Fırında kabak dizme


Fırında kabak dizme pişirdim.
Yaparken fotoğraf makinesinin yakınımda olmasını fırsat bilip bir kaç adımı çekince burada paylaşayım dedim.
Hem yapımı kolay ve zahmetsiz, hem de pişme süresi çok uzun olmadığı için -ve de kalori açısından diyet yemekler sınıfına girdiği için- bir kez denemenizi tavsiye ederim :)

MALZEMELER:
Dört kişilik hazırladım.
Kişi sayısı kadar kabak-domates-soğan ve sarımsak.
Ne çeşit biber kullanacağınıza göre biber sayısı değişiyor.
Ben dolmalık biberlerin en büyük boyundan kullandığım için iki adet yetti.
Soğanlar küçük olduğundan ve domatesi çok sevdiğimden dolayı birer tane fazla ekledim pişirirken.
Fotoğrafta görülenlere ilaveten 5-6 kaşık zeytinyağı, tuz, karabiber ve de üzerine serpeceğiniz peynire ihtiyacınız var.
Ben rendelenmiş mozzarella tercih ettim. Rendelenmiş kaşar peyniri veya parmesan da kullanılabilir.
Yani tadını sevdiğiniz ve eriyebilen her tür peyniri kullanabilirsiniz.


HAZIRLANIŞI:
Kabakları yarımşar santimlik dilimler halinde doğrayıp, bir kabın içinde tuz ve karabiberle harmanlamanız gerekiyor. Acı sevenler kırmızı pul biber de eklesinler :)

Sonra diğer sebzeleri de dilimler halinde doğrayacaksınız.
Sarımsağı nasıl diliyorsanız öyle kullanın. İster dilimleyip en son aralara serpiştirin ister bütün halinde sadece koku için aralara atın.


Sonra, büyün malzemeleri sırayla fırın tepsisine/borcama/fırın kabına artık ne kullanacaksanız bir kabak, bir sebze olmak üzere diziyorsunuz.


Sarımsakları sebze aralarına sıkıştırın ki yanmasınlar
Üzerine zeytinyağını gezdirip, üzerini kapatıp, 200 derecede 3-5 dakika ısıttığınız fırına sürüyorsunuz.
Otuz dakika üzeri kapalı halde pişiriyorsunuz.


Sonra üzerini açıp on beş dakika daha pişiriyorsunuz.


En an adımda peynirini serpip, beş-on dakika daha pişiriyorsunuz.


Yenecek kadar ılıklaştığındaysa servis edip bi' güzel yiyorsunuz :)


Afiyet olsun :)

Hanimiş: Fırın tepsilerini kullanıma alıştırmak için Borcam veya seramik kap kullanmadım, fırın tepsisinin üzerine alüminyum folyo ve yağlı kağıt kullanarak pişirdim. Gayet güzel ve sorunsuz pişti. Lezzeti de çok güzeldi.
Demem o ki, özel kap şart değil, folyo ve kağıt da işinizi görür :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Ooo, çok sert!


Herkese merhaba,
Bugüne dek hiç değinmediğim bir konu hakkında yazmak için bilgisayarımın başındayım.
Biraz sert olacak, üzerine alınan çok kişi olacak biliyorum ama az sonra yazacaklarımdan dolayı kimseden özür dilemeyeceğim.

Bildiğiniz gibi -bilmiyorsanız da şu an öğrendiğiniz gibi- çok uzun süredir Polonya'da yaşamaktayım.
Polonya vatandaşıyım. Polonya'da çalışıyorum, vergimi bu ülkeye veriyorum. En azından ödediğim vergi, bakan çocuklarının ayakkabı kutularında saklanmıyor bu ülkede...ama bugün konumuz bu değil.

Son zamanlarda çok fazla ''Ben Polonya'ya geliyorum'' maili almaya başladım.
Geliyorsanız hoş geliyorsunuz...da, BANA NE?!?

Cidden, bana ne? Neden bana yazıyorsunuz? İş bulma kurumu muyum? Polonya'da yaşamanın yollarını göstererek mi kazanıyorum hayatımı? Oradan bakıldığında ''Polonya Rehberi'' gibi mi görünüyorum?
Ne zaman mail kutumda böyle bir mail görsem sinir oluyorum. Artık yanıtlamıyorum bile mailleri.

İlk başlarda, çok iyi niyetli davranarak bana sorulan tüm sorulara cevap vermeye çalışıyordum. Çok da cici bir kaç kişiyle tanıştım bu mailler sayesinde ama olay artık masumiyetini kaybetti.
Düşünsenize, her hafta en az iki-üç kişiye benzer mailleri gönderiyorsunuz. Hep aynı sorular, benzer sorunlarla karşılaşıp insanları kırmadan-üzmeden bilgilendirmeye çabalıyorsunuz.
Buna rağmen yaranamıyorsunuz!
Sosyal medyada bile Polonya hakkında bir soru sorulduğunda ''Benim orada yaşayan arkadaşım var, sana her türlü yardımcı olur!!!'' diyerek bana yönlendiren bloggerlar mevcut.
Tabi ya, her türlü!!! yardımcı olunur!

