İçerdeki Kedi* / The Cat Inside


Yazar: William S. Burroughs
Çeviri: Ahmet Ergenç
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 1986/ Türkçe Basım: 2012
Yayınevi: Sel Yayıncılık

''Kafası enteresan şekilde çalışan ama çok tembel bir yazar ile karşı karşıya olmanın sıkıntısı'' diye açıklayacağım yaşayacağım duyguyu.
Deneme türü bi' kitap. Her sayfada 5-10 cümlelik denemeler var, bazen de 2-3.
Yazar denemiş ama yeterince iyi denememiş ki; olmamış.
Eminim ki istese âlâsını yazar ama sanki mecburiyetten, zorlama, nasıl desem...sadece para kazanmak için özensizce yazılmış bi' kitap gibi duruyor.
Genelde altını çizdiğim cümleleri veririm, ''Kitabı alın-almayın, okuyun-okumayın'' şeklinde bir tavsiye vermekten mümkün olduğunca uzak kalmaya çalışırım. Okuyunca -1 saatte bitirmiş olsam bile- zaman ve para kaybetmiş hissediyorsam kendimi, bunu sizinle paylaşmamak haksızlık olur.
Bana ilginç sayılabilecek bi' kaç bilgi dışında hiçbir şey katmadı.
Özellikle kitap ismi benim gibi kedileri sevenlere yem. Ben yuttum bu yemi, siz ister yutun-ister yutmayın.
Altını çizdiğim cümleler kısmında kitabı satın alırsanız bulacağınız o ilginç bilgiler zaten mevcut. Başka da altı çizilecek tek bi' cümle yoktu zaten kitapta.
Nokta.

Arka Kapak Yazısı:
''Karşıkültürün diğer temsilcileri için bile sıra dışı sayılabilecek deneyimleri ve tuhaf zekasıyla Beat Kuşağının öncülerinden William S. Burroughs’un son demleri ve kedileri: Ruski, Smokey, Fletch, Calico Jane... Hayatının son on altı yılını kedileriyle Kansas’ta geçiren Burroughs, bu dönemde kedilerini ruhani birer dost olarak görmeye başlamış ve kendisi üzerindeki etkilerini her fırsatta vurgulamıştı: “Kedilerimle aramdaki ilişki beni ölümcül ve her şeye nüfuz eden bir cehaletten kurtardı.”

İçerdeki Kedi, Burroughs’un kedi güzellemelerini, rüyalarını ve gördüğü yarı halüsinatif hayalleri bir araya getirdiği pasajlarıyla Burroughsseverler için olduğu kadar kediseverler için de farklı bir tecrübe olacak alternatif bir günlük.

“Bu kitap; yazarın hayatının, kendisine kedilerin oynadığı bir sessiz sinema olarak sunulduğu bir alegoridir. Kedilerin birer kukla olduğunu söylemiyorum. Hiç de öyle değiller. Yaşayan, nefes alıp veren canlılar onlar ve insan ne zaman başka bir varlığa temas etse üzülüyor: Çünkü sınırları, acıyı, korkuyu ve nihayetinde de ölümü görüyor. Temasın anlamı budur işte. Bir kediye dokunduğumda bunu görüyor ve gözlerimden yaşlar aktığını fark ediyorum.”

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Kedilerin birer ruhsal refakatçi, birer Dost olarak ortaya çıktıklarını ve bu işlevden hiç şaşmadıklarını düşünüyorum.''

''Kediler hizmet sunmazlar. Kendilerini sunarlar. Elbette bakım ve barınak isterler. Sevgiyi de karşılıksız alamazsınız. Bütün saf yaratıklar gibi, kediler de işlerini bilirler.''

''Brion Gysin'in dediği gibi: ''İnsan kötü bir hayvandır!''

''Kedi kavgasında saldırgan tarafın kavgayı neredeyse her zaman kazandığını gözlemledim. Eğer bir kedi kavgada feci duruma düşerse kaçmakta tereddüt etmez, köpek ise aptal gibi ölene dek mücadele der. Yaşlı jiujitsu hocamın söylediği gibi, ''Eğer numaraların işe yaramazsa, kaç.''

''Beyaz kedi kıyı köşeye nüfuz edip, ertesi gün için gökyüzünü temizleyen gümüşi ayı simgeliyor. Beyaz kedi, Sanskritçede ''izleri takip eden avcı, araştırıcı ya da izsürücü'' anlamına gelen Margaras kelimesiyle ifade edilen ''temizleyici'' ya da ''kendini temizleyen hayvan''dır. Bu acımasız ama şefkatli ışık, bütün karanlık, gizli yerleri ve varlıkları açığa çıkarır. Beyaz kedinizi şöyle bir silkeleyip atamazsınız çünkü beyaz kedi sizsiniz. Beyaz kedinizden saklanamazsınız çünkü o da sizinle birlikte saklanır.''

''SS subaylarının üst kademelere çıkmaları için uygulanan Nazi kabul törenlerinden biri de, bir ay boyunca besleyip baktıkları bir kedinin gözünü çıkarmakmış. Bu uygulama merhamet zehrinin kökünü kurutmak ve eksiksiz bir Übermensch yaratmak üzere tasarlanmış. Burada çok sağlam bir sihirli varsayım söz konusu: Mevzu bahis kişi vahşi, iğrenç, insan-altı bir eylemde bulunarak üstinsan statüsüne ulaşıyor. Fas'ta büyücüler kendi dışkılarını yiyerek güç kazanırlar.''

''Eski Mısırlılar kedilerini kaybettiklerinde yas tutar ve kaşlarını tıraş ederlermiş. Bir kediyi kaybetmek neden başka birini kaybetmek kadar dokunaklı ve yürek parçalayıcı olmasın ki? Küçük ölümler ölülerin en üzücüsüdür, maymunların ölümü kadar üzücüdür.''

''Bütün ilişkiler bir değiş, tokuşa dayanır ve her hizmetin bir bedeli vardır. Bir kedi, şu anda Ruski'nin hissettiği gibi yerini sağlama aldığını hissettiğinde, daha az gösterişçi olur ki olması gereken de budur.''

''Hiç kimsenin tamamen dürüst bir otobiyografi yazabileceğini sanmıyorum. Eminim hiç kimse böyle bir şeyi okumaya katlanamazdı: Geçmişim Şeytani Bir Nehirdi.''

''İnsanların çoğu hiç mi hiç sevimli değildir ya da sevimlilerse de sevimliliklerini çabuk geride bırakırlar...Zerafet, nezaket, incelik ve kendinin farkında olmama hali: Sevimli olduğunun farkında olan bir varlık çok geçmeden sevimsizleşir...Bir de küçük ölçütler önemli: Leopar sevimli olmak için fazlasıyla büyük ve tehlikelidir...Bir masumiyet ve güven de olmalı.''

''Köpek, İnsan dışında doğruyu ve yanlışı bilen yegâne hayvandır. Bu yüzden Pofuduk, korkuyla sindiği yatağın altından hafiften inildeyerek çekilip çıkarıldığında başına gelecekleri bilir. Ne büyük günah işlediğinin farkındadır. Başka hiçbir hayvan aradaki bağlantıyı kuramazdı. Kendi haklılığına aşırı inanan tek hayvan köpektir.''

''Kedi nefreti çirkin, aptal, hoyrat, yobaz bir ruhun yansımasıdır. Bu Çirkin Ruh'la uzlaşmak imkansızdır.''

