Lucky


Yazar: Sezgin Kaymaz
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2000
Yayınevi: İletişim Yayıncılık

Sezgin Kaymaz ile bu kadar geç tanıştığım için pişmanım.
Canım arkadaşım Aslı ''sana bi' kitap seçtim'' dediğinde anlamalıydım aslında karşıma ne çıkacağını ama bu kadar vurucu, akmayıp çağlayan, insana beş dakikada beş farklı duyguyu dibine dek yaşatan bi' kitap beklemiyordum açıkçası.
Sevgili Sezgin Kaymaz'ın (sevgili dedim yazara iyi mi? nasıl sevmişim varın siz hesap edin) tüm kitaplarını hemen bugün almaya karar verdim. Yazarın bir diğer kitabı ''Kün'' şu an kitaplığımda. Araya bi'kaç kitap aldıktan sonra onu da okuyup paylaşacağım.
Dilerim sizler de en az benim kadar severek okursunuz.
LAK-LUK-LAKİ / ZIKKIMIN KÖKÜ

Arka Kapak Yazısı:
''Lucky, o sırada sitenin bahçesini, siteyi Batıkent'e bağlayan caddeden ayıran bahçe duvarına doğru füze hızıyla gitmekteydi. Kim görse, duvara çarpacak derdi, ama tabii ki öyle bir şey olmadı. Sanki havada fren yaptı it! Sonra zarif bir iniş yaptı donmuş toprağa. Hiç kaymadı ayakları. Aynı zarafetle olduğu yerde yüz seksen derece döndü. Kendisini çağırıp duran adama bakarak boynunu eğdi, donup kurumuş çimlere burnundan sıcak hava püskürttü, sağ patisiyle bir boğa gibi eşeledi durduğu yeri."

Lucky adlı muzır bir Doberman sayesinde ve kaderin cilvesiyle yolları kesişen insanların hikâyelerini anlatıyor Sezgin Kaymaz. İnsanın ağzından köpeği anlatmakla kalmayıp köpeğin gözünden de hayatı izlememize imkân tanıyor. Muhabbeti bol, neşesi de hüznü de eksik olmayan bir roman.

"Bu 'puşt, dalavereci, üçkâğıtçı, yılan ruhlu, ispiyoncu ve yalancı, şerefsiz ve haysiyetsiz' köpeğin peşinden, Mevlana'dan, Nietzsche'den, Âşık Veysel'den (hatta bazen bizzat Lucky'den!) deyişlerin rehberliğinde Ankara'nın bütün alemlerini dolaştık, milletvekillerinden ev kadınlarına, taksicilerden orospulara, çeşit çeşit hayata girdik."
Aksu Bora''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Uyku ölümün ikiz kardeşidir Mücellâ Hanım,' demişti Tahsin Bey ona mütemâdiyen. 'Bu kardeşe yakından bak ki, öteki kardeşi görebilesin... yum gözlerini, uyu, o tarafa yaklaş, bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa bir başka gün, o derin uykulardan birinde, torunlarını kucağında hoplatmayı başarabilirsin,' demişti Tahsin Bey ona mütemâdiyen. 'Talep et Allah'tan, kızını, torunlarını, damadını görmeyi, onlarla uykuda olsun öpüşüp koklaşmayı, can cana sevişmeyi dile ve bu dilek, bu arzu ile dal uykuya,' demişti Tahsin Bey ona mütemâdiyen. 'Tuz yalayıp da uykuya dalan adam, rüyasında su görmez mi? Karnı aç uyuyan, ekmek görmez mi? Çişi gelen, yüznumara görmez mi? İhlâs ile, murâdına erdirileceğine olan kuvvetli inanç ile, tuz yalamış da susamış gibi, aç kalmış da midesi kazınmış gibi uyu,' demişti Tahsin Bey ona mütemâdiyen.''

''Annesinin gençlik, kendisinin çocukluk günleri geldi gözünün önüne. Babası yeni ölmüştü. Dün gibi hatırlıyordu. Kadıncağız, kafasına, komşular tanıyıp da haline acımasın diye kara çarşafı geçirir, elinde bir kıl çuval, akşam pazarlarını dolaşıp, tezgahlardan dökülen buruşmuş, pörsümüş sebzeleri toplardı bir kap dolusu çorba pişirmek için. Sonra derli toplu giyinip, kasaba gider, 'köpeğe kemik ve mangal silmek için kuyruk yağı' isterdi. Yağ alabildiği gün, mutlaka havuç kızartırdı evde ki, Kemalettin bayram ederdi o zaman.''

''Oğlum,' diye söze başladı Tahsin Bey Ender'e bakarak '...kanser hastaları dayanılmaz acılar çektikleri hâlde, niçin onları hapsetmezler de ruh hastalarını hapsederler?' Ondan taraftaki kaşını kaldırarak Ertuğrul'u kastettiğini belirtti. '...çocuk çok güzel bir şey söyledi... kuduz insan ısırır mı ki kuduz hayvan ısırsın? Ben cevaplayayım; ne o ısırır ne öteki... çünkü; ısırmak dişte değildir, içtedir...' İmân tahtasına başparmağıyla sertçe birkaç defa vurdu. '...ruhtadır... karakterde, huydadır... hasta hayvan da hasta insan gibi anlayış ister, merhamet ve şefkat, ifâkat ve rikkat ister... yardım ister... 'Hoşt' dersen, 'kışt' dersen, ağrılı yerlerinden tutup da çekmeye, itmeye kalkarsan, o da sana kendi silahıyla mukâbelede bulunur, ne yapsın?''

''Kimse Tahsin Baydur'a biraz daha oturması için ısrar etmedi. Çünkü, ısrara felaket kızardı Tahsin Baydur. Oturacak olan otururdu. Kendiliğinden oturası olmadığı hâlde, senin ısrarların yüzünden, istemeye istemeye oturan, kalkıp gittiği takdirde ayıp etmiş olacağını, dost kaybetmiş olacağını, kendini fazlasıyla adam yerine koyup naza çekiyormuş gibi görüneceğini ya da bilâkis oturmakla bağ bağışlamış olacağını, ısrarcıyı ihyâ etmiş olacağını düşünüp de metazori oturan adam, orada oturan adam olmaktan çıkardı. Ya tepeden bakan, hor gören bir yabancıya dönüşürdü ya da alta düşen, mahsur kalan bir rahatsıza, kararsıza.''

''Yoksa, 'Allah ıslâh etsin, akıl fikir ihsân eylesin' her cenâzede görülüyordu; merhûmun sevenleri, evlerine yaşlı gözlerle çekilip öncelik listelerini alt üst ediyorlar, hayata çok daha başka ve çok daha yüce bir gözle bakmaya başlıyorlar, üç gün sonra da yeniledikleri listeyi yırtıp atıyor, eski listeyi duvarlarına asıp önünde secdeye geliyorlardı. Çünkü unutuyorlardı. Hayır! Unuttukları yitip giden kişi değildi hiçbir zaman. Unuttukları o kişiyi yitirdiklerinde hissettikleri derin acıydı. Acıları unuta unuta insan, insanlıktan böylece çıkıp gidiyordu.''

''Hiçbiri burda büyümedi o ağaçların... hepsini parayla satın aldım ODTÜ'den... köküyle, kök toprağıyla beraber getirip diktiler... bana, elimizde büyüyenlerin, toprağımıza upuzun köklerini salanların bile bir gün sökülüp alınabileceklerini hatırlatıyor... mal veya insan... hiçbir şeyin hiç kimseye ait olmadığını hatırlatıyor...''

''Sıçtırtmayın şimdi Laki'nizden recâ ederim!' dedi. 'Çirkini çirkin yapan ismi değil cismidir... çok afedersiniz ama, benim sıçtığım bok kadar bile kıymet-i harbiyesi olmayan o kancalı tenyanın, o kanamalı basur memesinin, o kan çıbanının, o... o... çok hırslandım, affınıza mağrûren söylüyorum, o götümün kenarının adı şu olmuş bu olmuş, zerre umurumda mı zannediyorsunuz?''