Saçma sapan sorular soruluyor.
Polonya'da yaşam nasıldır?
Buyrun burdan yakın, ucu-bucağı olmayan bir konu. Elimden geldiğince yazıyordum.
Polonya'da havalar nasıl?
Bu da mantıksız aslında ama neyse. Soğuk işte, soğuk.
Polonya'da ekonomi, hayat şartları, geçinmek için kazanılması gereken minimum para nedir?
Ben senin hayat standartlarını, tutmak istediğin evi, almak istediğin eşyayı vs. nereden bileyim? Bu soruya nasıl cevap vereyim?
Polonya'da giyim-kuşam nasıl? Kıyafet fiyatları nasıl? vs.
Buna da oturup örneklerle cevap veriyordum.
Polonya'da iş olanakları nasıldır? Kolayca iş bulunur mu?
Tüm şirketler açmış kapılarını, -Polaklar dururken- Türkiye'den gelecek insanların oturma-çalışma izinleri için binlerce dolar ödeyelim de kendimize çalışan yapalım diye bekliyorlardı zaten.
Polonya'ya gelmek istiyorum! Polonya'da yaşamak istiyorum! Bana yol-yordam göster.
Emrin olur! Ne demek...
Polonya'lı bi' çocuğa/kıza aşık oldum. Polonya hayalleriyle yatıp-kalkıyorum. N'olur yardım et!
Dövsem dövülmez, evlat olsa sevilmez.
Nasıl ''Avrupa Birliği'' pasaportu  alabilirim?
Tezgahlarda satılıyor pasaportlar burada, almayanı dövüyollaaaa!
Erasmus'la gelenler var ki ayrı hikayeler.
''İçki sudan ucuzmuş diyollaaaaa, doğru mu?''
İçki Erasmus öğrencilerine bedava. Sen yeter ki gel.
Bi' de ''Polonya'ya geliyorum, tanışalım mı?'' teklifleri var ki Ayayay! Evlerden ırak!
Sözlükte, Polonya başlığına bir iki gönderi yapmıştım. Şu an bile mesaj kutum Polonya hakkındaki sorularla dolu :/

Unutmadan, bir de bana mail gönderip, bir kaç sorusunun cevabını aldıktan sonra aylarca yazmayıp birden ''Meriba şekerim! Ben geçen ay geldim de, bugün bilmem nereden bilmem ne almaya gitmek istiyorum, sence doğru mu yapıyorum, kazıklanır mıyım? Bana şunun-bunun fiyatını söyler misin?'' diye işi düştüğünde aklına geldiklerim var ki; yedi boy ecdadına dek küfür etmeyi görev biliyorum kendime.

Bunların bir de turistik amaçlı mail gönderenleri var ki sözün bittiği yer burası:
''Polonya'ya gezmeye geleceğim, oteller çok pahalıymış. Dört-beş gün sizde kalsam olur mu? Hem tanışmış oluruz!''
Veya, ''Senin yaşadığın şehre gelsem beni gezdirir misin? Hem sende kalırım, boşuna para harcamam''
Cidden...aynen böyle yazıyorlar. Şaka değil yani.
Pardon! Bu ne yüzsüzlük?!?

Cevap vermezsem aynı soruları ısıtıp ısıtıp tekrar tekrar gönderiyorlar.
Terslersem ''terbiyesiz, götü kalkık, ukala, burnu büyük'' oluyorum.
Evet efenim, çok terbiyesizimdir sizden daha terbiyesiz olamasam da.
Götüm de kalkıktır; kıçım yere yakın değildir çok şükür.
Çok da ukalayımdır ama bilemediniz!!! burnum minnacıktır!

Gerçek hayatta tanıştığım, arkadaşım dediğim kişilerin tavsiye isteklerini/ricalarını elbette yanıtlarım.
Onların başım üzerinde yeri var. Onlar benim ''Arkadaşım''. Onlar gelirler de, kalırlar da...
Amaaaaa, arkadaşlarımla blog üzerinden yaptığım sohbetlere özenip kendilerini de aynı sınıfa sokanlara, baş parmağımı işaret ve orta parmaklarımın arasına sıkıştırarak gösteriyorum.
Tanımadığım etmediğim, bana Polonya rehberi muamelesi yapmayı planlayanlar gönderinin fotoğrafına baksınlar.

Nokta.

Görsel: Deviantart.com /FUCK OFF...by Gabzzi 

Kırismıs tatiline girerkene :)

Uzun zamandır ''bugünlerde ben'' gönderisi yapmıyordum.

