Sevgili Arsız Ölüm


Yazar: Latife Tekin
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2012 / Türkçe İlk Baskı: 1983
Yayınevi: Everest Yayınları

Yazım-anlatım dili çok farklı, alışılmadık.
Yüzlerce kelime-deyiş tek bir yöreye ait ki, bu kitabın İngiliz veya İspanyolca gibi bir dile nasıl çevrildiğini, çevrilirken o deyişlerin anlamlarının nasıl korunduğunu merak ettim açıkçası. 
Mesela; ‘’Bu defa yüzü alev alev yanan, başı kıçı açık, süt gibi beyaz bir kadın vardı yanında.
Zavallı kadın, günlerce orasını burasını elleyen, yüzündeki kırmızılığın boya olup olmadığını anlamak için yaşmaklarının ucunu tükürükleyip yüzüne çalan, saçını eteğini çekiştiren bir dolu kadın ve çocuğun arasında iğne ipliğe döndü.’’
Bunu nasıl çevirdiler gerçekten merak ediyorum ki, bu en anlaşılır cümlelerden yalnızca biri.
Kitabı okursanız ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.

Aklımda, hep duvara ''İşte, buraya da yazıyorum!'' diye sürülen parmakların, korku dolu cümlelerle işaretlenmiş o duvarların hikayesi olarak kalacak.

Arka Kapak Yazısı:
‘’Sevgili Arsız Ölüm, modern edebiyatımızda önceli olmayan bir dil, ses ve anlayışla kurulmuş bir romandır. Yazarın öz yaşamını da içeren bir biçimde, Huvat ailesinin köyden kente göçü, aile fertlerinin yoksulluk bilgisi ve geleneksel kültürleriyle kentteki yaşama tutunma çabalarını konu edinir.

Bu romanı biricik yapan şey, yazarın anlatısında içselleştirilmiş olan annesinin sesidir. Annenin sesi, masallar, türküler, maniler, meseller ve halk hikayelerinden oluşmuş bir sestir. Dolayısıyla, sözlü kültürün anlatı dilinin müziğini, modern dilin dolayımından geçirerek başkalaştırmış, yeni bir nota oluşturmuş ve ortaya benzersiz bir metin çıkarmıştır yazar.

Anlatıya fantastik bir edebi zevk kazandıran ve kitabı ‘’büyülü gerçeklik’’ kapsamında nitelemeye yol açan özellik, anltttığı her şeyle, örneğin kuyuyla ya da babayla aynı mesafede kalabilen, minyatür resimlere benzer bir dil ölçüsüdür. İşte, yazarın, kahramanlar ve nesnelerin gözüyle dünyayı kurmasının başarısıdır bu; kendini saklayabilmesi ve yoksuların sesindeki derin bilinci duyumsamasının başarısı...

Sevgili arsız ölüm edebiyatımızda sevinçle karşılanmış ve Farsçadan İngilizceye, Rusçadan İspanyolcaya kadar birçok dile çevrilip, bu dillerde de benzer ilgiyi görmüştür.’’

Altını Çizdiğim Cümleler:
‘’Bu cin göze görünmeden önce, ilkin ateşle yoklardı. Arkasından bir titreme bir ter. Sonra da ‘’Güp!’’ diye gelir insanın göğsüne çökerdi. Mercimek gözlü, elsiz, ayaksız, kapkara, yumak gibi bir şeydi. İşte o an kolunu kıpırdatabilir, Kepse’yi tutabilirsen tutarsın –kulun kölen olur, bir dediğini iki etmezdi-, tutamazsan kaçıp gider, bir daha da o fırsat ele geçmezdi.’’

‘’Kuşkuşotu, anneme bir kızıyorum.’’
‘’Kızma.’’
‘’Bildiklerini öğretme diyor ama.’’
‘’Bildiğin ne?’’
‘’Bilmiyorum.’’
‘’Ne bildiğini bilmiyor musun şimdi sen?’’
‘’Ne bildiğimi bir bilsem.’’
‘’Ne yapardın?’’
‘’Annemden gizli yayardım.’’