''Yavrum...' dedi. '...bir milyon sene önce kopup düşmüş kuyruğumuz, hâlen daha kıçımızın üstündeki kemiğe 'kuyruk sokumu' diyoruz... bize de üzerimizden bir milyon yıl geçse 'orospu' diyecekler... kurtuluş yok...''

''Tesâdüf diye bir şey yoktur.' Tek kaşını kaldırarak cevaplamakla yetinmişti Tahsin Bey. 'Her şey kesin bir planın, keskin bir planlamanın kaçınılmaz sonucudur.''

''Başkasının canını sıkmasına izin
veren kişi, canını sıkan kişiden
daha sefildir!
SAMUEL BUTLER

''Ve biz de insanız, öyle mi?' dedi. 'O köpek... kendisini bin bir ezâ ile üzse bile vazgeçmiyor sevdiğinde, biz istediğimiz bir tek şeyi vermesin, en sevdiğimiz kişiden soğuyuveriyoruz...''

''Ne demişler? Kadının yoksa parası, dibindedir kumbarası... çok köşeye sıkıştırırsan, çoluk çocuğuyla çok aç açık bırakırsan ya zorla ırzına geçiverirler, o da 'olan oldu' deyip işe başlar, ya da kendiliğinden o yolu tutturur gider... her kadının, kumbarasının yerini keşfetmesi an meselesidir...''

''İnsan kendisini bildi mi her şeyi bildi demektir!
TEBRİZLİ ŞEMS''

''Bir siyah camdan bakarsan her yana
Kapkaranlık akseder çevren sana
Kör değilsen gör, bu 'körlük' körlüğün
Bed iken sen, olmaz mı 'bed' gördüğün?
MEVLÂNÂ''

''Sen tutup parmakla örtersen yüzü
Ya nasıl görünsün artık gökyüzü?
Ey gören göz, her yüzde gûya bir kara
Kendi ziftin bil ki vurmuş onlara!
MEVLÂNÂ''

Keyifli okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Fırında Kabak Mücver



Mutfakta pek becerikli olduğumu söyleyemem.
Daha doğrusu, mutfakta saatler kaybettiğim zaman bana gelir gelenler...
Evet, tembelim :)
Bi' yemeği daha hızlı hazırlanmanın-pişirmenin yolunu buldum mu hemen uygularım. Geçenlerde -blog adını hatırlayamadığım için özür diliyorum- bi' blogda mücver tarifi gözüme çarptı, okuyunca da çok sevindim, çünkü tarif çok basitti ve ben yıllardır mücver gibi mücvere hasret kalmıştım!
Defalarca denedim, dışı kıtır kıtır -biz iyisi mi ona yanmış diyelim- içi vıcık vıcık, pişmemiş nur topu gibi mücverlerim olunca her denememde, mücver pişirmeyi denemekten vazgeçmiştim :)
Bu tarifi görünce hemen ertesi gün kolları sıvadım ve tarifi uyguladım.
Sonuç: mükemmel!
Hatta -neredeyse silah zoruyla- bi' arkadaşıma da uygulattım, onun da mücveri lezzetli olmuş :)

Tembelliğimden, haftalardır telefonumda bekliyordu aşağıdaki fotoğraflar...
Ha bugün yazarım, ha yarın yazarım diye diye haftalar geçti. Telefonu temizliyor olmasaydım yine bi' kaç hafta daha dururdu ama ne fotoğrafları silmeye gönlüm elverdi ne de bu tarifi sadece kendime saklamaya... :)

Hemen başlayayım anlatmaya AMAAAAA TARİFİN BİR PÜF NOKTASI VAR Kİ SAKIN ATLAMAYIN!


MALZEMELER:
1 kilo kabak (2-3 adet)
4 orta boy patates
4 orta boy soğan
1 demet maydanoz
1 demet dereotu
2 su bardağı un
4 yumurta
1 su bardağı sıvı yağ
1 tatlı kaşığı tuz
1 tatlı kaşığı karabiber
1 paket kabartma tozu
1 yemek kaşığı toz şeker

YAPILIŞI:
Kabakları ve patatesleri rendeleyip suyunu sıkacaksınız.
Ne kadar sıkabilirseniz o kadar iyi. Suyunu sıktıktan sonra kağıt havlu kullanarak su kalmadığından emin olun içinde.


Soğanları yemeklik doğrayıp kabak ve patatesin üzerine ekleyin.
Maydanoz ve dereotunu da ince ince kıyarak ekleyin.


Un, kabartma tozu, yağ, yumurta, tuz, şeker ve karabiberi de ekleyin...


Ve bi' güzel karıştırın.
Aşağıdaki gibi bi' karışım ortaya çıkacak.


Fırın tepsisine yağlı kağıt serip mücver karışımını tepsiye eşit olarak dağıtın.
Yağlı kağıt, karışımın pişerken yapışmaması, pişerken kek gibi dümdüz şekillenmesi ve kesilebilmesi içi seriliyor.
KARIŞIMI PİŞİRECEĞİNİZ KABA DÖKTÜĞÜNÜZDE 1 CM'DEN ALÇAK VE 3 CM'DEN KALIN OLMAMALI.


PÜF NOKTASI BURASI!
Fırını, 150 derecede ısıtıp, sıcak fırına bu karışımı süreceksiniz.
TAM 15 DAKİKA 150 derecede pişirip...


Sonra fırın sıcaklığını 175 dereceye çıkaracaksınız.


Üstü nar gibi (benim tercihim bu ama bazıları altın rengi gibi hafif kızardığında seviyor) kızarana dek pişireceksiniz. Benim fırınımda 15 dakika 150 derecede + 30 dakika 175 derecede = 45 dakikada pişti.

Fırın kapağını yemek pişerken hiç açmamanız gerektiğini hatırlatayım.


Soğuduktan sonra dilim dilim kesip servis edeceksiniz.


15 dakika malzemeyi hazırlaması sürdü :)
Yani 15 dakikada mutfaktaki işim bitmişti, daha ne olsun? :)

Afiyet, bal, nomnomnom :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Lütfen Anneme İyi Bak / 엄마를부탁해 / Omma rul put'ak hae / Please Look After Mom


Yazar: Shin Kyung-sook
Çeviri: Belgin Selen Haktanır Us
Orijinal Dili: Korece
Basım Yılı: 2008 / Türkçe Basım: 2011
Yayınevi: Doğan Egmont Yayıncılık

Kore Edebiyatı'na giriş kitabımdı ve şahane bi' giriş yaptım diyebilirim.
Bugüne dek okuduğum en ilginç, akıcı, acıtıcı ve güzel anlatımlı kitaplardan biri oldu. Hatta anlatıcının çoğunlukla siz, bazı bölümlerde de karakterin kendisi olması kitabı daha da ilginç kıldı.
Kore kültürüne oldukça aşinayım; geleneklerine, adetlerine, alışkanlıklarına ve mutfağına...bu sebeple kitabı okurken yabancılık çektiğimi söyleyemem ama bu kültüre aşina olmayan biri benden tamamen farklı düşünebilir.
Bir solukta okudum, tadı damağımda, onlarca soru işareti de aklımda kaldı.
''Ağıt'' türünü seviyorsanız bu kitap tam size göre. Okuduktan sonra annelere, anneliğe bakış açınız değişecek. Ve hatta, bugüne dek çok iyi bildiğiniz ama üzerinde bi' kez olsun durup düşünme gereği hissetmediğiniz konuları yüzünüze tokat gibi çarpacak ve düşüneceksiniz...
Annenizi.
Dilerim benim kadar kapılarak okursunuz.