''Bir kediyi sevmek için en uygun an yemek yediği andır. Köpekler içinse öyle değildir. Uyuyan bir kediyi sevmek iyidir. Uykusunda gerinir ve mırıldanır. Uyuyan köpeklere sakın dokunmayın''

''İnsanlar ve hayvanlar bedenen gitmeden önce ruhen gidebiliyorlar.''

Keyifli okumalar.

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Beni Susturabilecek Tek Şey...


Yazar: Emine Ülker Tarhan (Söyleşiyi yapan Emrah Akkurt)
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: Mart 2014
Yayınevi: Ka Kitap

Emine Ülker Tarhan, hukukçu kimliğini, haklar ve özgürlükler için verdiği mücadeleyi beğenerek takip ettiğim bir milletvekili oldu bu kitabı okuyana dek...
Kitap basılır basılmaz satın alınacak kitaplar listeme ekledim ve sevgili arkadaşım realfiesta bu kitabı bana doğum günü ve de yeni ev hediyesi olarak gönderdi.
(Bi' kez daha teşekkür ederim arkadaşım!)
En nihayet kitabı okumaya başladım ve daha ilk 20 sayfada belki sizlere çok normal gelecek ama bana hiç de hoş gelmeyen bir anlatım tarzıyla karşılaştım.
Bu bi' söyleşi, Emine Ülker Tarhan soruları cevaplamış sadece. Çok doğru, çok haklı, çok yalın tespitler yapmış, bu şaşırtmadı zaten. Şaşırtan nokta, hemen her cümlenin BEN, BEN, BENCE, BEN DE, BENİM, BANA, BEN, BEN BEN...diye başlaması idi.
Bütüne baktığınızda -maalesef- ben, ben, yine ben! görüyorsunuz. Hayal kırıklıklarımın parçaları canımı yaktı...
Evet, bi' çok gerçeğin altını kalın uçlu kalemle çizer gibi çizmiş, evet, kesinlikle çok güzel noktalardan yakalamış ve çok sade cümlelerle içinde bulunduğumuz Türkiye gerçeğini gözler önüne sermiş. Bunu yaparken de kendisini bilgin, düşünür, farkındalık düzeyi yüksek, hukuk bilirkişisi, son sözü söyleyecek kişi ilan etmiş.
Kimse ''Emine Ülker Tarhan bilmeden konuşuyor,'' diyemez, ''Ne konuştuğunu bilmiyor'' da diyemez. O konuşuyorsa hepimiz dinliyoruz ama bunun kişinin bizzat kendisi tarafından söyleşi boyunca yinelenmesi hiç şık olmamış. Şu an gözümdeki Tarhan, çok bilgili, çok donanımlı ama bu bilgi, donanım, farkındalık ve kendisine duyulan güvenden güç alarak, kendinde ''Ben bilirim, ben!'' deme hakkı gören Tarhan...
''Biz biliriz, biiiz!'' diyenlerden farkı kalsın isterim.

Bu, ''BEN, BEN, YİNE BEN'' söyleminin beni rahatsız ettiğini söylediğimde, çok sevdiğim bi' kız arkadaşımın kurduğu tek cümle beni daha çok düşünmeye zorladı: ''Elitist CeHaPe zihniyeti işte.''

Altını çizdiğim cümleler kısmına baktığınız da -ki, en az BEN'li cümleleri buraya taşımaya çalıştım- ne demek istediğimi çok iyi anlayacağınıza eminim.

Bi' de, ''hiçbir'' birleşik ''her şey'' ayrı yazılır benim bildiğim. Okurken o kadar çok yazım hatası yakaladım ki...

Arka Kapak Yazısı:
''Ortak bir payda olmak ve orada buluşmak hiç kolay değil. Hele 1980 öncesi iç savaş deneyimini yaşamış, arkasından 12 Eylül üzerinden silindir gibi geçmiş, ardından terörle boğuşmuş, çok büyük kayıplar vermiş, hemen ardından Erdoğan'ın eline düşmüş bir toplumun art arda gelen bu darbelerin etkisinden kurtulması kolay değil ama her felaketin de bir sonu vardır.

Gücümüzü unutmamalıyız. Kurtuluşu, kuruluşu, yokluklardan kurulmuş o genç temiz Cumhuriyeti unutmamalıyız. Yenilecek miyiz değerlerimizi kemirenlere? Hayır. Vazgeçmek yok, yenilmek yasak. Ben de sizler gibi inançları için postunu ortaya koyanlardanım. Kaldı ki, bunu yapabilecek yeteneğimiz var. Tek eksiğimiz umut bugünlerde galiba….

Bir düşünür "Eğer sessizlikten daha değerliyse sözcüklerinizi kullanın, yoksa susun" diyor. Doğrusu bence de bu. Ne zaman konuşmaya hazır hissettimse o zaman konuştum hep.''

Altını Çizdiğim Cümleler:
ÖNSÖZ
''Eleştirmenler ve/veya önsöz yazarları, çoğu kez hadlerini aşarak, ''elinizde tuttuğunuz bu kitap,'' türü cümlelerle başlayarak, okudukları kitabı anladıklarını okura açıklamaya çalışmaktadırlar. Onların asıl hedefi, kitabın kendilerinde bıraktığı izlenimi dışa vurmaktan çok, sizin kitaptan ne anlamanız gerektiğini söylemektir. Böylelikle kendilerini kitaptan, yazardan ve okuyucudan soyutlayıp, bir üst kata, Tanrı katına koyarlar.''

''Bir solukta okuyacağınız, bitmesin diye yudumlayacağınız bir kitap'' türünden cümleleri çok satan kitapların arka kapaklarında ya da önsözlerinde bolca bulursunuz. Ucuz ve niteliksiz abartmalardır bunlar ve genellikle de doğru çıkmaz.''
A. Mümtaz İdil

KİTAP
''Kitapları koyacak yer kalmayınca kutulara koyardık, manidardır ayakkabı kutuları gibi kutular. Kutular dolusu kitap vardı evimizde. Babam 12 Eylül Darbesi sonrası bize zarar gelmesin diye o masum kitapları balkonda tek tek yaktı. Baba yüreği işte. Çünkü şimdi olduğu gibi o zamanlar da kitap okuyanları pek sevmezdi darbeciler.''

''Hiçbir şey bilmeden, okumadan konuşan, koca koca laflar edenleri biraz yadırgardım. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan, pohpohlanmış bir özgüvenle hareket edenlere hep şaşırmışımdır. O kadar çoktular ki... Cehalet ne cesur kılıyor insanı diye düşünmüşümdür. Bu ülke galiba en çok bu tip insanlardan çekti ne çektiyse. Şimdi de çok böyle insan, özellikle siyasette. Dışardan bir şey zannediliyor ama silkelediğinizde içinde hiç bilgi yok bazı insanların.
Çok okurdum. Kitaplar benim tutkum, ben bir kitap kurduyum. Çocuklarım da öyle oldu biliyor musunuz? Ve ben yazdığım tek kitabın ilk sayfasına Borges'in o güzel sözünü yazdım; ''cenneti bir kitaplık olarak düşleyen ben''

Şimdi size bol BEN'li bi' paragraf örneği vermek istiyorum. Lütfen bu paragrafı, özellikle son cümlede yapılan vurguyu gözden kaçırmayın.