‘’Huvat, hiçbir çocuğunun yaşlılığında kendisine bakmayacağını söyleyerek, Allah’ın şefkatli kollarında kendisine sıcak, yumuşak bir yatak yapmanın çabasına düştü. Kara sakallı hocanın çağırdığı her yere gitmenin sevap getireceğini düşünüp onun katıldığı toplu namazlara gitmeye başladı. Yağmur çamur demedi, kendisini Allah yoluna çeviren kara sakallı hocanın arkası sıra cami cami gezindi. Dinlediklerini gelip evde anlattı. Atiye’nin, ‘’Yeter, bıktırdın çocukları,’’ diye söylenmesini onun kafir olduğuna yordu. Babalık görevini aksatmadan yerine getirdi. ‘’Sizin günahlarınızı bana yüklerler sonra,’’ deyip ne duyduysa, ne dinlediyse bir bir saydı döktü. Baba olmasından dolayı Allah’ın sırtına yüklediği yükü, üstünden indirip çocuklarının sırtına bindirdi. Kuş gibi hafifledi.’’

‘’Ama, ‘’Gölgesi olsun üstümüze vursun. Baba yine de babadır,’’ diyerek kendini avuttu.’’

‘’Sözcükleri tek tek kafasının içinden alıp yüreğine koydu.Yüreğini ‘’Güp! Güp!’’ attıran sözcüğü hemen kağıda yazdı. Yüreğini attırmayan sözcüğü yüreğinden çekip aldı. Dirmit o günden sonra yüreğine kul köle oldu. Yüreği ne yap dediyse onu yaptı, yüreği nereye git dediyse oraya gitti, yüreği ne dediyse onu dedi. Yüreği kafasıyla zıtlaştıysa o da zıtlaştı. Yüreği taştıysa o da taştı. Yüreği çırpındıysa o da çırpındı. Yüreğiyle birlik oldu.’’

‘’Bu evde olmasam da başka bir yerde olsam ne olurdum acaba diye düşünmeye başladı. Düşüne düşüne ipin ucunu elinden kaçırdı. ‘’Yıldızların tepesine konsaydım, ışık olsaydım, olsaydım da kuş olsaydım, damdan dama, daldan dala konsaydım,’’ derken derken, kıza günün birinde bir hal oldu.’’

‘’Yaşayıp bitirdiği her günün, tutulmaz bir kuş olup uçtuğuna, yavaş yavaş gözden silinip bir küçük kara noktaya dönüştüğüne karar verdi. Gözünü yumduğunda her yanı saran karanlığın, bu küçük kara noktalardan oluştuğunu keşfetti.’’

‘’İçimizde okuyan bir sen varsın,‘’ diye lafa başladı. ‘’Anneniz ölümü arıyor biliyorsun, kız,'' dedi. Ardından annesinin ölümü aradığını ama kendi anladığına göre sorgudan sualden çekindiğini söyledi. Ondan iyi düşünüp bir akıl vermesini istedi. Dirmit önce gözlerini Halit'in yüzüne dikti, sonra Huvat'a çevirdi, ‘’Bu kadının hiç korkusuz günü olmayacak mı bu dünyada!‘’ dedi. Başını yere indirdi. Bir an daldı. ‘’Annemin yazısını alnına Allah yazmadı mı?‘’ diye sorup başını kaldırdı. Huvat, ‘’Sorduğun sorulacak bir sorumu, kız!‘’ diye terslendi. ‘’Kim yazdı ya!‘’ dedi. Dirmit öyleyse annesinin korku çekmesinin gereksiz olduğunu söyledi. ‘’Sen yazdın, ben de senin yazdığını okuyup gezdim, ne sorgusuymuş şimdi bu diye, annem ona bir sorsun,‘’ dedi.

Keyifli okumalar :)

Görsel: Google Images

Dönme dolap


Bir iç dökme/değerlendirme yapmak istiyorum, bakalım ortaya nasıl bir sonuç çıkacak.

Dün, iki haftalık tatil + üç gün raporlu olduğum dönemden sonra işbaşı yaptığım gündü. Yüzlerce email, onlarca proses ve organizasyon güncellemesi haberi mail kutusunda beni bekliyordu.
İlk iş günüm olduğu için değişiklikleri/güncellemeleri yakalamam için bana biraz zaman tanınmasını ve ilk günden iş yığılmamasını talep ettim -sağ olsunlar- iş arkadaşlarım beni kırmadılar.

