaman da bulamamış zaten, kısa süre sonra hayata gözlerini yummuş. Roman, yazarın ölümünden onlarca yıl sonra basılmış.
Okurken Rusça isimleri aklımda tutmakta zorluk yaşadım sadece...
Kedileri zaten severdim ama kara kedileri ayrı bir sever oldum :) Dilime, ''Şeytan bilir!'' ve ''Şeytan alsın onu!'' deyişlerini de yerleştirdim, bu roman sayesinde.
Altını çizdiğim cümleleri paylaşayım, okuyup okumama kararı her zaman olduğu gibi size kalsın.

Arka Kapak Yazısı:
''Şeytan bir gün, aralarında kocaman bir siyah kedi ile çırılçıplak bir cadının da bulunduğu yardımcılarının eşliğinde Moskova'ya iner. Moskovalıları gözlemleyecek, insanlığın değişip değişmediğini anlayacaktır. Kullanıldıktan sonra şampanya etiketlerine dönüşen banknotlar dağıttıktan, çeşitli insanlara ne zaman ve nasıl öleceklerini bildirdikten, ihtişamlı bir de balo verdikten sonra ayrıldığındaysa, ardında tıka basa dolu akıl hastaneleri ile şehri ele geçiren düzensizlik karşısında ne yapacağını şaşırmış yetkililer bırakır. Şeytan'ın cazibesine kapılmayanlarsa sadece hayatını gerçeğe adamış olan Üstat ile hayatını Üstat'a adamış olan Margarita'dır.

"Gel peşimden, ey okur! Kim söyledi sana yeryüzünde gerçek, sadık, sonsuz aşk olmadığını? O yalancının iğrenç dilini kessinler!" diyor anlatıcı Üstat ile Margarita'da. "Gel peşimden, ey okurum ve sadece benim peşimden gel, ben sana böyle bir aşk göstereceğim!"

20. yüzyılın en önemli yazarlarından Mihail Bulgakov, gerçekten de aşkı, büyüyü, inancın gücünü, en önemlisi de gerçeği seriyor okurun gözlerinin önüne. Başyapıtı Üstat ile Margarita, şimdi ilk defa özgün dilinden yapılan çeviriyle Türkçe okurlarını da bu tüyler ürpertici yolculuğa katılmaya çağırıyor.''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Bence de yazık!'' diye onayladı tanımadıkları adam ışıldayan gözleriyle ve devam etti: ''Ama sizin sorunuz beni huzursuz etti: Eğer Tanrı yoksa, sorarım size, insanları ve yeryüzündeki bütün düzeni kim yönetiyor?''
''İnsan yönetiyor,'' dedi hemen, bu, itiraf edelim ki pek de anlaşılır bir yanı olmayan soruya öfkelenen evsiz.
''Pardon,'' dedi tanımadıkları adam adam kibarca, ''bunun için, yani yönetmek için , öyle ya da böyle, kısacık bile olsa belli bir süre için kedin bir plana sahip olmak gerekir. İzninizle size sorayım, gülünç derecede kısa bir süre için, sözgelimi bin yıl için plan  yapmak bir yana, kendisinin yarınını bile güvenceye alamayan insan yeryüzünü nasıl yönetebilir? Diğer yandan, aslında,'' bu sırada tanımadıkları adam Berlioz'a dönmüştü, ''Düşünün ki sözgelimi siz yönetmeye, kendinizi ve başkalarını düzene sokmaya başladınız, hatta, deyim yerindeyse bundan haz almaya bile başladınız, ama birdenbire... He he... Küçük bir kanser...'' kedi gibi sırıtarak ünlü uyumundan yoksun bu sözcüğü tekrarladı, ''kanser ve işte sizin yönetiminiz sona erdi' Kendi kaderinizden başka hiçbir kader ilgilendirmez artık sizi. Akrabalarınız yalan söylemeye başlar, siz, tatsız bazı kokular alarak uzman doktorlara koşarsınız, sonra şarlatanlara, hatta falcılara bile koşarsınız. Hiçbirinin bir anlam taşımadığını bizzat anlarsınız. Ve bütün her şey trajik şekilde sona erer: Bir şeyleri yönettiğini sanan kişi, bir bakarsınız birdenbire tahta bir tabut içinde kıpırtısız yatıyor; öylece yatan kişinin bir yararı olmadığını anlayan çevresindekiler de onu sobada yakıp kurtulurlar.''

''Evet, insan ölümlü, ama bu sorunun sadece yarısı. Asıl kötü olan şey, insanın genellikle aniden ölmesi, işte asıl mesele bu! İnsan özünde bu akşam ne yapacağını bile söyleyemez.''

''Romanı elime alıp karıştım hayata ve böylece hayatım sona erdi,'' diye fısıldadı Üstat, sonra da başını eğdi; uzun zaman sallandı üzerinde üzerinde sarı ''Ü'' harfi olan kederli kara bere.''

''Aslında genel olarak içinde, sandığında bir sürprizi olmayan insan ilgi çekmez.''