''Emin olduğum şey, her zaman özgürlüklerden yana olduğum. Hep baskılara karşı çıktığım. Ben dünyadaki çelişkileri yaygın ve kabul görmüş izah tarzlarından biraz farklı okumaya gayret edenlerdenim. Buna emek-sermaye diyebilirsiniz. Buna, yoksulluk-zenginlik diyebilirsiniz, sağ-sol diyebilirsiniz, bir sürü isim verebilirsiniz, uçlar yaratıp isimlendirebilirsiniz. Ben ise ''güç ve ''güçsüzlük'' olarak bakıyorum mevzuya. Artık yeni şeyler söylemek gerektiğini düşünüyorum. Ben bir siyaset allamesi filan değilim ama hissettiğim bu. Yeni tanımlamalar yapılması gerektiğini düşünüyorum, yeni araçlara ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim. Ben gücün ne olduğunu, güçsüzlüğün nasıl algılandığını ve gücün aslında nasıl bir sürü şeyi değersizleştirebildiğini vs., bunları yaşamış biri olarak bu çelişkinin çok büyük anlam ifade ettiğinden eminim. Ve hayatımdan gözlemlerimden yola çıkarak, bu çelişki hakkında söyleyecek çok sözüm olduğunu biliyorum. O yüzden o çelişkiyi gören birisi olarak neyden ve kimden yana olduğum açık aslında. Çok açık ve net. Özgürlüklerden, güçsüzden, yoksuldan yana olduğum çok açık. Ben dünyaya böyle bakıyorum. Ve her zaman onların tarafında oldum.''

''Siz ne kadar gösterişsiz, sade olursanız olun, ne kadar görünmez olmak isterseniz isteyin, fark ediliyor olmak bir sorundu sanki.''

''Bazen boşa kürek çeker gibi hissedersiniz, adalet diye bir şey var mı dünyada diye düşünürsünüz. Galiba mutlak bir adalet yok, sadece birileri bizi kandırıyor. Sonra küçücük çocuklar gelir önünüze tutuklanması talebiyle. Oysa onların bir gün dahi cezaevine girmeleri onulmaz yaralar açabilir sonraki yaşamlarında, kalplerinde. Tutuklama kararı vermek, bir insanı bir saat bile özgürlüğünden alıkoymak en zor kararlardan biridir. Çünkü henüz suçluluğu kanıtlanmamıştır, beraat de edebilir. Sorumluluğunuz büyüktür. Bugün ne kolay veriliyor tutuklama kararları inanamıyorum.''

''Birkaç yıl sonra YARSAV girdi hayatıma. Yaşamımın en  büyük onurudur belki. Ama orada da ön planda değil hep mutfağında olmayı istedim. Hayat ne garip, bu kadar geride katkı sağlamak isteyip de öne çıkmak zorunda olmak bir paradoks aslında.''

''Devrimci olmak, bana göre, yanlış olanı, kötü olanı, çirkin olanı, çürümüş olanı önce bilmek, sonra da iç korkmadan, güçlü bir şekilde değiştirmek ya da yıkıp yenisini yapabilmeyi istemek demek.''

''Hem devrimci hem demokrat olunabilir mi diye sormuştunuz. Olunabilir elbet. Olunmalı da. Her ikisi de aynı sofradan, akıldan beslenirler. Çok isterseniz, küçük bir fark var, onu görürsünüz. Sadece demokratsanız sokakta küçük bir çocuğu dövenlerin eylemini kendi zihninizde olumsuz bir davranış olarak niteler, eleştirirken, devrimciyseniz o çocuğu hırpalayanın koluna yapışır, hesap sormak istersiniz.''

''Bir defa, şu an içinde bulunduğumuz ortamı bir demokrasi olarak tanımlamak kelimenin gerçek manasıyla bir gaf olur, demokrasinin kırıntısından dahi söz edemeyiz. Hukuki güvenliğin olmadığı, yani ''şöyle yaparsam cezası şudur, bundan kaçamam'' veya ''bunu yapmak suç değildir'' bilgisine sahip olamadığımız; hukukun tamamen askıya alınıp Başbakanın fermanına indirgendiği bir ortamda takdir edersiniz ki muhalefet partileri de eşit siyasi rekabet şansına sahip değil. Demokrasi işleyemez, çünkü toplum üzerinde muazzam bir baskı var. Anayasada tersi de yazsa basın özgür değil, yargı bağımsız değil, kadın erkek eşit değil, sivil toplumun iktidarı denetleme gücü sıfır. Fakat buna rağmen hiçbir şekilde bir mazeret yaratma gayretinde değilim, aksine iş bu noktalara gelmemeliydi. O algıyı yönetmelerine, insanları kandırmalarına izin vermemeliydik. Sorunuza tekrar dönersem; evet, anlatmada, ikna etmekte eksikliklerimiz var, bunu görüyorum elbet. Vakit daha geç olmadan şapkayı önümüze koyup ciddiyetle düşünmemiz gereken hususlar var. Demek ki yeterince iyi değildik.''

''Çünkü, yaradılanı biz ''sadece'' yaradandan ötürü severiz diyorlar. Oysa ben insana sadece ''insan'' olduğu için değer verilmesi gerektiğini düşünüyorum.''

''İnsan olmak ve dolayısıyla hak sahibi olmak, bu hakların ''hukuk'' ile güvence altına alınması ve buna da saygı gösterilmesi gerekliliği o kişinin sadece ''insan'' olması ile ilgilidir. Aidiyetsiz, yalın, sadece insan olmak... Dolayısıyla, insanın insanlığını inanç ile izah etmek birleştirici değil ayrıştırıcıdır. Ve az evvel haklarla ilgili saydığım haklarla ilgili meselelerin çözümünü kolaylaştırmaz, zorlaştırır. Ben insana hakikaten insan olduğu için değer veriyorum. Başka bağlantıları, aidiyetleri nedeniyle değil.''

''Muhalefet soğuktan ölen bir çocuğun neden soğuktan öldüğünü, belki küfürbaz ihaleciler çok doyduğu için aç çocuklar olduğunu anlatmak zorunda. Birilerini giydirmek için birilerinin çıplak olduğunu anlatmak ve o idrak noktasını yakalamak zorundadır muhalefet. Bunu yapmak zorundadır. Yapamıyorsa zaten, tüm yapamayanlar gibi gitmeli, yerini başka seslere bırakmalıdır.''

''Uzun soluklu iktidarların bu coğrafyada otoriterleşme eğilimleri kadim bir sorun. Aslında kötülük her yerde var. Güç zehir gibi, güç sarhoşluğu da bir hastalık galiba.''

''Demokrasinin diktatörlük için bulunmuş kibar bir isim olmadığını bu insanlar görecek.''

''Halkın da desteğini alırsa, güçlü bir destek verilirse kendine; seçim trafiğinden başarılı çıkar, ardından da cumhurbaşkanı olursa, hemen ardından anayasayı değiştirip başkanlık sistemi getirmek ister. Veya ikinci bir olasılık, üç dönem kuralını kaldırıp yeniden Başbakan olarak devam etmeyi düşünebilir.''

''Yanlış olan, kendini temiz, diğerlerini kirlenmiş olarak görmektir. İnancını asla bilemeyeceğiniz ve sorgulayamayacağınız milyonlarca kadını, kirli ya da günahkar olarak itham etmek yanlıştır.''

''Ülkeyi bu hale getirenlerin, ''ne istediler de vermedik, polisi onlara verdik'' diyenlerle, yargı eliyle rövanş almak adına terör estirenlerin de aslında birbirlerinden farkları yok.''