Bu şirkette üçüncü yılımı doldurdum, dördüncü yılıma girdim.
İlk işe başladığımda anadilimi de kullanabileceğim bir görevde, Türkiye ülke tedarik yöneticisi olarak işbaşı yapmıştım ve bu görevi üç yıl boyunca çok da başarılı bir şekilde yürüttüm.
İşe başladıktan kısa bir süre sonra bu görevin benim için çok kolay (hafif de diyebiliriz) kaldığına karar verip, Avrupa-Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden oluşan bir rejyonun -kısaca EMEA diyoruz- büyük bir kategorisinin tedarik yönetimini de bana bağladılar; kabul ettim.
Özellikle global şirketlerin çalışma sistemine aşina olanlar gayet iyi anlayacaklardır; tam üç yıl, her gün onlarca işlem yapıp, toplantı/eğitim/konferans görüşmeye katılıp, mail cevaplayıp, sorumlu olduğum ülke ve bölge/kategoriyle ilgili bana gelen binlerce bilgilendirme-sorun çözümü-akıl danışma talebini  tek bir şikayet bile almayıp, üzerine yüzlerce teşekkür gönderisi alarak cevapladım, mükemmel bir performansla çalıştım.

Sonra, Türkiye'nin sorumluluğunu da kategorilere dağıtıp, bana yine aynı rejyonun tam iki kategori ve on küsur ülkesinin tedarik yönetim sorumluluğu bağladılar; bunu da kabul ettim.
Bu kategori ve ülkelerden bana ulaşan her türlü talebe cevap verdim ki,  günde yüz küsur mail alıp, her biri birbirinden farklı-garip-kolay-zor-mantıklı-saçma-acil soru/sorunu çözmek gerçekten aklın alamayacağı bir sabır, motivasyon ve zaman yönetimi gerektiriyor.

Tüm departmanın -ki çalışan sayısının seksen ile yüz arasında değişiyor, tam beş ekipten oluşuyor- ''müşteri memnuniyeti için rol model''iyim.
Bana verilen tüm sorumlulukları mümkün olduğunca kusursuz yerine getirdim. Zamanla birlikte kazandığım deneyim de göz önüne alındığında bana verilen ek sorumlulukları hiç bir sıkıntı çıkarmadan kabul ettim.
Sorumluluğumda bulunan tüm işlerin son teslim tarihlerine dikkat ettim; hiç bir iş/rapor/toplantı benim dikkatsizliğim yüzünden gecikmedi.
İşlemleri ertesi güne bekleyemeyecek kadar acil olan tüm işleri mesai saatleri dışında -ve hatta evden gece yarılarına dek- çalışarak tamamladım.
Yeni gelen tüm çalışanlara iş ile ilgili eğitimleri veriyorum. Onların işe adapte olma sürecindeki tüm sorularına cevap veriyor, sıkıntılı anlarında çözümleri yine ben sağlıyorum.
Departmanda -personel yönetimi haricinde- gerçekleştirilebilecek tüm işlemler için gerekli yetkiye sahibim. A'dan Z'ye tüm işlemleri tek başıma gerçekleştirebilmem için gerekli kaynaklara erişimim tam.
İş geliştirme analistlerine, bilgi yönetimi departmanına, globaldeki tüm yöneticilere ve de binlerce şirket çalışanına destek veriyorum.
Bizim departmanın çözüm sunması gereken bir sorun ortaya çıktığında, global anlamda akıllara gelen ilk isim benim. Benimle ilgili olsun-olmasın, benim sorumluluğum dahilinde olsun-olmasın tüm sorunlu konuların çözümü için -genelde- ilk benimle kontakt kurulur. Yöneticimle bağlantıya geçtiklerinde ise yine çözüm için sorunlu konunun verileceği ilk kişi ben olurum.
İlk işe başladığımda, bizim ekipteki ilk yabancı çalışan bendim. İlk başladığımda ekibin on birinci üyesiydim, şu an ekip yirmi küsur kişi ve ekibin -yöneticim dahil- en eski, en deneyimli çalışanıyım.
Demek ki,  üç küsur yılda on kişi ya işten ayrılmış, ya da başka bir pozisyona-departmana geçiş yapmış.