''Masamın çekmecesinden romanın ağır elyazmasını ve karalama defterlerini çıkarıp sobada yakmaya başladım. Çok zordu bunu yapmak, çünkü yazılı kâğıt isteksizce yanar.
''Tırnaklarımı kıra kıra defterleri parçaladım, diklemesine odunların arasına sokuşturup demirle sayfaları buruşturdum. Zaman zaman küller uçtu üzerime, alev dumanlandı, ama onlarla mücadele ettim ve inatla direnen roman yine de yenik düştü. Tanıdık sözcükler yanıyordu karşımda, sayfalarda aşağıdan yukarıya dizginsizce tırmanıyordu sarı, ama sözcükler yine de tutunuyordu üzerine. Ancak kâğıt karardığı zaman kayboluyorlardı ve ben demir maşayı öfkeyle sallayarak dağıtıyordum onları.''

''İnanıyorum! Bu gözler yalan söylemiyor. Size kaç kere asıl hatanın insan gözünün önemini hafife almak olduğunu söylemiştim. Şunu anlayın, dil gerçeği saklayabilir, gözler asla! Size ani bir soru sorarlar, gözünüzü kırpmazsınız bile; bir saniyede kendinize hâkim olur ve gerçeği gizlemek için ne söylemek gerekiyorsa bilirsiniz ve çok inandırıcı bir şekilde konuşursunuz, yüzünüzde tek bir kırışıklık bile olmaz, ama heyhat, ruhun derinliklerinden gelen gerçek bir anda gözlerde yanıp söner ve işte her şey tamam. Onu görürler, yakalanırsınız!''

Burada kitaptaki çok ilginç bir bölüm dikkatimi çekti
''Onluk falan yok artık. Dün akşam şu (yayımlanması imkânsız sözler) Varyete'de itoğlu itin teki 10 rubleliklerle (yayımlanması imkânsız sözler) bir hipnoz gösterisi yapmış''
Sansür artık ''yayımlanması imkânsız sözler'' olarak mı geçiyor kitaplara? Yoksa bizim hayal gücümüze mi bırakıyorlar bu kısımları doldurmayı?

''İnanıyorum! Bir şeyler olacak! Olmasa olmaz, çünkü gerçekten de, yaşam boyu sürecek bir işkence niye gönderilmiş olsun bana? Yalan söylediğimi, kandırdığımı ve başkalarından gizli saklı bir hayat sürdüğümü biliyorum, ama yine de bunun cezası bu kadar ağır olamaz. Bir şeyler olacak, hemen, çünkü herhangi bir şeyin sonsuza dek sürmesi imkânsız. Ayrıca, rüyam kehanet gibiydi, yemin ederim buna.''

''Benim yaşadığım dram şu, sevmediğim biriyle yaşıyorum, ama onun yaşamını mahvetmeyi de uygun bulmuyorum. Ondan iyilikten başka bir şey görmedim asla...''

''Yazar mısınız?'' diye sordu kadın.
''Kuşkusuz,'' dedi emin bir şekilde Korovyev.
''Belgeleriniz?'' diye tekrarladı kadın.
''Tatlım...'' diye kibarca başladı Korovyev.
''Ben tatlı değilim,'' diye sözünü kesti kadın.
''Ah, çok yazık,'' dedi hayal kırıklığıyla Korovyev ve devam etti:
''Peki, eğer tatlı olmak istemiyorsanız, ki bu çok hoş olurdu, olmayınız. Fakat şimdi Dostoyevski'nin yazar olduğuna inanmak için, gerçekten de ondan belge istemek gerekir mi? Onun herhangi bir romanınından herhangi bir beş sayfa alıp bakarsanız, karşınızda bir yazar olduğunu tartışmasız bir şekilde anlarsınız. Benim tahminimce, onun da herhangi bir belgesi olmamıştır iç! Sen ne dersin?'' diyerek Behemot'a döndü Korovyev.
''Bahse girerim ki yoktu belgesi,'' dedi Behemot gaz ocağını masaya, kitabın yanına koyup eliyle alnındaki teri silerken.
''Dostoyevski değilsiniz siz,'' dedi Korovyev'in sözleriyle sersemleyen kadın.
''Ama bunu kim bilebilir, kim bilebilir,'' dedi Korovyev.
''Dostoyevski öldü,'' dedi kadın, ama pek de kesin konuşmuyordu.
''Bunu asla kabul edemem,'' diye bağırdı Behemot. ''Dostoyevski ölümsüzdür!''
''Rica ederim, bu yaptığınız gülünç bir şey,'' diye inat etti Korovyev. ''Hiçbir belge tanıtamaz yazarı, sadece yazdıkları tanıtır! Benim kafamın içinde ne gibi tasarıların kaynaştığını siz nasıl bileceksiniz?''

''Öyle bir konuşuyorsun ki sanki gölgeleri de, kötülüğü de kabul etmiyormuşsun gibi. Bir iyilik yapıp da şu soruyu bir düşün: Eğer kötülük olmasaydı ne yapardı senin iyiliğin, üstelik gölgeler kaybolsaydı nasıl görünürdü yeryüzü? ''

Keyifli okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella Marka
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...