''Bugün sizce neden siyaset özgür irade sahibi, nitelikli, donanımlı ve yeni bir şeyler söyleyebilen insanların önünü açmıyor? Genç, üretken, zeki insanlar neden siyasetten uzak duruyor? Haziranda sokaklarda olanların yaş ortalaması 28, ülkenin yaş ortalaması 30 civarı. Ama siyaset çok yaşlı. Gezi gibi hiçbir siyasi örgüte, partiye dayanmayan, sırtını bunlara dayamadan sokağa çıkabilecek kadar olağanüstü bir özgüvene sahip gençler niye siyasete giremiyor. Çünkü onlar güçlü rekabet ortamı yaratırlar. Demode siyasetçileri tahtlarından indirebilirler. O yüzden önleri kapatılıyor. Ben onlara engel olan lider sultası devam ettiği sürece, siyasetin kısa vadede nitelik kazanabileceğine inanmıyorum.''

''Gezi direnişi vicdanların sokağa taşmasıydı. Sorunuzla bağlarsak adalet arayışıydı. Yaşamak meselesini sağa sola kaba beton düzeyine indirgeyenlere güçlü bir itirazdı, adalet dağıtmayı, kömür dağıtma düzeyine indirgeyenlere niye tepki gösterilmesin ki?''

''Hatırlayınız, o tarihlerde YARSAV da yoktu, siz halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmekten ötürü kesinleşmiş mahkeme kararı ile mahkum edilmiş bir kişisiniz.
Sayın Başbakan,
Küçük bir bilgi notu; bunun hukuktaki adı ''suç işleme konusunda kararlılık''tır.''

Nedir bu ''beni susturabilecek tek şey bilgidir, o da sizde yok'' fenomeni?
''Çok sakin, soğukkanlı bir insanım aslında. Çok az öfkelenirim, genellikle öfkelendiğim belli olmaz. Meclis kürsüsüne çıktığımda AKP'lilerden her zaman bir uğultu ve öfkelerini dışa vuran sataşmalar gelir. Bazen çok ağır sözler de söylerler. O gün de karşımda hiç durmadan laf atan ve ne söylediği belli olmayan bir milletvekili vardı. Hiçbir üretimi olmayan, söyleyecek sözü olmayan, ama kürsüde konuşan birine çoğunlukta olmanın gücüyle bağırıp gürültü yapan, susturmaya çalışan bir figür. Öfkeyle değil ama biraz düştüğü duruma da üzülerek, ben de ''beni susturabilecek tek şey bilgidir hanımefendi, o da sizde yok'' dedim. Sustu.''

''Barışçıydılar hatırlayın. Ellerinde çiçekler vardı. Polisler, otoparklarda işkence eden polisler, sicil numaralarını silen polisler ise barışçı değildi. Hatta o polisler yanlış bir şeyler yaptıklarını aslında iyi biliyorlardı ve ondan sildiler sicil numaralarını. Çünkü iktidar, anayasal protesto haklarını kullanan bu insanları hukuk içinde kalarak durduramayacağını anlamıştı. Onun için Başbakan bizzat ''destan yazma'' talimatını verdi, onlar da uyguladılar.''

''O kadar paraya insan eğitmek yerine insan dinlemeyi, cezaevi inşa etmeyi tercih ediyorlar.''

''Siz, o meşhur %50 var ya, %50'den bir tane daha olduğunu siz unuttunuz, kalan %50'nin değerlerine her gün saldırdınız, her gün. Bu olağanüstü tepkinin nedeni sakın ötekileştirme ve kibir olmasın, hiç bunu düşünmediniz. Bakın, kalan %50'yi siz topyekûn ayyaş ve çapulcu ilan ettiniz.''

Yargı mensuplarının terfi süreleri kısaltıldı
''Bunu niye yaptılar ve bu ne işe yaradı acaba? Çünkü kendi dönemlerinde aldıkları ve belirli mensubiyet aradıkları yargıçların bir an evvel birinci sınıfa ayrılıp, kilit noktalara, başsavcılık, ağır ceza reisliği gibi kadrolara ulaşmalarını hızlandırmak için yaptılar. Özel yetkili mahkemelere de onları konuşlandırdılar.''

Keyifli okumalar.

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme


Yazar: Selçuk Altun
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2014
Yayınevi: Sel Yayıncılık

104 sayfadan ibaret, başladığım gibi bitirdiğim bi' kitap oldu.
Keyif alarak bitirdiğim.
Şunu da söylemeden geçemeyeceğim:
Kemalettin Tarantinoğlu: kahramanımsın!

Arka Kapak Yazısı:
''Günlük okumayı röntgenciliğe benzeten Dedem, bana otuzuncu yaş günümde tuhaf bir günlük armağan etmişti.”

Yarım yüzyıllık günlüğün sahibinin bir arkeolog olduğu dışında adı bile saklanmıştı. Alp onu bulursa sanki sorunlarından sıyrılacaktı; bir puslu ipucunun peşinden yola koyuldu.

Mem, Alp’in yardımcısı; Vefa’daki konakta can yoldaşıdır. Ailesi ve çevresinin onu sömürdüğü görüşündedir. İki tutkusu, Quentin Tarantino filmleri izlemek ve polisiye romanlar okumaktı. Efendisi günlüğün izini sürerken, o doğduğu kent Mardin’e döner. Bir küçük ve yoksul kızı kirletip cezasız kalan güruhtan hesap soracaktır.

Alp'in dedesi emekli iş adamı, bibliyofil ve yazardır. Son söz ona ait.
...
"İzlenen ile izleyenin, av ile avcının yer değiştirme fırsatının olmadığı bir kovalamaca bu. Çünkü sır ile suçun kardeşliği, izleğin temelini temsil ediyor.''
k. İskender
Altını Çizdiğim Cümleler:
''Buraları rüzgâr, buraları yağmur,
Sol omzuna güneşi asmadan gelme!''
Oktay Rifat

''Geçmişimin bir sinema şeridi gibi gözlerimin önünde dönmek için bavullarımı kilitlememi beklemesi, ne garip bi' tecelli Ya Rabbim!''

''Demek ki bir insanın, onu ölümden kurtaran kişinin kadınına göz dikmesini engelleyememesine aşk denirmiş.''

''Başkasının özdeyişini kendi malıymış gibi eveliye geveliye söylemesinden de haz etmezdim. Bana bırakacağını sanmadığım bir kitabına Oscar Wilde, '' Bu dünyada iki tür insan vardır, gelip geçenler ve damgasını vuranlar'' demişmiş.''