Uzunca bir süredir bulunduğum pozisyonda gelinebilecek en üst noktadayım.
Bundan sonrası; yerimde saymak, kendimi tekrarlamak, birbirinin kopyası iş günleri yaşamamdan başka bir anlama gelmiyor.
Öğrenebileceğim hiçbir şey kalmadı.
Tüm bunları ''Efenim ben böyle çalışırım, şöyle mükemmelim, öyle süperim'' demek için yazmadım. Uzmanlığım konusunda mütevazi olmamı gerektirecek bir durum da yok zaten. İşini muhteşem yapmanın maddi-manevi getirisi olmasını geçtim, götürüsü bile olabiliyor.
Buyurun;

İki ay önce departmanda bir üst pozisyon açıldı, şansıma bakın ki bu pozisyona başvuru ve mülakat döneminde Türkiye'deydim. Ben döndüğümdeyse sonuç açıklanmış ve benden bir yıl sonra işe başlayan ve yürüttüğüm gayet büyük projemde yardımcım olan iş arkadaşım seçilmişti; onun bu imkanı yakalamış olmasına sevindim.
Bu arada, kendi projemi yürüttüğüm, -ki çok ciddi finansal tasarruf sağlayacak bir proje- kalite projeleriyle ilgili tüm eğitimleri ekipte tamamlayan tek kişi olduğum ve çok zorlu bir eğitim sürecinden ve yazılı sınavdan gayet başarılı bir sonuçla geçtiğimin de altını çizeyim.

Geçenlerde, bu sefer bu bir üst pozisyon için ''back up programı'' açacaklarının anonsu yapıldı.
Seçilenler bir yıllık bir eğitim sürecinden geçirilecek ve bir yıl sonunda bu pozisyon ilk açıldığında eğitilen kişiler geçiş yapacaklar.
''Tamam'' dedim kendi kendime, ''Bir yıl boyunca rahat rahat gerekli tüm donanımı edinirsin, işin pratiğini yapma imkanın doğar ve bir yıl sonra yeni görevi alırsın.''
Mülakatları, bu pozisyona daha bir ay önce seçilen iş arkadaşım ve bir yıldır bu görevi yapmakta olan bir diğer iş arkadaşım birlikte yapacaklarının bilgisi de anonsa eklenmişti.
Yine tatildeydim, ama bu şehirdeydim ve mülakata gittim.
Hayatımda görüp görebileceğim-geçirip geçirebileceğim en korkunç, en anlamsız, en arkadaşça olmayan ve gergin mülakattı.

Düşünsenize, iki-üç yıldır birlikte çalışıp aynı işi yaptığınız iş arkadaşlarınız karşınızda, senin bilgini, becerilerini, bu işe uygun olup olmadığını ölçmek için sana soru soruyorlar.
Ki, birinin işe başladığı günü hatırlıyorum, departman eğitimini ben vermiştim. Hala yürüttüğüm projeme ''yardımcı'' olarak seçtiğim, back up'ım, iş arkadaşım.
Diğeri ise ben geldiğimde buradaydı ve hamileydi, altıncı ayımı doldurmadan annelik iznine ayrılıp yaklaşık iki yıl dönmedi ve döner dönmez bu pozisyona atandı. Geldiği günden beri de mümkün olduğunca sık öğle yemeklerini birlikte yiyoruz, arada işle ilgili sıkıntılardan bahsedip dertleşiyoruz.
Bana sordukları sorulardan iki tane örnek vereyim ki mülakatın saçmalığını ve anlamsızlığını anlayabilesiniz.
''Kendini üç kelimeyle tarif eder misin? On saniye içinde!''
''İletişim becerini geliştirmek için neler yaptığını anlatır mısın?''
Neyse, saçma-sapan, bir amaca hizmet etmeyen mülakatta sonra evime geldim ve sonucu beklemeye başladım.
Yöneticim dahil, herkes benim bu programa seçileceğimden emin idi.
Sonuçlar açıklandı; seçilen üç kişi arasında yokum.
Seçilen isimleri gördüğümde, neler olup bittiğinin farkındaydım ve sadece gülümsüyordum.
Seçilmeme ihtimalimin farkındaydım ama yanılmış olmayı dilemiştim. Ne de olsa burası global bir şirketti ve seçen isimlerin kişisel zaafları ve bağlantıları bu seçimde etkili olmamalıydı.
Pozisyon önemliydi ve bu pozisyona seçilecek kişilerin departmanda kalıcılığı, şirket işi/şirket dışı başka bir iş arayışında olmaması, işe-proses ve prosedürlere olan hakimiyeti, deneyimi ve de kişisel özelliklerinin en önemli kriterler olması gerektiğini ve bu mülakatı yapanların da bunları göz önünde bulunduracaklarını ummuştum.
Yanılmıştım :)