Bugünlerde ben:
Yeni adresime gelen ilk yeni yıl kartımı almanın sevincini yaşıyorum :)

Kartı görünce kocaman kahkaha attım :)
Çok beğendim, çoook!
Yanında gelen minnak kız, bu akşam okumaya başlayacağım ''Parasız Yatılı'' kitabıma ayraç olacak :)
Bu kitabı da Leylak Dalı'm hedaye etmişti bana :)
Seviyorum nan seni! :)
Kediş de süper şirinmiş, inceliğin bu kadarı...
Çok teşekkür ederim Leylak'ım! :)

Bugünlerde ben:
Çok hastalandım.
Yıllardır yaşamadığım sağlık sorunlarının hepsi el ele verip yatıya kalmaya geldiler :(
Şöyle izah edeyim: minare gibi bir boya sahip olmamdan kelli (1.80) yıllardır çektiğim duruş/oturuş sorunum vardır.
Son dört yıldır, günde -en az- sekiz saat, bilgisayar karşısında neredeyse kıpırdamadan çalışmaktan dolayı sırtım ve belim iflas etti.
Bilek ve kol ağrıları da tuzu-karabiberi oldu :(
İki hafta raporluydum...bu iki haftadan sonra bir hafta çalıştım ama ağrılarım devam ettiği için doktorum yeterince dinlenmediğime karar verdi ve iki hafta daha rapor verdi.
Bu iki haftadan sonra durumumda hafif bir düzelme olduğu için ''tek'' bir günü ofiste geçirdim ve son iki haftadır da evden çalışıyorum.
Bugün ''Kırismıs'' tatili öncesi son iş günüm :) Bu da demektir ki, önümüzdeki iki hafta boyunca tatildeyim.
Sizin anlayacağınız, iki ayda sadece tek bir gün ofisten çalışarak şu işe başladım-başlayalı en ''Oh bea!'' günlerimi yaşadım :)
Ağrıyı ofiste de çalışsam çekecektim, evden de çalışsam çekecektim ama en azından evde olunca arada uzandım, dinlendim...
Taşındık, evi az buçuk yerleştirdim :)

Fakaaaaaat, bu kas/kemik ağrıları tabisi de yeterli gelmedi bünyeme.
Kalınvalidem (Mama Maria) sağolsun, taşınma sırasında yardıma!!! geldi. :)
Güya bana yardım edecekti de, benim işim hafifleyecekti de, yorulmayacaktım da, iyileşecektim de... peeeh! :)
Arkasını toplayıp-temizlemekten on kat beter yoruldum :)
Bi' gün ''kalınvalidem'' gönderisi yapayım da maceralarını paylaşayım :))) Alem kadın! :)
Yemek yapar...mutfak savaş alanı! Onun yemeği yapması bir saat sürer, benim mutfağı temizleyip ilk haline döndürmem yaklaşık iki saat diyeyim, siz anlayın durumu.
Bi' de yorulup terleyip duş almaya girdiğimde tüm evi havalandırmaya karar vermiş sağolsun kalınvalidem. Açmış evin tüm pencerelerini. Sıcacık banyo kapısını açınca tüm vücuduma tır çarpması gibi vuran soğuğu yiyince olanlar oldu :/
Bir haftadır hastayım. Üşütmenin böylesi :/
Öksürük, tıksırık, burun akması, bademcik şişmesi, boğaz gıcıklanması, fırlayan ateş, uykusuz geceler ve kas ağrıları :(
Fırsat bu fırsat şımardım :) Azıcık hasta kaprisi yaptığım doğrudur :)
Bol bol çorba içtim.

Bol tavuklu, bol havuçlu, bol karabiberli ve bol limonlu :)
İyileşiyorum artık, iki gecedir uyuyabildiğime ve burnumun akmasının durduğuna göre...
İnat ettim, doktora gitmedim.
Geleneksel yöntemlerin tümünü denedim.
Doktora gitsem yedi günde iyileşecektim, kendi kendime bir haftada iyileştim :)))
İlaç aldım elbette, ilaç-şurup ama en güzel ilaç evde hazırladığım bitkisel karışımlar, çaylar, çorbalar ve de iki kızımın kucağımdan inmemesi oldu :)
Sevgi kadar etkili ilaç mı var? :)

Bugünlerde ben:
Bari kalınvalidem mutfağı savaş alanına çevirmesin diye kendimi mutfağa atıp döktürdüm :)

Şaka nan, şaka! :)
Bende bu yetenek ne gezer? :)
Kendini affettirmek için Polonya mutfağının en nadide örneklerini pişirip pişirip yedirdi bana :)
Ben sadece yardım ettim tabisi de hatta kızlar bile yardım etti kalınvalideme :)
bkz:şekilA1