''2002'de L. 'de, 12 yaşındaki E.T. 'ye tecavüz ettikleri iddiasıyla 32 kişi hakkında dava açıldı.Yoksul ve akli dengesi tartışmalı olan ve ailesine destek için bir yerel partinin ilçe binasında getir götür işleri yapan küçük kızın ırzına geçenler arasında 14 kamu görevlisi de vardı. O utanmazlardan birisi subay, ikincisi kaymakamlıkta müdür, diğeriyse öğretmendi. E.T. bilâhare İstanbul'da Çocuk Esirgeme Kurumu'nda korumaya alındı. Sanıklar arasında aşiret mensupları vardı, yakınları garip kızın avukatlarını sürekli tehdit ettiler.
Dava 9 yıl sürdü. E. T. 18 yaşını doldurunca Çocuk Esirgeme Kurumu'ndan çıkarıldı ama korkudan L. 'ye dönemedi. Mahkeme yeniden ifadesine başvurmak isteyince bulunamadı. Yalnız E. T. ile ilgilenen sosyal hizmetler kurumu uzmanı onun uğradığı tecavüzler nedeniyle dörtten fazla ameliyat geçirdiğini açıklamıştı. Dava başlarken Adalet Bakanı olan milletvekili, karar açıklandığında Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı'ydı.
E. T. ''her şeyin farkındaydı'' savıyla sanıklara en alt sınırdan ceza verilmesi ve kararın onanması büyük tepki topladı. Radikal gazetesinin yorumuna göre mahkeme, ''ırza geçme suçunda cebir ve şiddet kullanıldığını'' kabul etse suçlular en az 10 yıl hapis cezası yiyecekti. Sonuçta beraat ve 1 yıl 8 ay ceza alanlar az değildi. Bu nedenle çizilen bir karikatürde yargıcın küçük kıza, ''Senin tecavüzcülerin bir melekti yavrum'' demesine Mem'in tüyleri diken diken olmuştu. Behiç Pek'in karikatüründe yargıç, ''Olumlu tavırları nedeniyle sanıkların daha az ceza almalarına'' derken, bir sanık ayağa kalkıp, ''Benden paso, ahlaksızlığın bu kadarına yokum'' diyecekti. ''TBMM Kadın-Erkek Eşitliği Komisyonu bu nedenle Yargıtay hakkında kınama yayınlamayı kararlaştırdı'' denmişti. ''Eskişehir'de bir travestinin telefonla evine çağırdığı adamın tecavüzüne uğradığı savıyla görülen davada tutuksuz yargılanan adam 9 yıl 2 ay 25 gün hapis cezasına çarptırıldı'' diyen Hürriyet ve ''Yargıtay, 16 yaşından küçük Y. T. 'nin evlenmesine izin veren mahkemenin kararını bozdu'' diye Cumhuriyet küpürleriyle dosya sona eriyordu.''

''Adı güzel diye seçtiği Reyhani Kasrı'na, Kemalettin Tarantinoğlu adıyla giriş yaptı.''

''Toprağı bol olsun badem gözlü, garip bir bacım vardı. Benden beş yaş küçüktü, adı Fazıla'ydı. Hem evimizin, hem de kapı komşumuz amcam Emrullah'ın hizmetçisi gibi çalışırdı. Ben askerdeyken, ağzı var dili yok bacımı amcamın iki it oğlu Hami ile Hamit kirlettiler. Onbeşindeydi., üç ay sonra hamile kaldığı anlaşılınca, aile meclisi onu ölüme mahkûm etti. Onu amcam ilaçla uyutmuş, Hami ile Hamit'se bir uçurumdan aşağı atmışlar. Kimse inanmadı ama intihar etti demişler. Anamın ertesi hafta, aynı uçurumdan kendini attığını dayımdan duydum.''

''Roman yazmıyor belki de dedenin yazdığı bir romana malzeme oluyorsun''

Keyifli okumalar.

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Tembellik Hakkı / The Right To Be Lazy / Le Droit à la Paresse


Yazar: Paul Lafargue
Çeviri: Işık Ergüden
Orijinal Dili: Fransızca
Basım Yılı: 1883/ Türkçe Basım: 1991 (Telos) 2014 ( Kırmızı Kedi)
Yayınevi: Kırmızı Kedi Yayınevi

Ne güzel demiş Paul abi...
Ben de diyorum ''Bende mi bi' arıza var?'' Meğer bünyem modern köleliği kaldırmıyormuş :)))
Kitabın 1800'lerin ikinci yarısında yazıldığını göz önüne aldığımda sevdim!
Yaşasın Tembellik Hakkı!

Arka Kapak Yazısı:
''Damadı olduğu Marx'tan ve Proudhon'dan etkilenmiş sıradışı Fransız Marksisti Paul Lafargue'ın zamana meydan okuyan manifesto niteliğindeki metni Tembellik Hakkı, kapitalizmin vahşi çalışma koşullarına olduğu kadar, çalışmaya övgüler düzen 20. yüzyılın Marksist klişelerine de erkenden savaş açmış bir eserdir. Bu kısa ve özlü metin, bir aylaklık övgüsünden ziyade, egemen liberal amentünün beyinleri istilasına karşı bir uyarıdır.

Tarihsel bakımdan son derece zengin bu klasik metin, 19. yüzyılın kolektif zihin yapılarını analiz eden toplumsal, ekonomik ve entelektüel bir monografi sunarken, içinde bulunduğumuz 21. yüzyılda da güncelliğini korumayı başarmaktadır. Makineleşme sayesinde çalışma süresinin kısaltılabileceği, boş zamanın arttırılabileceği yönündeki Lafargue'ın görüşü, üzerinden geçen yaklaşık bir buçuk asra rağmen, çalışma ve tüketme mitlerinin egemenliğinin iyice pekiştiği, "hayat"a daha az yer kalan günümüz dünyasında hâlâ bir talep olarak yerini korumaktadır...
Zorunlu çalışmaya ayrılmayan özgür zaman anlamına gelen "Tembellik Hakkı"nın içerdiği erdem ve yaratıcılığı, performansa, bireysel başarıya ya da üretimciliğe dayalı bütün ideolojiler bir araya gelse ortadan kaldıramaz!''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Burjuvazi, ruhbanın desteklediği soyluluğa karşı savaşırken, vicdan özgürlüğünü ve ateizmi göndere çekti. Fakat muzaffer olur olmaz üslup ve tutum değiştirdi. Günümüzde ise, iktisadi ve politik üstünlüğünü dine dayandırmaya çalışıyor.''

''Burjuvazinin filozoflarının ve yergi yazarlarının başlattıkları kavgaya devrimci sosyalistler yeniden başlamalıdır. Kapitalizmin ahlakına ve toplumsal teorilerine saldırmalılar; eyleme çağrılan sınıfın zihnine egemen sınıfın serptiği önyargıları yıkmalılar; her türden ahlak softasının suratına, yeryüzünün emekçinin gözyaşlarıyla dolmayacağını; ''mümkünse barışçıl yollarla, değilse şiddetle'' kuracağımız geleceğin komünist toplumunda insanların tutkularına karışan görüş olmayacağını -çünkü ''bütün bu tutkular doğası gereği iyidir ve bunların kötüye kullanımından ve aşırılıklarından çekinmemize gerek yoktur''- ve bu tutkuların, ancak karşılıklı dengelenerek, insan organizmasının uyumlu gelişimiyle aşırılıklardan kaçınabileceğini ilan etmelidirler.''

''Tembellik edelim her konuda;
sevmek, içki içmek,
bir de tembellik etmek hariç.
Lessing.''

''Kapitalist toplumda çalışma her türlü entelektüel yozlaşmanın, organik deformasyonun nedenidir.''

''Büyük dönemin Yunanları da çalışmayı küçümsüyordu. Yalnızca kölelerin çalışmasına izin verilmişti. Özgür insanın tek bildiği şey, bedensel idmanlar ve zekâ oyunlarıydı. Bu, aynı zamanda, Aristoteles'ten, Phidias'tan, Aristophanes'ten oluşan bir halkın içinde kişinin dolaşıp soluk alabildiği bir dönemdi; İskender'in yakında fethedeceği Asya'nın sürülerini bir avuç yiğidin Marathon'da yendiği dönemdi.  Antikçağ filozoları özgür insanların aşağılanması demek olan çalışmayı küçümsemeyi öğretiyorlardı; şairler tanrıların armağanı olan tembelliğe övgüler düzüyorlardı.''