Seçilenlerden ilki, benden sonra işe başlayıp bir ay öncesine dek resmi olarak back up'ım olan, yan masamda oturan iş arkadaşım. İki yıl boyunca çalışması ve sorumluluklarının farkına varması için neredeyse yalvardığım, hele ilk yıl onun yerine de-resmen iki kişilik iş yapmak zorunda kaldığım, her hatasında -ki bizde hatalar genelde milyon dolarlık kayıplarla ifade ediliyor- amiyane tabirle totosunu kurtardığım arkadaşım. Son bir yıldır aktif olarak şirket içi/dışı başka bir iş/pozisyon arıyor ve herkes de bunu biliyor.
Ama, mülakatı yapan arkadaşlarımızdan birinin ''çok yakın'' arkadaşı.
Öyle yakınlar ki, departmanda birbirleriyle göz göze gelmemeye çalışan, konuşmaları gereken durumlarda ise birbirlerine çok ciddi bir yüz ifadesi takınarak resi ifadelerle konuşup, iş çıkışı soluğu birbirlerinin yanında alırlar diyeyim, siz anlayın yakınlık derecelerini. Seçilenin cebinde her daim seçenin küçük kızına verilecek bir çikolata-şeker bulunuyor.
Seçilenlerden ikincisi, daha sekiz ay önce ve benden alt pozisyonda işe başlayan, bu sürenin iki ayı sağlık vs. sebepleriyle ofiste olmayan, departman eğitimini verdiğim, hala komplike durumlarda destek verdiğim, her durumda/sorunda bana danışan, daha gidecek çok yolu olan -ve gerçekten sevdiğim- bir çalışma arkadaşımız.
Gelin görün ki, bu arkadaşımız da mülakatı yapan diğer arkadaşımın çok yakın arkadaşı. Yan yana çalışıyorlardı son altı aydır...
Üçüncü kişi ise bizim ekipten değil, departmanın diğer tarafından -ki diğer taraftan muhakkak birini seçmeleri gerekiyordu. Bu arkadaşımız da son iki yıldır zaten bu görevi yürütüyormuş. Program açılınca formaliteyi tamamlamak için başvuru yapmış.
Sizin anlayacağınız al gülüm-alayım gülüm oldu sonuç.

Bugün ilk iş günüm olduğu için yarım saatlik bir toplantı yapıp bana fikirlerini ve neden seçilmediğimi açıkladılar sağ olsunlar.
Konuşamadılar gözümün içine bakıp, benden özür dileyip ellerinde tuttukları yazılı metinden okudular gerekçelerini :)
Açıkçası eğlenceliydi.
Neden bu programa kabul edilmemişim sizce? :)
''Sittirella, yaptığımız görüşmeyi değerlendirdik ve senin zaten yeterince -ve hatta daha da fazlası- sorumluluğun ve iş yükün olduğunu fark ettik. Haftanın bir çok günü mesai saatleri dışında çalışıyorsun. Bu program sana sadece ek iş yükü getirip daha da fazla çalışmanı gerektireceğinden dolayı sana daha fazla stres-sorumluluk yüklemek istemedik.''
Buyurun; buradan yakın!

Yani, o kadar çok sorumluluğum var ki, şu an yapmakta olduğum iş ve taşıdığım sorumluluklar bir üst pozisyona geçmeme engel! teşkil ediyor.
Var mı bundan daha içler acısı, komik, saçma bir açıklama?
Yani...oturduğum yerde bir on beş yıl daha oturup bu masa ve koltuktan emekli olabilirim.
Kimse kovmaz, kimse dokunmaz, kimse bir adım ilerisi için yol da açmaz.