Bu gördüğünüz Polonya mutfağının en ünlü yemeklerinden ''Pierogi''.
Bildiğimiz fincan böreğinin kalın hali :) Bildiğin hamır... (hamur değil, hamır) :)
İçine bildiğin patates püresi, lor peyniri ve de dilersen yağda hafifçe kızartılarak sertliği alınmış minnak doğranmış soğan karışımını koyuyorlar.
Avuç içi büyüklüğünde neredeyse tek parça.
Sonra haşlıyorlar. Mantının battal boyu anlayacağınız :)
Ortaya böyle bi' tabak çıkıyor:

Tabi, onlar yoğurt ve pul biberle yemiyorlar bunu :)
Üzerine yağda kahverengileştirilmiş soğan döküp yiyorlar :)))
Ben böyle yiyince de garip garip bakıyorlar bana ama çok da tııııın! :)))

Bugünlerde ben:
Kızlarımla enfes bi' aşk yaşıyorum! :)
Birbiriyle çok tatlı bi' yarış halinde bana sevgi gösterisi yapıyorlar :)
Kucağımdan inmiyor, geceleri mırıl mırıl yanımda uyuyor, bi' an ilgilenmesem miyav-miyav kendilerini hatırlatıyorlar bana :)
Hele tekne kazıntısı bi' oldu, tam oldu :)
Şirinlik muskası, şımarık, yaramaz ama nasıl sevgi dolu, nasıl tatlı! anlatamam :)
Her sabah uzun uzadıya ''Günaydın!''laşıyoruz Yoda ile :)

Bunu dün sabah çektim :)
Kısacık ama sanırım Yoda'mın ''Günaydın Anne!'' tarzını göstermeme yetiyor :)
Yemelik-yutmalık! Geveze minnak! :)


Tatilde bol bol okuyup, bol bol yazıcam inşalla yareppim, dinimiz amin! :)

Görseller: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Kinyas ve Kayra


Yazar: Hakan Günday
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2003
Dijital yayın tarihi: Mayıs 2011
Yayınevi: Doğan Kitap

''Yeraltı edebiyatı'' diye geçiyormuş bu tür.
Töbe esta pitipiti! Bi' yaşıma daha girdim :)
Hakan Günday'ın ilk okuduğum kitabı A Z idi. Okuduğumda beğenmiştim akıcılığını. Sonra öğrendim ki, ''Kinyas ve Kayra'' ilk kitabıymış.
Bu kitabını çok daha akıcı ve etkileyici bulduğuma göre; Hakan Günday ilk kitabının üzerine çıkamıyor demektir.

Şimdilik düşüncem bu...
Diğer kitaplarını okudukça bu fikrimin doğruluğunu veya yanlışlığını göreceğim.

Arka Kapak Yazısı:
''Hiç uykum yok. Hiç uyuyamıyorum. Domuz gibi içiyorum. Ama gözlerimi kapalı bile tutamıyorum. Sabaha beş saat var. Annemi düşünüyorum. Nerededir şimdi? Aynada kendime bakıyorum bazen. Ve tek kelime etmesem bile vücudum yaşadıklarımı, hayattan ne anladığımı anlatmaya yetiyor. Sağ omzuma kendi çizdiğim kelebek, beğenmediğim için üzerine attığım çarpı işareti ve altında aynı kelebeğin bir Japon tarafından çok daha iyi işlenmişi. Sol dirseğimin iki parmak yukarısındaki kurşun yarası. Bileklerimdeki otuz dört dikiş. Medeniyeti bir aralar, herkes gibi yaladığımı kanıtlayan apandisit ameliyatımın izi. Ve sırtımı kaplayan, Tanrı'nın yüzü. Bilmiyorum... Hızlı yaşadım. Ama genç ölmekten çok hızlı yaşlandım! Ancak hayattayım.
Kayra, bir gün bana ''Mutsuzluğuna hiçbir çare aramıyorsun'' demişti.''

Yazarımız öyle şukeladır, böyle çok eser çıkartmıştır. Bunlar da eserlerinin listesi şeklindeki reklamlar kısmını yine es geçiyorum.

Altını Çizdiğim Cümleler:
''İnsanlığımızı, ahlakımızı, dünyayı çok uzun zaman önce yok ettik... Hissediyorum. Şimdi sıra anılarımızda ve hayallerimizde. Kafatasımızın içini süsleyen bütün bildiklerimizde. Her geçen saniye eksiliyorlar. Çok geç olmadan yazmalısın!''

''Cehalete geri dönüşün cehaletten çıkmaktan çok daha zor olduğunu, hafızamın rahatsız eden darbeleriyle anlamıştım.''

''Müzik dinlerken bütün ruhumu notalara ve sözlere verebilmem için gözlerimi kapatmam şarttı. Dikkatli dinlemek için göz kapatmaya, körlerin bizden daha iyi duyduklarını öğrendiğim zaman başlamıştım. Ve o günlerden sonra hayatımın bütün karanlık koridorlarından geçerken de gözlerimi kapalı tuttum. Daha iyi dinlemek, daha iyi koklamak için...''