''İktisatçılar ise işçilere tekrarlayıp duruyorlar: Toplumsal serveti arttırmak için çalışın! Ama başka bir iktisatçı, Destut de Tracy onlara şu cevabı veriyor:
''Yoksul uluslar, halkın rahat ettiği uluslardır; zengin uluslarda ise halk genelde yoksuldur.''
Öğrencisi Charbuliez de devam eder:
''Emekçiler, üretici sermayelerin birikimine katkıda bulunarak, ücretlerinin bir kısmını er ya da geç, ellerinden alacak olaya katkıda bulunurlar.''
Fakat, kendi çığlıklarından sağırlaşmış ve aptallaşmış iktisatçılar cevap verir: Çalışın, kendi refahınızı yaratmak için sürekli çalışın!''

''Açlıktan ölen işçiler, ürünlerin genel olarak dağıtılması ve evrensel bir eğlence için kriz anlarından yararlanmak yerine, atölye kapılarına gidip başlarını dövüyorlar. Soluk benizleri, cılız gövdeleri, yürekler acısı sözleriyle, fabrikatörlere saldırıyorlar: ''İyi kalpli Mösyö Chagot, tatlı Mösyö Scheineder, bize iş verin, bize acı veren şey açlık değil, çalışma tutkusudur!'' Ayakta duracak gücü ancak bulabilen bu sefiller, on iki, on dört saatlik emeği, ekmek bulabildikleri zamankinden iki kat daha ucuza satıyorlar. Sanayinin insanseverleri de, en ucuza imal edebilmek için işsizlikten yararlanıyorlar.''

''Sosyete kadınları kendilerini feda ederler. Terzilerin dikmek için canla başla çabaladıkları masalsı tuvaletleri denemek ve gösterebilmek için, bir giysiden diğerine akşamdan sabaha dek mekik dokurlar; sahte topuz yaptırma tutkularını ne pahasına olursa olsun gidermek isteyen kıl gibi ince sanatçılara o boş kafalarını saatler boyunca teslim ederler. Korselerinin içine sıkışmış, ayakları potinlerinin içinde büzülmüş, bir askerin yüzünü kızartan dekolteleriyle, yoksul dünya için birkaç kuruş toplamak amacıyla hayır balolarında bütün gece dolanıp dururlar. Ne yüce ruhlardır onlar!''

''Her ürünümüz pazara sürümünü kolaylaştıracak ve ömrünü kısaltacak şekilde soysuzlaştırılıyor. Tıpkı insanlığın ilk çağlarının, üretimlerinin niteliğine bağlı olarak, taş çağı, tunç çağı adını alması gibi, bizim çağımız da sahtekârlık çağı diye adlandırılacaktır.''

''İşçi sınıfı, kendisine egemen olan ve doğasını değersizleştiren ahlaksızlığı yüreğinden söküp atarak, korkunç gücüyle ayağa kalkarsa, kapitalist sömürü hakkından başka bir şey olmayan İnsan Hakları'nı talep etmek için değil, sefalet hakkından başka bir şey olmayan Çalışma Hakkı'nı talep etmek için değil, ama günde üç saatten fazla çalışmaktan herkesi men eden tunçtan bir yasa oluşturmak için ayağa kalkarsa, işte o zaman yeryüzü, bu yaşlı dünya, sevinçten ürpererek, içinde yeni bir evrenin sıçradığını hisseder...''

Cicero şöyle demektedir: ''Bir dükkândan saygıya ve hürmete layık ne çıkabilir? Ticaret namuslu bir şey üretebilir mi? Dükkân denen şey, dürüst bir insana layık değildir [...], tüccarlar yalan söylemeden kazanamadığına göre, yalancı olmaktan daha utanç verici ne olabilir! Dolayısıyla, çabalarını ve ustalıklarını satan herkesin mesleğine aşağı ve iğrenç bir şey gözüyle bakmak gerekir; çünkü kim ki kendi emeğini para karşılığı satar, kendini de satar ve köle mertebesine düşer.''

''Fakat kapitalizmin ahlakçıları ve iktisatçıları da modern kölelik olan ücretli çalışmayı göklere çıkarmıyorlar mı? Kapitalist kölelik hangi insana boş vakit sağlar?''


Keyifli okumalar.

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka 

Kitap Hırsızı / The Book Thief


Yazar: Markus Zusak
Çeviri: Teri Erbeş
Orijinal Dili: İngilizce - Almanca
Basım Yılı: 2005/ Türkçe Basım: 2009
Yayınevi: Encore Yayınları

Bu kitapla benim bi' hikayemiz var.
Sonu güzel biten bir hikaye...

Kitap Hırsızı'nı ilk baskısı henüz tükenmemişken satın almamak gibi bir hata yapmıştım. ''Nasıl olsa baskıların devamı gelir'' diye düşündüm ve kitap satın alırken önceliği uzun zamandır listemde olan diğer kitaplara verdim. Fakat Encore Yayınları, kitabın ilk baskısı tamamen tükendikten ve hatta kitap karaborsa dahi bulunmaz olduktan sonra bile 2. baskıyı yapmadı. 

Böylece, benim aylar ve hatta yıllar süren bekleyişim başlamış oldu.
Bu arada kitap dünya genelinde çok tutuldu, best seller listelerinden inmedi ve hatta üzerine filmi de çekildi.
Bir ara güzel bir haber geldi: Kitap Hırsızı'nı Martı Yayıncılık basacaktı. Kitap baskıdan çıkar çıkmaz -mürekkebi kurumadan- siparişi verdim ve beklemeye başladım. İşte o sırada, Türkiyede yaşayan kitap kurdu arkadaşlarım bana ''Sakın okuma! Martı Yayıncılık kitabı mahvetmiş! Çevirisi o kadar kötü ki, kitap vasatın üstünde bile değil. Bu baskıyı okursan kitabı zerre kadar sevmezsin. Bekle, bu kitabı sana bulacağız! Gerekirse, fotokopi çeker/taratır yollarız ama sakın yeni baskıyı okuma!'' dediler.
Kitap geldi, elimi bile sürmedim...beklemeye başladım. Ara sıra, ilçelerdeki -İstanbul, Ankara, İzmir, Denizli, Manisa, Sakarya, Balıkesir, Bursa şehirlerinin ilçelerini- kitapçıları arayıp kitabı sormaya başladım; yok, yok yok! Martı Yayıncılığa ait baskısı her yerde ama Encore Yayınları'nın baskısını bulmak imkansız.
En nihayet, o uzun bekleyişten sonra tek bir nüsha bulundu. Eski bi' arkadaş tarafından... Ki, bu eski arkadaş ''Sakın okuma!'' diyen arkadaşlarımın arasındaydı. ''Ne yapıp-edip sana bu kitabı bulacağım!'' diye (ben böyle bi' söz istemediğim halde) bana söz veren ilk kişiydi...
Kitabı bulunca -ki kendisinde zaten kitap vardı- bana göndereceğini söyledi. Böylece heyecanlı bir bekleyiş başlamış oldu benim için. Bir hafta, on beş gün, bir ay...ve hatta iki ay.
Kitap gelmedi.
Sonunda, kitabı gönderip göndermediğini sorduğumda ''Cnm kusura bakma yaaaa, ben kitabı sana göndermedim hâlâ'' cevabını aldığımda ''Göndermemekle çok iyi etmişsin, sakın gönderme.'' dedim ve o saniyeden sonra yabancı olduk birbirimize.

İnsanlara yalan söylenilmesinden, insanların beklentilerinin hafife alınmasından ve her şeyden önemlisi verilen sözün tutulmamasından nefret ederim.