Elbette, kim işini mükemmel yapan  birini işten çıkarsın veya başka bir pozisyona geçirerek risk alıp yerine sıfırdan birini yetiştirmeye çalışsın ki?

Sıkıldım.
Cidden.
Bıkkınlık geldi.
''Kendi işimi kursam mı?'' düşüncesi sürekli aklımda dönüyor.
Sabahları ayaklarım geri geri gidiyor.
Çalışma hevesim zaten bitmişti, bundan sonrasının sadece mecburiyet haline gelip beni iyice yıpratmasından korkuyorum.
Afili makam/mevki ismi, on satırlık email imzası istemiyorum.
Yerimde saymak, kendimi tekrarlamak istemiyorum.
Yeni şeyler öğrenebileceğim ve kendimi geliştirebileceğim bir iş/sorumluluk istiyorum.
Bana katabileceği yeni bir şeyler olsun işimin...
Her şeyi geçtim, hiçbir şey katmasın ama stres, bıkkınlık, haksızlığa uğramışlık hissi de vermesin.

Yazarsam içimin sıkıntısının hafifleyeceğini düşünüyordum, daha da artı :/
Gönderimin başında nasıl bir sonuç çıkacağını merak ediyordum, buyurun size sonuç;
Hiç kimse, saçma salak insanların saçma sapan taleplerini yerine getirmek zorunda kalacağı ve de kariyerinin gidişat çizgisini saçma salak insanların aldıkları kararların belirleyeceği bir işte çalışmak zorunda kalmasın.
Sübaneke yareppim, dinimiz amin!

Görsel: Deviantart.com / You Just See A Smile... by ~Eclipse-Away 

IKEA: Evimizin her şeyi!


İki haftadır tatildeydim.
Haziran ayında Türkiye'de iki hafta geçirdiğim için bu sefer hiçbir plan-program yapmadan, sabah akşam tembelleşir, evde bol bol zaman geçirir, bol bol kitap okur, uyur, yer, içerim diyordum; olmadı.
Gerçi -evde olduğum sürece- tembelleşmenin dibine vurdum, iki haftada tek bir gönderi yapmayacak kadar tembelleştim ama hiç de düşündüğüm gibi geçmedi bu iki hafta.
Başa sarayım.

Efenim, biz kirada oturuyoruz.
Her ay -çok afedersiniz- eşek yüküyle para ödüyoruz elli metre kare + üç metre kare balkonlu bu eve.
Yaşadığımız ev, Polonya standartları göz önünde bulundurulduğunda gayet güzel, hoş, iki kişi + iki kedi için ideal vs. ama her ay banka hesabımızdan çat! diye giden hayli kabarık bir meblağ görmek bildiğin sinirimi bozuyordu.
Geçenlerde, sushi gecemizi birlikte gerçekleştirdiğimiz, çok cici-yakın bir kız arkadaşım bana biraz heyecanlı, biraz yorgun, azıcık bıkkın bir şekilde ''ev kredisi'' için beklediklerini, en nihayet koşturmaca-evrak vs. işlemlerinin bittiğini, evi aldıkları, siteyi inşa eden firmanın ne kadar güvenilir olduğunu, satış ofisinin ne kadar iyi hizmet verdiğini, ne kadar ilgili olduklarını  anlatınca, şakayla karışık ''Eee, bende alayım o zaman bir ev, komşu olalım seninle'' diye takıldım :)
Bu konuşmadan bir kaç gün sonra, öğle yemeği için ofisin karşı çaprazında bulunan alışveriş merkezine gittiğimde, bahsettiği firmanın tanıtım-satış ofisini görünce girdim içeri.
Dedim ''merabayın, ben geldim'' :)
Şu an yürüttükleri 4 ayrı projeleri varmış, maketlere baktım, broşürleri inceledim, aradığım şartları söyledim, numaramı ve mail adresimi bıraktım.
Ertesi gün aradığım şartları taşıyan 5 ayrı dairenin tüm detayları mail kutumdaydı :)
''Eh, madem bir işe başladım, zamanımı harcadım, aynı zamanda o insanların da zamanlarını/emeklerini aldım bari bir gidip göreyim'' dedim; gittim-gördüm.
Arkadaşıma komşu olmuyorum ama başka bir projeden, çok cici bir evi çok beğendim; alıyorum :)
Hiç hesapta yokken ev sahibi oluyorum iyi mi? :)