''Bir saate yakın aynı şekilde duruyor ve kendimi, hayatı düşünüyordum. Yoğunlaşma bazı sorularla başlıyordu. Yaradılışımı, geleceğimi, çevremi, insanların farklılığını, duygularımın çeşitliliğini sorguluyordum. Kendimi dinlemeyi öğrenmekti bu yaptığım. Çünkü duyulabilecek kadar yüksek bir ses vardı içimde. Bunu fark edince, dünya üzerindeki bütün insanlar birden yok olsalar dahi yalnız kalmayacağımı anladım. Çünkü ağzımdan çıkan, başkalarının duyabildiği sesin yanında içimde yankılanan ve kimsenin varlığından haberdar olamayacağı başka bir ses daha vardı. Demek ki kendimle diyalog kurabilir, aynı konu hakkında yüksek sesle bir söz söylerken, içimden de bambaşka bir cümle kurabilirdim. Dünyayla aramdaki köprüyü ve kendime açılan kapıyı böylece keşfettim.''

''Kimsenin yol göstermesine ve hayal gücüne ihtiyacım yoktu. Romanları, edebiyattaki bütün eserleri bir dolandırıcılık sektörünün parçaları olarak görmeye başlamıştım. Fikir satmak, herkesin oturup düşündüğü takdirde erişebileceği kavramları şekillendirip pazarlamak, herhangi bir sahtekarlıktan farksızdı benim için.''

''Farklı olmak için mi farklıydım yoksa öyle mi doğmuştum -ki konuyu genlerin Tanrı olduğuna inanan biyokimyagerlere bırakıyorum- bilmiyorum; ancak emin olduğum nokta tanıştığım kişilerle aynı durum karşısında aynı duyguları hissetmiyor oluşumdu.''

''Düşüncelerime ve beynimden geçenlere en yakın -en yakın diyorum çünkü hiçbir zaman tam anlamıyla düşüncelerimizi söylememize yetecek kelimelerin yeryüzündeki lisanlarda bulunmadığını uzun zaman önce anladım- cümlelerin ağzımdan çıktığı gün öldürülmüş olacağımı ya da yavaş yavaş yok olmamı sağlayacak şartların  sözleşmiş gibi çevremde buluşacaklarını düşünüyordum.''

''Ve daha yakınlaşmadan hiçbirine, nefret etmiştim hepsinden de. İki dünya savaşını da bu geri zekalıların başlatmış olmasına hiç şaşırmamak gerekiyordu. Birbirlerinden o kadar korkuyorlardı ki aynı metroda beş yüz kişi yolculuk yaparken duyulan tek ses makine gürültüsüydü. Halkı aptal ama azınlıkları var olma çabası içinde yarı tanrılar yaratmış bir toplum. Bu yarı tanrılar bugün üstünde yaşadığımız dünyanın edebiyatını, müziğini, resmini, politikasını belirlemiş olanlardı. Ve ben onları sokakta göremiyordum. Kapalı kapılar arkasındaydı Avrupa'yı yönetenler. Halkın karşısına çıktıkları an çiğ çiğ yeneceklerini bildiklerinden, ukalaca taktıkları yüksek kültür maskesini sadece birbirlerine gösteriyorlardı. Sömürmeye ve sömürülmeye hayatın amacı olarak bakan bu açık tenli ırk, belki de doğanın en büyük hatasıydı... Atom bombası oraya atılmalıymış. Deniz olmalıymış oralarda. Balıklar bile daha iyi geçinirmiş birbirleriyle.''

''Düşün! Bize, matematik dünyasının kurgusal ve sonsuz olduğu öğretildi. Bunu kabul ederim. 1'den sonra 2 gelir dendi. Bunu da kabul ederim. Ama sonra, 1 ile 2 arasındaki sonsuzluğu düşündüm. Peki o nereye gitti? İrrasyonel sayılar varken bir sayıdan sonra diğer bir tam sayı nasıl gelebilir? Eğer 1'den sonra virgül konursa ve bunun da kıçına sonsuz sayı konabiliyorsa 2 nasıl gelir? İşte! Soru bu! Yanıtsız bir soru. Ve işte matematiğin hatası! Dolayısıyla matematik yok. Onun üzerine kurulmuş dünya düzeni de yok... Ama ben anlayabilirim. Anlayabilirim bu sorunu. Ve o zaman ortaya yaklaşık sayılar çıkar. Yani hiçbir sayı tam değildir. Hepsi tama yaklaşır. Ama varamaz. Demektir ki, 1,999...9'u bize 2 diye yutturmaya çalışan bir dünyanın çocuklarıyız.''

''İnsanların icadı, kolay ve acısız bir sömürü yoluydu politika. Tıpkı bütün diğer insani kurumlar gibi. Para gibi. Hepsi bu.''