Arka Kapak Yazısı:
''Yetişkin çocuklarını ziyaret etmek için geldiği Seul'de kaybolan bir annenin ardından, aile üyelerinin yaşadığı pişmanlıkların ve iç hesaplaşmaların öyküsü bu. Kore kültürü fonunda derin aile ilişkilerinin ele alındığı yürek burkan bir hikaye...
Sadece Kore'de 1 milyonun üzerinde satan ve Amerika'da yayımlanır yayımlanmaz büyük ilgi gören Lütfen Anneme İyi Bak, okuru sadece arayış hikayesine ortak etmekle kalmıyor, insan yüreğinin derinliklerine sarsıcı bir yolculuğa da çıkarıyor.''

''Etkileyici... Ruhsal çözümlemeleriyle son derece dokunaklı... Bu aile hikayesi büyük yankı uyandıracak.''
Publishers Weekly

''Anneliğe eşsiz bir ağıt...''
The New York Times Book Review

''Lütfen Anneme İyi Bak sadece özlem ve arayış hikayesi değil, bir kere eşiği geçtiniz mi, rahat koltuklarınıza bir daha dönemeyeceğiniz bir kapı.''
Jamie Ford, amazon.com

Güney Kore'nin en çok okunan yazarlarından biri olan Kyung-sook Shin 1963 yılında doğdu. Manhae, Dong-in, Yi Sang edebiyat ödüllerini aldı.
Halen Seul'de yaşıyor''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Annen kaybolalı bir hafta oldu.''

''Orada doğduğun halde, köyün yabancı bir yere dönüştüğünü fark ettin. Çocukluğundan kalan tek şey, dere kenarındaki iyice boy atmış ısırgan otlarıydı.''

''Annen senin gözünde her zaman annendi. Onun da bir zamanlar ilk adımlarını attığını, üç, on iki ya da yirmi yaşında olduğunu hiç düşünmemiştin. Annen bildiğin annendi. Annen olarak dünyaya gelmişti. Dayının yanına heyecanla koştuğunu gördüğün ana dek, senin kardeşlerine karşı beslediğin hisleri onun da kendi kardeşlerine beslediğini fark etmemiştin. İşte, bu olaydan sonra onun da bir zamanlar çocuk olduğunu fark ettin. O günden sonra da anneni bazen bir çocuk, bir genç kız, genç bir kadın, yeni evli bir kadın ve seni dünyaya getiren kadın olarak düşündün.''

''Başının döndüğünü hissettin. Bembeyaz sayfada sayısız nokta vardı. Sanki bir kara deliğin içine düşmüştün. Sanki çok iyi bildiğin basamaklardan ne yaptığının farkına bile varmadan yukarı çıkarken düşüncelere dalıp tökezlemiştin. Kar beyazı sayfanın üstü Braille harfleriyle kaplıydı; her harf bir iğneyle delinip yapılmıştı ve deliklerin ne manaya geldiğini bilemiyordun.''

''Yazmayı önce iyi kullandığın sol elinle denedin. Ağabeyin bunu her yapışında elinin üstüne bambu bir değnekle vuruyordu. Ne de olsa annene verdiği sözü yerine getiriyordu. Sol elini ve ayağını kullanmayı tercih etsen de, annen sol elini kullandığın takdirde hayatta çok zorluk çekeceğini söylemişti. Mutfaktayken pilavı sol elinle kaşıklayacak olsan, annen kaşığı hemen diğer eline geçirirdi. Yine de sol elini kullanmakta ısrar edecek olursan kaşıkla eline vurup ''Neden beni dinlemiyorsun?'' derdi. Sol elin şişerdi.''

''Okul ücretinin ödenmesi gereken tarih gelip çatınca annenin sol orta parmağındaki altın yüzük sırra kadem bastı. Bu, annenin sahip olduğu tek mücevherdi. Geriye bir tek senelerce parmağından çıkarmadığı yüzüğün bıraktığı iz kaldı.''

''Annesi de ona çıkıştı: ''İnsanlara güvenmeden nasıl yaşanır? Bu dünyada iyi insanlar kötülerden daha fazla!'' dedi.''

''Sen benim ilk çocuğumsun. Bana ilk kez yaptırdığın tek şey bu değil. Yaptığın her şey benim için yeni bir dünya. Bana yaptırdığın her şey bir ilk. Karnımı ilk şişiren çocuk sensin, ilk emzirdiğim çocuk sensin. Seni doğurduğumda senin yaşındaydım. Kıpkırmızı ıslak suratını ve yumuk gözlerini ilk gördüğümde... İnsanlar ilk çocuklarını gördüklerinde şaşırdıklarını ve mutlu olduklarını söylerler, ama sanırım ben hüzünlenmiştim. 'Bu çocuğu gerçekten ben mi doğurdum? Şimdi ne yapacağım?' diye düşünmüştüm. O kadar korkmuştum ki minnacık parmaklarına dahi dokunamamıştım. Ellerini sıkı sıkı yumruk yapmıştın. Parmaklarını tek tek ayırıp yumruğunu çözdüğümde bana gülümsemiştin... Parmakların o kadar küçüktü ki, dokunduğum zaman kaybolacakmış gibi geliyordu. Çünkü o zamanlar hiçbir şey bilmiyordum.''

''Büyü bebeğim büyü'' diye ninniler söylerdim. Bir gün bir de baktım ki benden de büyük oluvermişsin.''

''Kız kardeşi oldukça hayalperest ve duygusal olduğu halde el yazısı şaşılacak derecede okunaklı.
Kör çocuklara kitap okumak istiyorum.
Çince öğrenmek istiyorum.
Çok para kazanırsam, küçük bir tiyatro satın almak istiyorum.
Güney Kutbu'na gitmek istiyorum.
Santiago'ya hacca gitmek istiyorum.

Bunların altında daha yapmak istediği şeyleri belirten otuz cümle daha vardı.
''Nedir bu?''
''Geçen yılbaşında yazarlıktan başka neler yapmak istediğimi yazmıştım. Sırf eğlenmek için yapacağım şeyleri yani. Önümüzdeki on sene içinde yapmak istediklerimi yazdım. Ama annemle bir şey yapmayı planlamamışım. Bunları yazarken, bunun farkında değildim. Ama şimdi, annem kaybolduktan sonra deftere bakınca...''

''Başını önüne eğecek olsa sırtına bir şaplak indirip ''Bir erkeğin gururlu olması gerekir'' derdi. Hyong-çol asla bir savcı olamamıştı. Annesi hep bunun onun hayali olduğunu söylerdi, ama Hyong-çol bunun annesinin de hayali olduğunu anlamamıştı. Bunun asla gerçekleşmeyecek bir gençlik hayali olduğunu düşünmüş, annesinin de hayallerini yıktığı hiç aklına gelmemişti''

''Ama karın acı içinde ''Hayvanlar hasta olduklarında bir şey yemezler'' derdi. ''İnekler, domuzlar... Hayvanlar hasta olduklarında yemek yemeyi keserler. Tavuklar da öyle. Köpek hastalandığında bir şey yemez. Hasta olduğunda dönüp yemeğe bakmaz bile. Ona güzel bir yemek versem de evin önünde bir çukur açıp içine yatar. Birkaç gün sonra da iyileşip ayağa kalkar. Ancak o zaman yemek yemeye başlar. İnsanlar da aynıdır. Midem o kadar kötü ki önümde harika bir yemek de olsa yiyemem. Şu anda mideme girecek her şey zehirden farksız.''

''Bir şeyleri söylemenin doğru zamanı vardır... Hayatımı annenle konuşmadan geçirdim. Ya da bunu yapmaya fırsat bulamadım. Belki de söylemek istediklerimi biliyordur diye düşündüm. Şimdiyse aklımdan geçen her şeyi anlatabilirmişim gibi geliyor ama bu kez de beni dinleyecek kimse yok. Çi-hon?''
''Evet?''
''Lütfen... Lütfen annene iyi bak.''