Evle birlikte kapalı garajda da hatırı sayılır bir indirim sağlayınca bari garajı da alayım dedim.
Açık garaj ücretsiz ama Polonya'nın kışı düşünüldüğünde kapalı garaj fikri insana sımsıcacık, pek şirin geliyor :)
Sonracığıma, madem garaj alıyorum, kendime bir de araba alayım dedim :)
Bahanem de hazır kendime; evin orada tramvay hattı yok. Her gün otobüsle işe gidip gelmek çok zor olur :)
Sonracığıma, ''Amaaaaan, bi' daha mı gelicem dünyaya? Yeni eve yeni eşya yakışır!'' dedim.
Gittim notere, karşılıklı anlaşmayı imzaladık firma ile, giriştim mobilya ve ev eşyası bakma işine.
Girişmez olaydım! Aman allaaaam!
Bu mobilya, ev eşyası, yapı merkezi vb. tükkanlarının hepsi ya sayı saymayı bilmiyorlar ya da hiç dayak yememişler!
Ne bu fiyatlar? :/ :/ :/
Yanlış anlaşılma olmasın diye fiyatları TRY üzerinden vereyim size.
Bir ''L'' diye tabir ettiğimiz, salona koyacağım koltuğun fiyatı beş bin lira mı olur arkadaş?
Tek koltuktan bahsediyorum, takım-makım değil.
Daha bunun yan koltukları var, sehpası-pufu var, kitaplığı var, sonracığıma halısı var-perdesi var; al sana on beş bincik! Elektronikler hariç.
Arabamı alırım ben o paraya :)
Bir kaç tükkan gezdik, bir iki yapı market gezdik derken soluğu IKEA'da aldık.

IKEA...
''I'' ile başlayanından... İKEA değil.
Asdfghjkjhgfdsasdfghjkl
Ney-se... :)

IKEA'ya gittik efenim.
Zaten her yıl katalog yollarlar. Aile kartımız-üyeliğimiz de vardır. Ama çok nadir gider, gerçekten uygun fiyata-ihtiyacım olan bir parça bulur ve sadece onu alır-dönerdim.
Bu sefer sabah girip, akşam çıkmak şartıyla neredeyse üç günümüzü sadece IKEA'da geçirdik.
(Tek bir parça almadan çıktığım için kendimle gurur duyuyorum)
Baktım en uygun fiyatlar IKEA'da; sloganlarının hakkını verip ''evimizin her şeyi'' yapmaya karar verdim :)
Haggaten, en ucuz ürünler IKEA'da :) Ne diye gidip başka markalara/ürünlere çuvalla para dökeyim?
Nasılsa her ürünü 5 ila 20 yıl arasında garantili, bir şey olursa gider değiştiririm. Her ürün bir setin-serinin parçası olduğu için aklıma bir şey gelirse gider alır eklerim; yeni aldığım parça sırıtmaz :)

Neyse efenim, sizinle IKEA maceramızdan bir kaç kare paylaşmak istiyorum.
Yukarıdaki fotoğraf menülerinden, o tatlı ne idiyse tadı hala damağımda :)
Bir sonraki gidişimde adını-sanını not edip, tarifi bulup yapacağımdır.
Elmalı turtası da şahaneydi. Kahvesi de ''eh işte!'' idi :)

Şimdi, oluşturmaya karar verdiğim okuma köşemi paylaşacağım.