''Kurtulmaya gelmiyoruz dünyaya. Daha da saplanmak için buradayız. Dibine kadar. Onun için çürüyor bedenlerimiz ölünce. Mısırlılar uğraşmış efendileri kurtulsun diye. Ama nafile. Çaresi yok. Kurtuluşu beklemek yararsız. Gelmez çünkü. Kontenjan dolmuş. Biz daha çok kötülüğün sınırlarını zorluyoruz. Ne kadar iğrenç olabileceğimizi araştırıyoruz.''

''Su zehirlidir! İnsanı ilk çağlardaki haline geri götürür. Zaman makinesidir okyanus. Kanunlardan önceki zamanı hediye eder. Sahil güvenliklerse umutsuz bir çabadır. Kıyıdan fazla uzaklaşamayan. Medeniyetin kolu bir yere kadar uzanır. Daha ötesinde ilkel çağlar başlar. Yalnızsındır yüzen demirin üstünde hiç olmadıığn kadar. Kas konuşur. Silah söyler. Herkes dinler. Hepsi bu. Ne para kalır, ne aile...''

''Bardakların temiz olup olmadıklarını kontrol etmek için yuvarlak pencereden süzülen ışığa doğru tutup baktı. O an aynı hareketi Afrika'da dönen sahte paraları kontrol etmek için defalarca yaptığım aklıma geldi. Ve her ışığa tuttuğum banknotta,  insanların da gerçekliğinin bu şekilde anlaşılamıyor olmasına şükrettiğimi hatırladım...''

''Bazı meslekler insanları şizofrenliğe iter. Gardiyanlık, polislik, askerlik, politikacılık... O kadar zordur ki, yapılan işi hayattan ayırmak. Kişinin karakterinden söküp atabilmesi. Hele çalışma saatleri sonunda gündelik hayata maruz kalmaları, otoritesiz ve üniformasız. Delirmelerine nedendir bunlar.''

''İnsan tercih eder. Öğrenmek ve mantığını çözmek arasında bir tercih yapar. Öğrenen insan her şeyi ezberler. Şarkı sözlerini, kitap isimlerini, büyük düşünürlerin doğum ve ölüm tarihlerini ezberler. Mantığını çözmeye çalışansa hayatın işleyişini kavramaya çalışır. İsimlerin, tarihlerin bir önemi kalmaz. Birkaç temek bilgi yeter sanatın, hayatın mantığını çözmek için. İkinci gruptakiler hatırlamazlar. Sadece nedenlerini bilirler. Ama hatırlamazlar aktörleri. Ben de hatırlamıyorum filmleri, sanatı, davranış bilimindeki teorisyenleri, din kitaplarındaki kahramanları...''

''O zamanlar hala bir umudum vardı. Bedeli karşılığında mutlu olabileceğimi düşünüyordum. Ancak büyüdüm artık. Dünyayı versem Tanrı'ya, damlasını vermez bana mutluluğun.''

''Dünya üzerinde faşistin ne kadar iğrenç bir tarihçesi varsa, komünistin de o kadar saf, kötü bir geçmişi vardır. Ne de olsa ikisini de insan icat etmiştir! Hele günümüz kapitalizminin patronu Yahudiler ile zamanın Yahudisi Marx'ı düşündüğümüz zaman, Yahudilerin de Hıristiyanlar kadar ikiyüzlü darı gibi her yerde biten yaratıklar olduğu anlaşılabilir. Eğer geçmeseydi Kuranıkerim'in üstünden onlarca kuşak, ben inanırdım yazılanların hepsine. Ama inanmıyorum o onlarca kuşağın dürüstlüğüne. O onlarca kuşağın dinine sadakatine inanmıyorum! Çünkü insanı tanıyorum. Çünkü kendimi tanıyorum. Canı öyle çekti diye duaları değiştirecek her dinden kuşaklar tanıyorum. İnsan dokunduğu her şeyi kirletmiştir bugüne kadar. Dinin kendini bundan koruması o kadar uzak bir ihtimal ki! Kimse gelip anlatmasın bana insanın iyiliğini, din kitaplarını. Ben sadece mucizeleri kabul ederim. Onlara inanmak, insan zekasının kötü tarafından çıktığı belli olan yazılara inanmaktan daha kolay. Kızıldeniz'in yarıldığına, gerektiğinde kadının dövülebileceğinden daha çok inanıyorum. Çünkü mucize bana daha temiz geliyor. Ne birinin çıkarına, ne de başkasının zararına binlerce yıl önce bir denizin yarılmış olması. Ya da bir mağaranın girişinin örümcek ağıyla kapatılması.''

''Tek spor sekstir. Herkes kazanır. Hepsi bu...''