''Diğerlerinden daha farklı bir hayat süreceğini düşünürdüm. Yoksulluktan nasibini almayan tek çocuk olduğundan, senin için istediğim tek şey her konuda özgür olmandı. İşte, bu özgürlükle bana sık sık başka bir dünyayı gösterdin. Bu yüzden daha da özgür olmanı istedim hep. Öylesine özgür olmalıydın ki hayatını başkaları için yaşamalıydın.''
(Burada bir çeviri ya da basım hatası olduğundan, yaşamamalıydın olması gerektiğinden eminim.)

''Kızım geçmişte meydana gelen her şeyin aslında şimdiki zamana karıştığını, eski şeylerin şu anla bir olduğunu, şu an olan şeylerin de geleceğe karıştığını, gelecekte olacak şeylerin de geçmişe karıştığını ama bunu bizlerin hissedemediğini söyledi. Ama artık devam edemeyeceğim. Şu anda olan şeylerin geçmişle, gelecekle alakalı olduğuna, ama bizlerin bunu hissedemediğine inanıyor musun?''

''Evler tuhaftır. İnsanlar söz konusu olduğunda işler her zaman iyi gitmez ve bazen birisine çok yaklaştığında zehrini hissedebilirsin, ama evler öyle değildir. Kimse ilgilenmediğinde çok güzel bir ev bile hızla eskiyebilir. Bir ev ancak içinde birileri yaşadığı, hareket ettiği ve orada kaldığı sürece yaşar.''

''Bir ev, içinde yaşayan kişilerin dokunuşuyla hayat bulur. İçinde yaşayan kim olduğuna bağlı olarak da ya çok güzel bir ev olur ya da berbat.''


İyi okumalar...

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Büyü Dükkânı


Yazar: Yeşim Türköz
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 1998 Sistem Yayıncılık | 18. Baskı: Epsilon
Yayınevi: Epsilon Yayıncılık

İçeriğini bilmeden, ismini beğenip aldığım bi' kitaptı bu.
Parama yazık oldu, zamanıma yazık oldu.
Hem de çok yazık oldu...

Arka Kapak Yazısı:
''Hiç mucizelere inandığınız oldu mu? Ya da en azından bir mucizeyi düşlemenin gizli zevkini tattığınız? Örneğin “dile benden ne dilersen” diyen cömert bir cininizin olduğunu hayal ettiniz mi bir an olsun? Ya da isteklerinizin bir çırpıda gerçek olduğu büyülü bir mekânı? Belki evet, belki de hayır...

Büyü Dükkânı, hayatta istenebilecek her şeyin varolduğu, mucizevi alışverişlerin gerçekleştiği bir mekândır. Ünü, ülkenin dört bir tarafına yayılmış olan bu dükkâna gelen müşterilerin tek bir hedefi vardır: Kendilerine her şeyin vaat edildiği bu yerden, hayatta en çok istedikleri şeyi almadan ayrılmamak... Kimisi geçmiş yıllarını geri almak, kimi büyük bir aşk yaşamak, kimi de korkularından kurtulmak için oradadır. İsteklerine biçilen bedeli ödemeye çoktan hazırdırlar. Ancak Büyü Dükkânı’ndaki alışverişler kolay değildir. Çünkü usta satıcının bir kuralı vardır: Müşterisini dükkândan alabileceği en iyi şeyle göndermek... Yaşlı adam ile müşterileri arasında geçen sıkı pazarlıklar, hayata dair önemli sorgulamalar içermektedir.

Büyü Dükkânı’nda siz de kendi gerçeğinizle karşılaşabilirsiniz.
Ancak şu soruya hazırlıklı olun:

Hayatta en çok istediğiniz şey, hayattan alabileceğiniz en iyi şey midir?''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Geçmişi hatırlamayanlar, onu bir kez daha yaşamak zorunda kalırlar.''

''Bir insanın akıllı davranması için üç yol vardır: Birincisi iyi düşünmektir. Bu en soylusudur. İkincisi taklit etmektir. Bu en kolayıdır. Üçüncüsü, denemiş olmaktır. Bu en acısıdır.''
Konfüçyüs

''Ölmekten korkmadığını fark etti. Lucretius'un öne sürdüğü gibi, öldükten sonra insan, geride kendi varlığına özlem duyup acı çekecek bir benlik bırakmayacaktı.''

''Ne çok insan, sınırlı ömrünü, kendi işine yaramayacak şeyleri keşfetmek, üretmek ve dünyaya bırakmak için harcamıştı. Belki de asıl bırakmak istedikleri yalnızca isimleriydi. Acaba bu insanlar, dünyaya bir isim bırakmanın bedelini mi ödemişlerdi, yoksa dünyaya bıraktıklarının yanında isimleri de mi kalmıştı?''

''Bence bir insan bu kadar yetenekliyse, şöhreti, daha kendisi yaşarken tüm dünyaya yayılmalı. Bazılarının değeri, onlar öldükten sonra anlaşılır. Geç kalmış şöhretin, sahibine hiçbir yararı yoktur. Gizli kalmış şöhretlerin ise hiç kimseye bir yararı olmaz.''

''Büyük ve güzel kanatlar, ancak onları taşıyabilecek bir gövde varsa işe yarar. Aksi takdirde sırtınızda bir yük olmanın ötesine gidemezler.''

''Keyifli okumalar'' demeyi çok isterdim.
Keyif alabilirseniz alkış size...

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Sinek Isırıklarının Müellifi


Yazar: Barış Bıçakçı
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2011
Yayınevi: İletişimYayınları

Arka Kapak Yazısı:
“Cemil’in bütün gün evde ruhsal söküklerle uğraştığını da biliyordu Nazlı. Ev, iplik parçalarıyla, kırpıklarla dolu oluyordu, iki ucu bir araya getirilememiş hatıralarla ve partal fikirlerle. Yaşamak bu küçük evde de eksik kalıyordu; elli dört metrekare içinde Cemil’in yetişemediği, tamamlayamadığı şeyler vardı. Sessizlikler vardı. Hissettiği şeyi tam o anda kimseye söyleyememiş Cemil’in kuytuya köşeye bıraktığı sessizlikler, yutkunmalar ve toz.”

Aşk üzerine küçük bir roman.
Toplu konutta aşk ama...

Edebiyat üzerine küçük bir roman.
Edebiyatla hayatın birbirine karıştığı ama...

Arkadaşlıklar üzerine bir roman.
Hepsi üç kişi ama...

Barış Bıçakçı’dan yeni bir kitap. Aması yok.''

(Öyle iyi yazar, böyle güzel kitap diye devam eden ''reklamlar'' kısmını paylaşmıyorum.)

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Kadınlardan ne çok şey istiyoruz, diye düşünüyor Cemil. Bizi affetsinler, bize memelerini göstersinler ve ölümsüzlük versinler.''

''Kitaplar bir bakıma başarılmış, tamamlanmış şeylerdir. Oysa hayat başarılamayan ve tamamlanmayan şeylerle doludur. Siz dalgaların arasında boğuşurken bütün edebiyatçılar kıyıda güneşlenip matelerini yudumlarlar. Mate, çünkü en iyi Güney Amerikalılar kıvırıyor bu edebiyat işini.''

''Aforizma... Hani şu kahvaltıda ekmeğin üzerine sürdüğümüz beyaz ve kıvamlı şey. Sizi beslemez ama tok tutar. ''Doğru!'' dedi Cemil.
''Günümüzde pek çok yazarın kitabı aforizmalar toplamından başka bir şey değil. Atık romanın, öykünün kendine özgü dünyasını bulamıyoruz.'' Parmaklar yine birbirine sürtüldü. ''Kolayca dolaşıma girecek cümleler... Edebiyat ne yazık ki kolayca dolaşıma girecek cümlelere dönüşüyor. İnsanlar birbirlerine yazacakları, söyleyecekleri ifadeler peşindeler. Has okuyucuyu da aşındıran bir şey bu.''

''İnsan yalnızca bir beden olmayı kaldıramıyor, bu çok belli, diye düşündü Cemil. Halbuki yalnız bedeniz ve bununla baş edemediğimiz için ruh diye bir şey icat etmişiz. Doğrusu parlak fikir!''