Aradan bi' kaç gün geçince Encore Yayınları'nı aradım. Karşıma çıkan beyefendiyle kitaplar üzerine çok tatlı bir sohbete başladık ve bu sohbetin sonunda Encore Yayınları, ilk baskıdan ellerinde kalan son bi' kaç kitaptan birini bana hediye olarak gönderdi.

Kitap geldiğinde çocuklar gibi sevinçle ellerimi çırptığımı hatırlıyorum :)
Sonra aklıma düştü; acaba Martı Yayıncılık'ın bastığı çeviri o kadar kötü müydü gerçekten?
Her iki kitabı da masamın üzerine koydum ve karşılaştırmalı okumaya başladım.
Aşağıda da, altını çizdiğim cümleleri aktardım.
İlk cümleler, Encore Yayınları'nın baskısına ait... Teri Erbeş çevirisi.
Diğer yayınevinin/çevirmenin cümlelerini de hemen ardından verdim.
Karar sizin.

Ben kararımı daha ilk cümleyi okuduktan sonra vermiştim...


Filmini izlediniz mi bilmiyorum ama ben izlemedim.

Ve izlemeyi düşünmüyorum.
Kitap Hırsızı, hayalimde canlandırdığım gibi kalsın istiyorum.

Dilerim okurken en az benim kadar zevk alırsınız.

Ve, Encore baskısını, bi' gün bi' vitrinden size gülümserken bulursunuz.

Arka Kapak Yazısı:
''Ölüm meleğinin ağzından bir kitap hırsızının hikayesi.
Yıl 1939, Nazi Almanyası. Ölümün işi çok. Ölüm, kitap hırsızı Liesel Meminger'in yanına üç kez uğrar ama onu değil erkek kardeşini alır. Liesel, kardeşinin toprağa verildiği mezarlıkta, karlar arasında siyah kapağı üzerinde gümüş yazılar olan bir kitap bulur; Mezar Kazıcının El Kitabı.
Henüz okuma yazmayı doğru dürüst beceremeyen kızın hayatını değiştirecek kitaplardan ilki.

ÖLÜM SİZE BİR HİKAYE ANLATMAK İSTERSE DURUP DİNLEMEZ MİSİNİZ?

"...Her durumda hayatta kalan birinin hikayesi bu; hep geride kalan olmakta ustalaşmış birinin hikayesi. Aslında pek çok başka şeyin yanısıra şu saydıklarımla ilgili küçük bir hikaye:
* Bir kız
* Bazı kelimeler
* Bir akordiyoncu
* Bazı fanatik Almanlar
* Bir Yahudi dövüşçü
* Ve bol miktarda hırsızlık...''

Altını Çizdiğim Cümleler:
'' GİRİŞ
enkazdan sıradağlar''

Martı / Selim Yeniçeri çevirisi:
''ÖNSÖZ
Molozlardan bir dağ sırası''

*
''İlk önce renkler.
Daha sonra insanlar.
Genellikle olaylara bu sırayla bakıyorum.
Daha doğrusu, bu sırayla bakmaya çalışıyorum.''

Martı / Selim Yeniçeri çevirisi:
''Önce renkler.
Sonra insanlar.
Ben genellikle böyle görürüm.
Ya da en azından böyle görmeye çalışırım.''

*
''İnsanlar genellikle bir günün renklerini sadece gün başlarken ve sona ererken fark ediyorlar, ama benim için günün her anı, her dakikası değişen, içiçe geçen yığınla farklı renk tonu içeriyor.''

Martı / Selim Yeniçeri çevirisi:
''İnsanlar bir günün renklerini sadece başlangıcında ve bitişinde izler, ama bence bir günün her birinin farklı anlarda geçip giden çok çeşitli tonlar barındırdığı gayet açık.''

*
''Hayatta kalanlar.
İşte onlara bakmaya dayanamıyorum, bakmamaya çalışıyorum ama çoğu kez başaramıyorum. Onlara kafayı takmamak için bilhassa etraftaki renkleri gözlemliyorum fakat arada bir gözüm takılıyor, geride kalanları izlemek zorunda kalıyorum. Sanki parçaları acı gerçek, şaşkınlık ve çaresizlikten oluşan dağılmış bir boz-yapı bir araya getirmeye uğraşırken, bir yandan da olup biteni anlamaya çalışıyorlar. Onların yarılmış kalpleri, iflas etmiş ciğerleri var.''

Martı / Selim Yeniçeri çevirisi:
''Hayatta kalanlar.
Onlara bakmaya tahammül edemiyorum ama birçok durumda hâlâ başarısız oluyorum. Onları kafamdan atmak için bilinçli olarak renklere odaklanıyorum ama arada bir geride kalanları, anlayış, umutsuzluk ve şaşkınlık bulmacaları arasında dağılıp gidenleri görüyorum. Delinmiş kalpleri, hırpalanmış ciğerleri var.''

*
''SÖZLÜKTE BULAMAYACAĞINIZ BİR KELİME.
Terk etmemek: çocuklar tarafından hemen tespit edilebilen, güven ve sevgiden kaynaklanan bir tavır''

Martı / Selim Yeniçeri çevirisi:
SÖZLÜKTE BULUNMAYAN BİR TANIM
Gitmemek: Sık sık çocuklar tarafından fark edilen bir güven ve sevgi eylemi''

*
''Ve ben bir kez daha gördüm ki, bir fırsat diğerine yol açar; tam da bir riskin daha çok riske, hayatın daha çok hayata, ölümün daha çok ölüme yol açtığı gibi.''

Martı / Selim Yeniçeri çevirisi:
''Ve bir kez daha, bir fırsatın hemen diğerini getirdiğini, riskin daha fazla risk yarattığını, hayatın daha fazla hayat doğurduğunu ve ölümün de daha fazla ölüm demek olduğunu bana kanıtlayacaktı.''

*
''Dakikalar acımasızdılar.
Saatler eziyetli.
Uyanık olduğu her an başucunda zamanın eli duruyordu ve bu el onu sıkıp canını çıkarmaktan geri kalmıyordu hiç. El gülümsedi, onu sıktı ve canını bağışladı. Aslında, bir şeyin yaşamasına izin vermekte ne büyük bir kötülük vardır.''

Martı / Selim Yeniçeri çevirisi:
''Dakikalar acımasızdı.
Saatler işkenceydi.
Uyanık geçirdiği zamanlarda saatler tepesinde dikiliyor, onu yıpratmakta kesinlikle tereddüt etmiyorlardı. Gülümseyerek canını çıkarıyor ama sonra da yaşamasına izin veriyorlardı. Bir şeyin yaşamasına izin vermekte ancak bu kadar art niyet olabilirdi.''

*
''Zarı atarsın ve yedi gelirken, bu attığının sıradan bir zar olmadığının zaten farkındasındır. Kötü şans olduğunu iddia edersin ama aslında bu zarın gelmek zorunda olduğunu başından beri biliyorsundur. Odaya sen getirmişsin. Masadakiler nefesinde bile onu kokluyorlar.''

Martı / Selim Yeniçeri çevirisi:
''Zarı atarsınız ve gelişini izlerken aslında normal bir zar olmadığını anlarsınız. Kötü şans dersiniz ama aslında geleceğini başından beri bilirsiniz. Odaya kendiniz getirdiniz. Masa nefesinizden onun kokusunu alabilir.''

*
''Birden aslında saatlerin hiç de tik taka benzer bir ses çıkarmadıklarının ayırdına vardı ümitsizce. Daha çok düzenli bir şekilde dünyaya inen bir çekicin darbelerinden çıkan ses gibiydi. Bir mezarlığın sesi gibiydi.''