''Seni anlıyorum'' demek büyük bir yalandır. Kocaman bir yalan. Kimse kimseyi anlayamaz ve tanıyamaz dünyada... Var olan en sağlam zırh insan vücududur. İçindekileri en iyi saklayan kasa odur. Koridorlarından birikenlerin kokusunu bile yaymaz dışarıya. Deliliğinin kokusunu, anormalliğinin kokusunu duyamazsın yanında gazete okuyan adamın, otobüs durağında. Sadece gördüklerin vardır. Beş duyunun algıladığı kadar anlarsın aileni, sevgilini, çocuğunu. Dolayısıyla herhangi bir şeyi, birini anladığına, ama gerçekten anladığına emin olmak, sarıldığında arkasında ellerini kavuşturabilecek kadar o şeyi ya da kimseyi anlamak olağanüstü bir durumdur.''

''Rejimlerle aram hiç iyi olmadı.Çünkü günleri bilemedim. Hangi günü yaşadığımızdan haberim olmadı. Oysa rejimler takvimler olmadan yaşayamazlar. Hiçbir rejimi sevmedim. Ne siyasisini, ne kepek ekmeklisini!''

''Evim var! Ne güzel! İçinde kendimi öldürebileceğim bir evim var. Hayat bu işte! Sırf kendi evinde ölebilmek için, emekli olana kadar yıllarca çalışanların hissettiklerini anlıyordum. Sahibi olduğu bir evde ölmek tek amacıydı, para için çalışan insanın. Ne mutluluk!''

''Daha anlayamamıştı sonunda ölüm olan bir hayatta mutlu son olmasının mantığa aykırı olduğunu. Ölüm mutlu bir son olamazdı. Kimse için. Ama yine de insanlar, kendilerini kandırmak için hayatlarını dönemlere bölüyorlar ve ancak o dönemlere mutlu sonlar uydurabiliyorlardı. Oysa hayat, her bölümünde ayrı bir hikayenin döndüğü neşeli bir dizi değil, sonunda herkesin öldüğü ve katilin bulunamadığı sıkıcı bir filmdi...''

''Bakmalıyım, görmeliyim evde olup bitenleri. Hakimi benim bu toprağın! Söylenen her lafı duymalıyım. İşte, böyle psikolojik bir halden kaynaklanıyor devletin, insanlarını dosyalama sistemine başvurması, diye düşünüyorum. Devletten habersiz hiçbir iş yapılmamalı! Onun anlayamayacağı kelimeler çıkmamalı yurttaşların ağzından. Devlet beş yaşındaki bir çocuk gibi. Onun seviyesinde konuşulmazsa, büyükler gezmeye giderken yanlarına alınmazsa ağlamaya, kırıp dökmeye başlıyor. Dünyanın bütün devletleri böyle işte. Yataklarından kalkamayan hastalar gibi. Kaprisli yaşlılar gibi' Her şeyi bilmek istiyorlar. Yurttaşlarının nasıl seviştiğini, evde en çok kimin küfrettiğini. Her şeyi! Herhangi bir yurttaş isyanının hayat bulduğu gün, yüzlerine vurabilecek güçte oluyorlar, pisliklerini herkesin. ''Sen annenin ölmesini istiyordun! Sus! Sense otobüste yaşlılara yer vermiyorsun! Sen de sus! Arkadaki şişko! Sen, daha dün küçük kardeşinin ekmeğini çalarken nasıl olur da, bugün bana, devlete karşı gelirsin?'' diyerek susturmak için bilmek istiyor her şeyi. Her insanın bir utancı vardır. Devletin görevi, kullanma günü gelene kadar bu utançları toplayıp saklamaktır. Toplumsal sözleşme diye bir saçmalık hiçbir zaman var olmamıştır. Kimse, kendi çıkarları için birilerine devlet olma yetkisini vermemiştir. Benciller ve korkaklar dünyasından çıkar, kişisel dolandırıcılık yeteneğiyle elde edilir. Ve insanların birbirlerine attıkları kazıklar yanında, devletin onlara attığı fazlasıyla hafif kalır.''

''Yarın, bugünü yaşanabilir hale getiriyordu. Kendimizi bir binanın tepesinden her beraber boşluğa bırakmayışımızın tek nedeni yarındı! Lotonun çıkma ihtimalini, aşık olunacak insanla tanışma ihtimalini, sonsuz mutluluk ihtimalini içinde barındıran o sihirli sözcük: yarın. gelecek iyi bir sermayeydi. Yaşadığımız sürece bitmeyen bir anapara gibi. Gelecek zamanda çekilmiş fiiller kulağa çok tatlı bir melodi yayıyordu.''

''En boktan hikaye bile aynaya anlatılırken iyi gelir!..''