''Dünyamızda alışılmışın dışındaki her şeyin açıklanması gerekir ve bu hiç de masum bir gereklilik değildir. Açıklama yaparsınız, neden gösterirsiniz, makul gerekçeler sunarsınız, sonra bir de bakmışsınız tam da sizden açıklama bekleyenlerin dilini kullanıyorsunuz, kendi dilinizi değil. Birilerine açıklama borçluysanız borcunuzu daima kendi dilinizi harcayarak ödersiniz.''

''Çünkü aşk başta anlam olmak üzere pek çok şeyi karşısına alır, huzuru örneğin, kararlılığı ve dengeyi. Kendi kendine sözler verirsin. Boşunadır.''

''Halbuki sızıntı hep vardır, ip gibi, yaşadıklarımızdan, okuduğumuz kitaplardan, seyrettiğimiz filmlerden zihnimize akan bir şeyler hep vardır.''

''Aforizma belki bilmek demek değildir ama bilmek çabasıdır, ona en azından bir başlangıç önermesine verilen değeri vermek gerekir. Şu da yeterince açık değil mi: Aforizma modern insanın kullandığı bir ağrı kesicidir. Hiç olmanın ağrısını dindirir. Sonra ağrı yine başlar.''

''Ağaçlardan bahsediyordu Cemil mektubunda, karanlık ve sessiz ormanlardaki ağaçlardan, onların gövdelerinden. ''Çizgiler, desenler, hatta resimler var bu gövdelerde. Falcılar baksalar kim bilir neler görürler, kavuşmalar ve ayrılıklar.''

''İş bahane, oraya kelimeleri aramaya gittin. Kelimeleri seviyorsun, bazen insanlardan bile fazla. Bardağın dibinde kalan çayı otlara doğru savururken, oluklardan yağmur suyu boşalırken, bir hatıra gözün kan gibi oturduğunda şıp diye bulacaksın onları, kelimeleri. Dokunmak isteyeceksin onlara, onları ceplerine doldurmak isteyeceksin.''

''Hayat, kendi kendilerini kopyalayan dev moleküllerden başka bir şey değil. Hayat dediğimiz sadece kimyadan ibaret. Periyodik tabloyu ezberlesek yeter. Evrendeki en bol elementin, hidrojen ile helyumun, aynı zamanda en hafif iki element olması her şeyi açıklıyor zaten. Böyle hafif bir evrende anlam ne arasın? Anlam ağırdır... Dibe çöker. Falcılar bu nedenle kahvenin telvesine bakarlar.''

''Şimdi bozulmuştu, kurma düğmesi dönmüyordu. Zembereği kırılmış olabilirdi,  durmadan başa dönmek yorar, metalleri de insanları da. Dörde on kalanın kesinliği de yol açmış olabilirdi zembereğin kırılmasına, çünkü kesinlik de yorar.''

''Karman çorman hissedişin tane tane çözüleceğini, yeniden, bu kez mükemmel bir düzen içinde bir araya geleceğini ve hayatın bir anlama kavuşacağını hayal etmek: yazmak.''

''Yaşamak ilerlemek olamaz, diye düşünüyor Cemil, ama geride bırakmak olabilir.''

''Çünkü zaman geçiyor, zaman geçiyor ve ahlak hiçbir zaman cankurtaran olmadı, o hep ayağa bağlanan bir taştı. Doğrudan dibe gidersin. Doğrudan.''

''Can sıkıntısından kurtulmak için fal bakan kadında zamana şımarıkça sahip olma hali vardı çünkü ancak bir şeye sahip olan ondan sıkılabilir.''

''Cemil, gerçekten de zihinde anların toplanarak süreklilik kazandığını biliyor, oysa hayatın sürekliliği hem birbirine eklenen hem de birbirini eksilten anların sürekliliğidir.''

''Açık pencereler çarpmasın diye pervazlara konulan minderler dışarı sarkıyor. Binalar insanlara dil çıkarıyor.''

''Bir yerde, insan kanının deniz suyuyla aşağı yukarı aynı kimyasal bileşime sahip olduğunu okumuştum. Kan, yaşamın ortaya çıktığı ilkel okyanustan bize kalan bir yadigarmış.''

''Ben doğru dürüst konuşamadığım, konuşmaktan tat almadığım birine aşık olamam. Konuşmak için de ortak bir dil, ortak bir duyarlılık gerekir değil mi? Ortak dili bulmanın zorluğundan söz ediyorum. Kibir değil bu!''

''Konuşamadığın birine aşık olamayacağını söylemek bence bir gerçeğin üzerini örtmeye çalışmaktan başka bir şey değil,'' dedi. ''Uyarsan huzurlu olacağın bir kural bulmaya çalışıyorsun sen.''


Keyifli okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Hayalperest / The Dreamer


Yazar: Pam Muñoz Ryan &  Peter Sís (Illustrator)
Çeviri: Özlem Sığırtmaç
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 2010 / Türkçe İlk Baskı: 2011
Yayınevi: İthaki Yayınları

Kitap kapağı muhteşem, içindeki illüstrasyonlar muhteşem, kahramanımız Neftali daha da muhteşem :)
Ben çok sevdim. Hatta öyle çok sevdim ki, numaralanmış 371 sayfaya sahip kitabı gece 02:00 civarlarında okumaya başlayıp, sabah uyanır uyanmaz elime alarak daha öğle vakti gelmeden bitirdim :)
Çocuk kitaplarını çok seviyorum.
Adı ''çocuk kitabı'' olup büyümeyen çocuklara yazılmış hazine kitapları daha çok seviyorum.
Kitaplığımda olmasından mutluluk duyduğum bi' kitap oldu bu, dilerim siz de seversiniz.

Arka Kapak Yazısı:
''Dünyaların en büyüğünde, gemilerin en küçüğünü hangi macera bekler?''


Altını Çizdiğim Cümleler:
''ETRAFINIZA BİR BAKIN.
SİZİN İÇİN YALNIZCA BİR TEHLİKE
VAR BURADA...''

Pablo Neruda''

''Neftali Reyes, sırtını yastıklara dayayarak yatağında oturmuş, önündeki ödevine bakıyordu. Öğretmeni, buna basit toplama diyordu; ama Neftali için hiçbir zaman basit değildi. Sayıların birdenbire kaybolmasını nasıl da isterdi! Gözlerini sımsıkı kapatıp açtı.
İkiler ve üçler sayfadan kalmaya başladılar ve onlara katılmaları için diğerlerine işaret ettiler. Beşler ve yediler yukarı fırladılar ve epey dürtüklendikten sonra dörtler, birler ve altılar da nihayet hareketlendiler. Ama dokuzlar ve sıfırlar yerlerinden kıpırdamıyorlardı, bu yüzden diğerleri onları bıraktı. Küçük şekiller, el ele tutuşarak uzun bir sıra oluşturup odanın içinde uçtular ve pencere pervazındaki bir çatlaktan dışarı kaçtılar. Neftali kitabını kapayarak gülümsedi.
Sayfada sadece tembelce yayılan sıfırlar ve dokuzlar kalmışken, kimse ödevini tamamlamasını bekleyemezdi.''

''Neftali, Tamamlanmamış bir merdiven hangi gizemli ülkeye uzanır?''

''Mapuçeler hakkında son durum nedir?'' diye sordu tüccar.
''Onları bölgeden çıkarmaya çalışıyoruz,'' dedi bir dükkancı. ''Ama çoğu bizi dinlemiyor. Bu bölgeyi geliştirip Temuco'da güzel bir toplum hayatı oluşturmak isteyen bizler için zor zamanlar bunlar.''
Orlando Dayı boğazını temizledi. ''Mapuçe halkı yüzyıllardır bu bölgede yaşıyor. Neden anayurtlarını terketsinler?'' Gözlerinde haklılığını savunmaya hazır bir kararlılık ateşi vardı.
Neftali, dayısının neyin doğru ve neyin yanlış olduğu hakkındaki düşüncelerini hiç çekinmeden söylemesine gıpta ediyordu. Neftali'nin de aynısını yapabilecek kadar kendine güveni olacak mıydı bir gün?''