Martı / Selim Yeniçeri çevirisi:
''Saatlerin aslında tik-tak diye sesler çıkarmadığını anladı. Daha çok ters dönmüş bir çekiç gibi, sanki yöntemli bir şekilde toprağa vuruyordu. Bir mezarın sesini andrıyordu.''

*
''Kadının burnundan akan kan süzülüp dudaklarını yalıyordu. Gözleri morarmıştı. Kesikleri vardı ve teninde bir takım yaralar beliriyordu. Hepsi, kelimeler yüzünden.''

Martı / Selim Yeniçeri çevirisi:
''Burnundan kan süzülüyor, dudaklarından damlıyordu. Gözleri kararmıştı. Orası burası kesilmişti ve derisinin çeşitli yerlerinde bir sürü yara izi beliriyordu. Hepsinin nedeni o sözlerdi.''

*
''Bu öpücüğü o kadar arzulamış olmalı ki... Kızı öylesine inanılmaz şekilde çok sevmiş olmalı ki... O kadar sevmiş olmalı ki, bir daha dudaklarını hiç istemeyecekti ondan ve öpücüğünü alamadan mezarına girecekti.''

Martı / Selim Yeniçeri çevirisi:
''Onu çok istiyor olmalıydı. Onu inanılmayacak kadar çok sevmiş olmalıydı. O kadar ki bir daha asla dudaklarını öpmek istemeyecek ve mezara onlarsız gidecekti.''

*
''BİR UFAK GERÇEK
Ben orak ya da tırpan taşımam. Sadece soğuk olduğunda kapüşonlu siyah bir cübbe giyerim. Ve bana uzaktan yakıştırmayı pek sevdiğiniz o kafatasını andıran yüz hatlarına sahip değilim. Benim neye benzediğimi gerçekten merak ediyor musunuz? Size yardımcı olayım. Ben anlatmaya devam ederken kendinize bir ayna bulun.''

Martı / Selim Yeniçeri çevirisi:
''KÜÇÜK BİR GERÇEK
Ben orak falan taşımıyorum.
Sadece hava soğuk olduğunda siyah kukuletalı bir pelerin giyiyorum.
Beni uzaktan tanımanızı sağlayan kurukafaya benzer bir yüzüm de yok.
Gerçekte nasıl göründüğümü bilmek ister misiniz?
Size yardım edeyim.
Ben devam ederken siz kendinize bir ayna bulun.''

*
''Hangi yıl olursa olsun zaten turlayıp durduğumu söyleyebilirsiniz ama insanoğlu bazen işleri hızlandırmayı pek seviyor. Bedenlerin tüketimini ve uçup giden ruhları arttırıyorlar. Birkaç bomba işi hallediveriyor. Ya da gaz odaları veya muhabbeti uzaktan kulağa gelen silahlar. Tüm bunlar işi bitirmeye yetmiyorsa, en azından birtakım insanları kurdukları yaşam düzeninden ediyor; evsiz kalanlara her yerde rastlıyorum. Ben saldırıya uğramış kentlerde gezinirken bu insanlar sık sık peşime takılıyorlar. Sanki yeterince işim yokmuş gibi, kendilerini almam için bana yalvarıyorlar. Onları ''Sizin de sıranız gelecek,'' diye ikna etmeye çalışıyorum ve uzaklaşırken arkama bakmamaya gayret ediyorum. Bazen ''Görmüyor musunuz, zaten yeterince işim var!'' demek istiyorum ama hiç konuşmuyorum. Kendi işime bakarken içimden söylenip duruyorum sadece ve bazı yıllar ruhlar ve bedenler birbirine eklenmiyor da, sanki katlanarak çoğalıyor gibi geliyor.''

Martı / Selim Yeniçeri çevirisi:
''Hangi yıl olursa olsun böyle dolaşmam gerektiğini düşünebilirsiniz, fakat bazen insan ırkı, işleri biraz hızlandırıyor. Cesetlerin ve kaçan ruhların sayısı artıyor. Genellikle birkaç bomba bunun için yeterli oluyor. Ya da gaz odaları, uzaktan gelen silah sesleri... Bunların hiçbiri işi bitirmezse, en azından insanların yaşam düzenlerini bozuyor ve her yerde evsizleri görüyorum. Yıkılmış şehirlerin sokaklarında dolaşırlarken sık sık peşimden geliyorlar. Ne kadar meşgul olduğumu bile anlamadan onları da götürmem için yalvarıyorlar. ''Sizin de zamanınız gelecek,'' diyerek onları yatıştırmaya ve arkama bakmamaya çalışıyorum. Bazen, ''Ne kadar çok çalıştığımı görmüyor musunuz?'' demek geliyor içimden. Ama bunu asla yapmıyorum. İşimi yaparken içimden şikayet ediyorum ve bazı yıllarda ruhlar ve cesetler sadece artmakla kalmıyor, sayıları katlana katlana yükseliyor.''

*
''Savaş ölümün en yakın dostudur derler ama ben size bu konuya başka bir bakış açısı önereceğim. Benim için savaş, imkansızı isteyen yeni bir patron gibidir. Omzunuzun dibinde dikilmiş, durmaksızın tek bir şey tekrarlar: ''Hallet, hallet.'' Böylece daha çok çalışırsınız. İşi halledersiniz. Ancak patron size teşekkür etmez. Hep daha fazlasını ister.''

Martı / Selim Yeniçeri çevirisi:
''Ölümün en iyi dostunun savaş olduğunu söylerler, bu konuda size farklı bir bakış açısı sunayım. Bana göre savaş, sizden imkansızı başarmanızı bekleyen yeni patronunuz gibidir. Omzunuzun tepesinde durup sürekli aynı şeyi tekrarlar: ''Bitir, bitir.'' Dolayısıyla daha çok çalışırsınız. İşi bitirirsiniz. Ama patronunuz size teşekkür etmez ve daha fazlasını ister.''

*
''Nedense ölmekte olan adamlar hep cevaplarını bildikleri soruları sorarlar. Belki de doğru cevabı bilerek ölmek istediklerindendir.''

Martı / Selim Yeniçeri çevirisi:
''Nedendir bilinmez, ölen insanlar cevabını bildikleri sorular sorarlar. Belki de ölümleri böyle başlıyor.''

*
''Sanırım bir şeyler çalmaktansa geride bir şeyler bırakmak konusunda daha ustayım ben.''

Martı / Selim Yeniçeri çevirisi:
''Sanırım bir şeyleri çalmaktan çok geride bırakmak konusunda iyiyim.''

*
''İnsan yüreği bir çizgidir, oysa benimki bir daire ve doğru anda, doğru yerde olabilmek gibi sonsuz bir yeteneğim var. Bunun sonucu olarak insanları hep en iyi ve en kötü anlarında yakalayabiliyorum. Onların hem çirkinliklerini hem de güzelliklerini görüyorum; aklıma takılıyor, ikisini birden nasıl barındırabiliyorlar?''

Martı / Selim Yeniçeri çevirisi:
''İnsan kalbi bir çizgiyken benimki daire biçimindedir ve doğru zamanda doğru yerde olmak konusunda kusursuz bir yeteneğim vardır. Bunun sonucu olarak insanları hep en iyi ve en kötü durumlarında bulurum. Hem güzelliklerini hem çirkinliklerini görürüm ve ikisinin nasıl aynı yaratıkta olabildiğini merak ederim.''


Keyifli okumalar!

Encore Yayınları'na buradan bir kez daha teşekkür ederim.

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...