''İnsanın tek gerçek özgürlüğü yalnızlığıdır. Ve yalnızlığı küçük düşürense bağımlılıklardır. Aşklar, alkol, nikotin, ahlaki değerler, uyuşturucular... Hepsi de birer pranga olabilir her an, insanın ayağına. Zevk veren prangalar. Ortak özellikleri, varlıklarının verdikleri zevkin uzun bir süre sonra hissedilememesi, yokluklarının ise derhal kalpte bir ağrı yaratmasıdır. Bağımlı insan atlı karıncaya binmiş gibidir. Ne bir varış noktası, ne de bir ilerleme vardır hayatında. Herkes ilk başladığı yerde, midesi kaldırana dek döner durur... İnanın kendisiyle mücadelesi, bağımlılıklarını yok etmesiyle başlar.''

Keyifli okumalar :)

Görsel: Google Images

Taşın...ma! :)

Taşınmanın zor olduğunu elbette biliyordum ama bir evi sıfırdan yaptırıp, her şeyi sıfırdan alıp yerleştirmenin-temizlemenin bu kadar zaman alacağını ve yorgunluktan insanı bitik hale getireceğini gerçekten bilmiyordum.
Taşındık efenim.
Yorgunluktan öldük efenim...
Sonracığıma dirildim, az ses vermeye karar verdim :)

Taşınma işi en çok kızlara yaradı. Eski evi kolilerken ev kızlar için lunaparka döndü :)
Kolilerin içinde cirit attılar, engelli koşu yaptılar.
Yoruldular, uyudular ve sil baştan dört dönmece oynadılar. Neye elimizi atsak o minnak burunlarını el attığımız işe soktular :)
Adları, ''Kalite Kontrolcüler''e çıktı benim kızların! Evi taşıyan insanlardan tutun, yeni evdeki mutfak -banyo montajına gelen ustalara kadar hepsi bir çok kez ''Kalite kontrolcüler geldi'' esprisini yaptılar :)

Sırayla, bi' biri geldi kontrol etti gitti, sonra diğeri kontrol etti gitti.
İlk kontrol, son kontrol olayı :)
Bizim kızlara iş teklif edecek olan varsa ben kefilim; şahane kalite kontrol yapıyorlar...yeminne :)))

Kedili hayatta yeterince tecrübesi olan bir çok arkadaşıma sordum kızların yeni eve geçince tepkilerinin ne olacağını. Dediler ki, ilk bir kaç gün ve hatta hafta boyunca saklanırlarmış. Kendilerini güvende hissedinceye dek. Sürüngenler gibi vücut yere yapışık dolanırlarmış ortalıkta. Sonra da alışırlar, eski performanslarına dönerlermiş. Ben de kendimi buna hazırladım tabisi de.

Gelin görün ki bizim kızlar bi' tuhaf çıktı. Yeni eve girdik, eşyalar eve çıkarılasıya dek saklandılar...
Yaklaşık bir saat sonra bi' çıktılar ortaya; çıkış o çıkış :)))
Evde cirit atmaya başladılar. O kadar koliyle ev yeni bi' lunapark oldu benim zibidilere :)
Her bi' işe burunlarını soktular.

Oyun oynamak kesmedi kızları; montaj işine de el attılar. Bal'ım bu konunun ehli çıktı, planları patisine aldığı gibi ''o oraya takılacak-bu buraya yerleştirilecek'' diye komutlar vermeye başladı...
Dinledik haliyle, ondan iyi mi bileceğiz? :)

Bal'ım hakkaten biliyormuş işi... sayesinde ilk gece yeni yatağımızda yattık, misler gibi uyuduk :)

Gelin görün ki, sadece mutfağın temizlenip yerleştirilmesi tam bir gün sürdü :/
Paket paket eşya tek tek açıldı, temizlendi, yerleştirildi...o minnacık fincanlar, bardaklar, tencereler ömrümü yedi.

En sonunda zafer kazandım!  :)
Sittirella 1-Mutfak denen canavar 0.
İlk yemeğimi ocağa koyduğumda dünyalar benimdi :)
Şaka bi' yana pek lezzetli olmuştu be :)))


Evimi sevdim :)
Zamanla yerleştikçe-düzen oturdukça daha da çok seveceğime eminim.
Ammaaaaaa...
En çok mutfak seramiklerimi sevdim! :)
Afferim, afferim, bravo! On puan, on puan, yüz puan bana! :)
Çok güzel bir seçim yapmışım.
Yerleştirilmiş halini görünce bayıldım-bittim :)

Bu kırmısı çaydannık bi' yerlerden gözünüzü ısırıyor mu? :)))
Hatırlayan varsa parmak kaldırsın :)

Bu yazının gerisi gelir, hele az biraz daha yerleşeyim :)

Hanimiş:
Önümüz yeniyıl-kırismıs...
Bana kart yollamayı düşünen arkadaşlarıma hatırlatmak isterim ki; adres değişti :)
Yanılıp-yamulup eski adresime göndermeyin, gidip almam ay sürer :)
kib, öptm,bye :*

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...