''Kesinlikle hayır,'' dedi babası. ''Onun daha büyük planları var. Bir doktor veya dişçi olacak.''
Neftali başını kaldırıp babasına baktı. Doktor veya dişçi? Neftali, ne olacağını daha kendisi bilmiyorken babası nasıl biliyordu?''

''Muazzam renklerin ve uzaklardaki ufuk çizgisinin yumuşak kıvrımının yarattığı manzara Neftali'nin nefesini kesmişti. Kayalıklara çarpan beyaz köpüklü dalgaların yüksekliğini, koyu renkli kumu ve balıkla tuz fısıldayan havayı hiç hayal etmemişti. Kendini küçük ve önemsiz ama aynı zamanda çok büyük bir şeyin parçasıymış gibi hissederek büyülenmiş bir şekilde durdu.''

''Bir sığınağın ve bir hapishanenin duvarları hangi malzemeden yapılmıştır?''

''Mamadre kolunu Neftali'nin omuzlarına doladı. ''Dıştaki yaralar aldatıcıdır. Belki acısı başka bir şeyden kaynaklanıyordu. Bir kuğunun başka kuğulara ihtiyacı var, tıpkı insanların başka insanlara ihtiyacı olduğu gibi.''

''Ama Neftali onu bırakmaya hazır değildi. Bir dakikaya daha ihtiyacı vardı. Kulağına fısıldadı: ''Söyledikleri şey doğru değil.''
''Doğru olmayan ne oğlum?''
Gözünden bir damla yaş süzüldü. ''Kuğular ölürken şarkı söylemiyorlar.''

''Orlando Dayı sırtını dikleştirdi. ''Neftali, her zaman yapılabilecek bir şeyler vardır. Şimdilik teslim olmuş görüneceğim. Ama asla gerçekten boyun eğdiremezler. Bekleyeceğim. Ve sonra en baştan başlayacağım.''

UTANGAÇLIK
Ben kendim, pek farkında değildim, var olduğumun,
var olabileceğimin ve varlığımı sürdürebileceğimin.
Korktum bundan ve hayatın kendisinden.
Görülmek istemedim.
Varlığımın bilinmesini istemedim.
Solgun, zayıf ve dalgın oldum.
Konuşmak istemedim ki kimse
sesimi tanımasın, görmek istemedim ki
kimse beni görmesin.
Yürürken kendimi duvara yapıştırdım
sessizce uzaklaşan bir gölge gibi...

Keyifli okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi-Sittirella Marka

Dünya Ağrısı


Yazar: Ayfer Tunç
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2014
Yayınevi: Can Sanat Yayınları

İçimi çize çize, bazı çizikleri ise derin açıp kanatarak okutturan bi' kitap oldu.
Belki de, benzer bi' coğrafyada, şehirde, kasabada yıllar geçirip, dünya ağrısı çeken ama o zamanlar derdinin ne olduğunu anlayamadığım çok insan tanıdığım içindir.
Artık biliyorum.

Arka Kapak Yazısı:
"Hayat, kayaç katmanları gibi parçalarına ayrılan değersiz bir kütledir."

Türkçe edebiyatın sözünü sakınmayan kalemi Ayfer Tunç, yazarlık hayatının 25. yılında sarsıcı bir romanla karşımızda.

Hayatı "yolcu" olarak yaşamak isterken baba mirası otelin işletmecisi, ailesinin "reisi" olmak zorunda kalan Mürşit, her geçen gün tamahkârlaşan bir şehirde, gerçek dostluğu İstanbul'da bıraktığı hayaletlerden kaçarak Mürşit'in oteline sığınan Madenci'de buluyor. İki arkadaşın dünya algısı, okuyucuya Türkiye tarihindeki utanç sayfalarının bir özetini sunuyor.

Arka planı toplumsal facialar, kitlesel cinnet hikayeleriyle örülen Dünya Ağrısı'nda, geçmişle hesaplaşma cesaretini gösteren insanları yaşadıkları toplumdan ayıran sınır imleniyor.

Dünya Ağrısı kelimelerle sıkılmış bir yumruk.

''Böyle bir şehirde sır saklamanın imkansız olduğunun farkında değil. Öğrenecek elbet, bir gün şehir dediği şeyin birbirini gözleyen sayısız gözden ibaret olduğunu o da anlayacak. Ama buna çoktan alışmış olacak ya da daha fenası başkalarını gözleyen sayısız gözden biri haline gelecek. Babamın oğlu o olmalıydı diye düşünüyor, ben, oğlum gibi bir oğul olsaydım babam mutlu ölürdü; oğlum babamın istediği gibi bir oğul olduğu için ben mutsuz öleceğim.''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Hafızası insanın düşmanıdır,'' dedi aynı gece. ''Unuttum, kurtuldum sanırsın ama öyle bir şey yok. Yaşanmıştan kurtulmak yok. Toprağa girene dek takip eder seni olmuş olan.''
''Yapman gereken şeyler de var ama, dedi Madenci, ''Toprağa girmeden önce muhakkak yapman gereken şeyler. Yapmazsan ruhun huzur bulmaz, intihar bile paklayamaz seni..öyle şeyler.''

''Bir süredir neşe yutucu biri olduğunu düşünüyor, yüzünde etrafındaki neşeyi çekip yutan bir kara delik var sanki. Ne olduğunu bilemiyor ama bir şey var.''

''Gidecekler. Kız evlatlar gider, özgür değildirler, asla olmazlar ama yine de giderler, bir kafesten başka bir kafese. Erkek evlatlar kalır, evlerin özgür demişbaşlarıdır onlar.''

''Yemeği paylaşırlarsa içinde boğuldukları kederi de paylaşacaklarını sanıyor ama kederi paylaşmak acıyı azaltmıyor, arttırıyor.''

''Oğlu böyle bir şehirde sır saklamanın imkansız olduğunun farkında değil. Öğrenecek elbet, bir gün şehir dediği şeyin birbirini gözleyen sayısız gözden ibaret olduğunu o da anlayacak. Ama buna çoktan alışmış olacak ya da daha fenası başkalarını gözleyen sayısız gözden biri haline gelecek.''

''Camiye gitsen,'' dedi Pehlivan ''dua, namaz iyi gelir.''
''Gittim,'' dedi Mürşit. ''Bir faydası olmadı.''
Pehlivan ''İlaç gibi,'' diye mırıldandı. ''İlaç bile inanırsan yarar diyorlar.''
Mürşit keşke inanabilseydim diye düşündü, inanmak dayanak olabilir, sonsuz hayata inanmak bu kıza ama acılı dünyaya tahammül etmenin en mümkün yolu.''

''Hayatına şekil veren mecburiyetler geçti aklından. Bunlara bir de bitmek bilmeyen suçluluk hislerini ekledi, sonuç şu anda olduğu şey: hiçlik.''

''Buralılar en çok durgun huzurlarının bozulmasından korkarlar. Soyut olasılıklar hakkında konuşmazlar. Olmuşu konuşurlar ancak, değiştirmenin imkansız olduğu, yaşanmış bitmiş şeyleri, onları da tahrif ederek, çalkantılı bir dedikodu, şehrin üstünden esip geçmiş bir rüzgar olarak.''

''Anlatabilmek için anlatılacakların olgunlaşmasını beklemek lazım. Bir acıyı zamansızca anlatmak dokusunu bozar, beklemek lazım.''

''Bir günahı yıllarca hafızanın  dehlizlerinde taşımak, cehennemi dünyada yaşamak demek.''

''Bunlar horoz dövüştürmeyi de severler, köpek dövüştürmeyi, insan dövüştürüp seyretmeyi çok severler.''

''Niye intihar etti kızı?''
''Yaşamak ağır geldi herhalde, ne bileyim. Sevda dediler ama değil. Olsa bilirdik.''
''Değilse niye sevda dediler ki?''
''Bir tek sevda yüzünden intihar edenleri affediyorlar da ondan. Sen hiç borç yüzünden intihar edenin arkasından türkü yakıldığını duydun mu?''

''İnsanın yaşlandıkça kısalmasının nedeni bu, kemiklerin kısalmasıyla ilgisi yok, yerçekimi denen şey dünyanın yorgunluğu aslında, bizi yere çeken şey dinmeyen bu yorgunluk.''

''Mümkün olsa kalan ömrünü şu anda isteyene verir. Almam diyen bir Allah'ın kulu da çıkmaz. Herkes pek seviyor hayat denen bu sıkıntıyı, kimsenin ölesi yok.''

''Rakamlar duyguları uyandırmaz,''dedi Madenci. ''Yüz elli dedin diye kimse dehşete kapılmaz, yediyi duyunca kimsenin gözlerine yaş dolmaz. Ama beş sınıf dolusu ölü çocuk cümlesi korkunçtur.''

''Topluca işlediğimiz günahlar bedeli ödenmedikçe ikramiyesi gelecek haftaya devreden piyangoya benziyor,'' dedi. ''Bir gün hepimize büyük ikramiye çıkacak, o zaman topluca günahlarımızın altında kalacağız.''

''Hem aşk en iyi ihtimalle hastalıktır, çoğu zaman iyileşirsin, iyileşmezsen de ölürsün.''

''Hayat dediğin dünya üzerinde bir arayış. İnsan ne aradığını da bilmiyor işin kötüsü.. bulsan da bir bulmasan da. Belki pes etmek en iyisidir.''

''Dünya bende ağrı yapıyor, anladın mı? Anlamadın. Anlamazsın, çünkü kadınsın, dünyadan şikayet etmek bir lüks ve bu lüks kadınlara tanınmamış.''

''Zaman bir değirmen taşı Mürşit,'' dedi, ağzını elinin tersiyle silerek. ''Taşın işi dönmek sanırsın, halbuki öğütmektir.''

''Zaten hep birileri gelir, birileri gider buraya. O arada dünya döner, gündüzler geceye bağlanır, ay bulutların arasına girer çıkar, ben kök saldığım yerde kalırım. Bazıları benim gibi ağaç doğar.''

Keyifli okumalar :)

Görsel: Sahibinin sesi-Sittirella Marka

Lizbon'a Gece Treni / Nachtzug nach Lissabon / Night Train to Lisbon


Yazar: Pascal Mercier
Çeviri: İlknur Özdemir
Orijinal Dili: Almanca
Basım Yılı: 2004 / Türkçe İlk Baskı: 2012
Yayınevi: Kırmızı Kedi

Çok beğendiğim, çok sevdiğim, sindire sindire  -hatta hemen her sayfada bi' paragrafın, bi' cümlenin altını çizerek- okuduğum nadir kitaplardan biri oldu.
Tarafsız kalamayacağım, ''Acaba bir okuyucuyu yanlış yönlendirir miyim?'' kaygısına düşmeyeceğim; enfesti!
Altını çizdiğim cümlelerin tamamını buraya aktarmış olsaydım kitabı alıp okumanıza gerek kalmazdı herhalde :)

Arka Kapak Yazısı:
''Antik diller öğretmeni Raimund Gregorius lisede ders sırasında ansızın sınıftan çıkar, duyduğu Portekizce bir kelimenin büyüsüne kapılarak yaşadığı şehri, düzenli hayatını terk edip hakkında hiçbir şey bilmediği gizemli bir Portekizli'nin, doktor ve yazar Amadeu Prado'nun izini sürmek üzere Lizbon'a doğru trenle yola çıkar. Tesadüfen eline geçen ve Prado'nun, hayat, aşk, yalnızlık, arkadaşlık, ölümlülük ve ölümle ilgili notlarının bulunduğu kitabın etkisinden çıkamayan Gregorius, dilini bilmediği, ilk kez gittiği bu yabancı ülkede ve bu olağanüstü yolculuğu sırasında Prado'nun hayatının değişik evrelerinde yer almış insanlarla bir araya gelip onun farklı söylencelerle dokunmuş hikâyesinin derinlerine iner. Bir yandan da kendi içsel yolculuğunu sürdüren Gregorius, Diktatör Salazar'a karşı savaşmış Amadeu Prado'nun kişiliğinde kendine ve insana ilişkin pek çok sorunun yanıtını ararken, bir başkası olmanın dayanılmaz çekiciliğine de karşı koyamayacaktır. Lizbon'a Gece Treni, sadece Avrupa'dan değil, kendi zihnimizden ve ruhumuzdan da geçen ve dönüşü belli olmayan bir yolculuğun çok sesli, unutulmaz romanı.''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Birer nehirdir hayatlarımız
adına ölüm denen,
o denize doğru akan''

''Önemli olan, basit bir şeydi: Eski metinleri didik didik edebilmek, dilbilgisi ve üslup açısından en küçük ayrıntısına kadar öğrenebilmek ve her bir deyimin hikayesini bilmekti. Diğer bir deyişle: İyi olmaktı. Alçakgönüllülük değildi bu; kendisi söz konusu olduğunda hiç mi hiç alçakgönüllü değildi. Tuhaflık ya da sapkın bir kibir de değildi. Sonradan ara sıra düşündüğü gibi, gösteriş meraklısı bir dünyaya yöneltilmiş sessiz bir hiddetti, sadece müze bekçiliğine terfi edebilen babasının bir ömür boyu altında ezildiği kendini beğenmişlerin dünyasından öç almak istediği için kullandığı katı bir inattı.''

''Yaşadığımız binlerce şeyden olsa olsa bir tanesini dile getiririz, onu da gelişigüzel ve hak ettiği özeni göstermeden yaparız. Dile getirilmemiş bütün o deneyimlerin arasında hayatımıza belli etmeden biçimini, rengini, tınısını verenler de vardır. Bizler, ruhları araştıran arkeologlar olarak, bu hazinelere yöneldiğimizde, onların ne kadar dağınık olduklarını keşfederiz. İncelediğimiz şey, kımıldamadan durmak istemez, kelimeler yaşananın üzerinden kayıp gider, sonunda kağıdın üzerinde bir sürü çelişki kalır.''

''Gözlerinin altında mor halkalar vardı, ama bunlar yorgunluk, bitkinlik ya da hastalık halkaları değil, ciddiyet ve hüzün halkalarıydı.''

''Gazete okurken, radyo dinlerken ya da kafede insanların konuşmalarına dikkat ederken, hep aynı sözlerin söylenip yazılmasından, hep aynı deyimlerin, süslü sözlerin, metaforların kullanılmasından çoğu zaman bıkkınlık, hatta tiksinti duyuyorum. En kötüsü, kendime kulak vermem ve benim de hep aynı şeyleri söylediğimi saptamam. Müthiş aşınmış ve harap olmuş kelimeler bunlar, milyonlarca kez kullanılmaktan yıpranmışlar. Hala bir anlam taşıyorlar mı?''

''Zor kullan bakalım, kendine zor kullan, şiddet uygula ruhum; ama daha sonra kendini saymaya, saygı göstermeye zaman bulamayacaksın. Çünkü insanın bir tane hayatı vardır, tek bir hayatı. Ama senin için bu hayat neredeyse bitmiştir, o hayatı yaşarken kendine hiç dikkat etmedin, başkalarının mutluluğunu kendi mutluluğun saydın... Oysa kendi ruhlarındaki hareketleri dikkatle izleyenler mutlaka mutsuz olurlar.''

''Sorun,'' dedi Silveira, tren Valladolid istasyonunda dururken, ''hayatımızı kuşbakışı göremememiz. Ne ileriye ne de geriye doğru. Eğer her şey yolunda gidiyorsa şanslıyız demektir.''

''Okuyan insanlar vardı, bir de ötekiler. Birinin okuyan mı okumayan mı olduğu hemen anlaşılıyordu. İnsanlar arasında bundan daha büyük bir fark yoktu.''

''Hayatımızın gerçek yönetmeni rastlantıdır -gaddar, acımasız ve büyüleyici bir cazibesi olan bir yönetmen.''

''İnsanın kendisini tam anlamıyla kavrayabilmesinin en iyi yolunun bir başkasını tanımayı ve anlamayı öğrenmek olması mümkün müydü? Hayatı bambaşka bir çizgi izlemiş, bambaşka bir mantığa sahip olmuş birini? Bir başka hayata duyulan merak, insanın kendi zamanının tükenmekte olduğunun bilincinde olmasına nasıl uyardı?''

''Ruhun felç olmasını önlemek için bir mücadele bu,'' dedi, birkaç hafta sonra da: ''Neden daha önce başlamadım ki buna! İnsan yazmadıkça tam olarak uyanık olmuyor. Ve kim olmadığını bilmemesi bir yana, kim olduğu hakkında da bir fikri olmuyor.''

''Sonsuzluğun bakış açısından bakılınca,'' diye tamamlardın bazen, ''önemi azalıyor.''

''Hiç kimse, tartışmacıların hiçbiri, öne sürülen nedenler karşısında fikrinden cayma belirtisi göstermiyordu. Ve ansızın irkilerek, hatta bedenimde hissederek bu irkilmeyi, şunu anladım: Her zaman böyledir bu. Bir başkasına bir şey söylemek: O sözlerin bir etkisi olacağını nasıl bekleyebiliriz? İçimizden her zaman akan düşünceler, resimler ve duygular ırmağı, bu azgın ırmak öyle şiddetli ki, bir başkasının bize söylediği bütün sözlerin, eğer o sözler tesadüfen, tamamıyla tesadüfen kendi sözlerimize uymuyorlarsa, sulara kapılıp gitmemesi, unutulmaya terk edilmemesi bir mucize olurdu. Benim için durum farklı mı diye düşündüm. Ben bir başkasına gerçekten kulak verdim mi hiç? Onu söyledikleriyle birlikte içime aldım mı, içindeki ırmağın yönünün değişmesine izin verdim mi?''

''Ama orada hiç kimse konuşmaya gereğinden fazla önem vermez, insanlar konuşurlar ve konuşmanın tadını çıkarırlar, tıpkı dillerinden sözlerin yorgunluğu gitsin diye dondurma yalamanın tadını çıkardıkları gibi. Oysa burada herkes hep durum öteki türlüymüş gibi davranır. Sanki söyledikleri inanılmaz derecede önemliymiş gibi. Ama o önemli sözlerin de uyumaları gerekir, sonra geriye pis kokulu bir sessizlik kalır, çünkü her yerde kendini beğenmişliğin kadavraları yatmakta, sessizce kendi kendilerine kötü kokular yaymaktadırlar.''

''Amadeu bir kitabı okursa,'' demişti bir başka öğretmen, ''o kitapta harf kalmaz. Yalnızca anlamı değil, matbaanın mürekkebini de yutar o.''

''Kendini beğenmişlik, derdi, takdir edilmemiş bir budalalık türüdür, kendini beğenmiş olabilmek için, yaptıklarımızın tümünün kozmik önemsizliğini unutmalıyız, ki bu da olağanüstü bir budalalık türüdür.''

''Adlar, başkalarının bize, bizim de onlara giydirdiğimiz görünmez gölgelerdir.''

''Bir gün bir yerde şöyle bir cümle okumuştum: Arkadaşlıkların süresi vardır ve biterler.''

''Sevgiye inanmazdı. Hatta kaçınırdı o kelimeden. Kitsch bulurdu. Şu üç şey dışında bir şey yok derdi: Arzu, hoşnutluk ve güvenlik duygusu. Bunların hepsi geçiciydi. En geçici olanı da arzuydu, sonra hoşnutluk geliyordu ve ne yazık ki güvenlik de, yani birinin yanında kendini korunmuş hissetmek de, günün birinde dağılıp giderdi. Hayatın olmayacak talepleri, baş etmemiz gereken her şey, ne yazık ki pek çoktular, çok güçlüydüler, bu yüzden duygularımız yara almadan uğraşamazdık onlarla. Bu yüzden sadakat önemliydi. Onun bir duygu olmadığını söylerdi, bir arzuydu o, bir karardı, ruhun taraf tutmasıydı. Karşılaşmaların tesadüfiliğini ve duyguların rasgeleliğini bir zorunluluğa dönüştürürdü. Bir tutam sonsuzluk, derdi, sadece bir tutam, ama olsun.''

''Ben olgunlaşma dedikleri şeyi hep reddettim. Olgunlardan hoşlanmam. Olgunluk denen şeyi fırsatçılık ya da katıksız bezginlik sayarım.''

''Beklentilerini azaltırsa daha hakiki olacağını, büzülüp sert, güvenilir bir çekirdek haline geleceğini ve böylece hayal kırıklığının vereceği acıya karşı şerbetli olacağını umut edenler olabilir. Ama kollarını kendisine uzatan, arsızlık eden her beklentiyi kendine yasaklayan bir hayat yaşamak nasıl bir şey olurdu, yalnızca, otobüs gelse türünden değersiz beklentilerle dolu bir hayat?''

''Kitsch, bütün hapishanelerin en kötüsüdür, diye yazmıştı Prado. Parmaklıkları, basitleştirilmiş, sahte duyguların altınıyla kaplanmıştır, bir sarayın sütunları sanır insanlar onları.''

''Yolculuk edemeyen insanlara neden acırız? Dıştan genişleyemeyecekleri için içlerinde de yayılıp genişleyemezler de ondan; kendilerini çoğaltamazlar, böylece kendi içlerinde kapsamlı gezilere çıkamazlar, başka kim ve ne olabileceklerini keşfetme fırsatından yoksun kalırlar.''

''Neden kendi hayatın için hiç mücadele etmiyorsun, oysa satrançta mücadele etmesini iyi biliyorsun! demişti Florence kaç kez. Hayatta mücadele etmeyi gülünç buluyorum da ondan, demişti, insan zaten kendisiyle yeterince mücadele ediyor.''

''Yalnızlık dediğimiz şey nedir aslında, derdi, sadece başkalarının eksikliği olmamalı, insan bir başına da olabilir ama yalnız olmaz; ve insanların yanındayken de yalnız olabilir, o zaman nedir yalnızlık? Karmaşa içinde yalnız olabilmemiz onun kafasını hep meşgul ediyordu. Tamam, diyordu başkalarının da yanımızda olması, yanı başımızdaki boşluğu doldurmaları önemli değil. Bizi överlerken bile, ya da dostça konuşma sırasında akıllıca, kendilerini bizim yerimize koyarak öğüt verirlerken bile yalnız olabiliriz. Demek ki yalnızlık salt başkalarının mevcudiyetiyle ilgili bir şey değil; ve yaptıkları şeyle de. Öyleyse neyle ilgili? Neyle Tanrı aşkına?''

''Zamanını boşa harcama, işe yarar bir şey yap.''
''İşe yarar ne anlama geliyor? Daha sonra nasılsa zaman bulurum yanılgısına tutunmamak. Gerekli olan değişimle bağlantılı rahatlığa, kedini aldatmaya ve korkuya karşı yürütülen savaşta bir araçtır, uyarı. Hayal edilen yolculuğa çıkmak, bu dili öğrenmek, şu kitapları okumak, bu takıyı satın almak, o ünlü otelde bir gece geçirmek. Kendini ıskalamamak.
Daha büyük şeyler de dahildir  buna: Hoşlanılmayan işten çıkmak, nefret edilen bir ortamdan ayrılmak. İnsanın daha hakiki olması, kendi özüne yakınlaşması için ne gerekliyse yapmak.''

Keyifli okumalar :)

Görsel: Google Images
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...