Budur :)
Sallanan koltuğu test ettim-bir onayladım ki, İsviçreli bilimadamları görse ağızları açık kalır, gözlük camları çatlardı  :)
Koltuk şahane; ergonomik, eriprostik, kolleroptik ve de fantastik :)
Üstteki iki kelimenin kaynağı totom olup başka bir anlama geliyorlarsa bana söyleyin :) Bilmemek değil, öğrenmemek ayıptır ne de olsa :)
Koltuğa oturduğum an sırtımı, belimi ve de başımı-ensemi desteklediğinden hoşuma gitti.
''Benımlesın!'' dedim ve alınacaklar listesine ekledim. Rengine henüz karar vermedim :)
Koltuk ne kadar sallananından da olsa, ayak uzatacak bir puf lazımdı, o da takımında var zaten.
Arkadaki kitaplık beni benden aldı. Her ne kadar benim o rafları doldurmam en iyi ihtimalle beş yılımı alacak olsa da ben sevdim ya; benimdir! :)
Aydınlatmaları da sevdim ama ben bu kareye almamış olduğum tepedeki lambaları daha çok sevdim.
Okuma lambası zaten bir içim su.
Bu seti böyle komple alıyorum -işşalla! :)

Sonracığıma...
Futmak! :)


Mutfak işi zor iş :)
Hazır set satıyorlar -ekonomik görüneninden- ama o hazır set bizim mutfakta ''at çüküne kelebek konmuş'' gibi görüneceğinden IKEA'dan bir uzman arkadaşın totosunu kaldırıp evimize gelmesi, ölçüleri alıp, elektrik-su sistemini, priz yerlerini ve de beyaz eşyaları göz önünde bulundurarak proje hazırlaması ve gelip monte etmesi gerekiyor.
Az tuzlu olacak ama mutfağa girdiğimde ''Oh be!'' demek istiyorum. Ne kadar kullanışlı olursa mutfakta geçireceğim zamanı o kadar eğlenceli ve de ''lezzetli'' kılar diye düşünüyorum.
21 numaranın rengini sevdim. Mutfak bankosu da yakından bakıldığında çok cici.
Son anda karar değiştirmezsem bu da ''Benımla'' :)

Gelelim yemek masası olayına.
Burada -kusura bakmayın- diyeceğim.
Salonun bir köşesinde kocaman yer kaplayan bir masa, dört/altı sandalye, bir vitrin kadar sinirime dokunan başka da bir şey yoktur herhalde.
Sevmiyorum.
Yemek masası dediğin, -adı üstünde- yemek-içmek için kullanılır. Kocaman yer kaplayıp, süs eşyası niyetine köşede dursun diye alınmaz.
O sebeple yemek odası istemedim, yemek odası takımlarına bakmadım bile.
Pratik-yer kaplamayacak masa/sandalye arayışına girdim ve -şimdilik- şöyle bir çözüm buldum.


Masaysa masa; sekiz kişiye ziyafet verebilirim :)
İstediğim amaca uygun kullanabilirim. Mutfaktan salona, salondan balkona taşıyabilirim.
Kullanmadığımda kapatabilirim ve yarım metre karelik bir alan kaplar :)
Buna uygun katlanan sandalyeler de budum...daha ne olsun?
Üç tane de çekmecesi var, ne istersem doldururum içine.
Bence çok iyi de olur, pek güzel de olur, mis gibi olur yani :)

Perde olayına en son gireceğimdir.
Baktım, gördüm, fikir edindim seçeneklerim hakkında :)


Yoruldum :)
Hemen toparlayıp bitireyim gönderiyi :)
Salon, yatak odası takımı, banyo dolapları derken altı yüz küsur fotoğraf çekmişim :)
Ayda iki IKEA gönderisi yapsam kaç yıl götürür beni siz hesaplayın :)

Banyo baktık sonra.
IKEA'da benim istediğim ''banyo'' olmadığı içim istikameti başka bir gün OBI'ye ve Castorama'ya çevirdik.
Türkiye'de Castorama ve OBI var mı bilmiyorum.
Varsa ne ala, yoksa bizdeki Koçtaş veya Bauhaus'ın aynısının tıpkısı işte :)
Orada çok beğendiğim banyolar buldum :)
Meselam;


Böyle bi' banyo bence çok güzel olabüle :)
Banyo konusunu kafamda netleştirmedim ama genel olarak ''açık renk'' kullanmak istediğime ve de banyoda küvet istemediğime eminim :)
Böyleyken böyle işte.

Ne zaman taşınıyorsun? diye soracak olursanız; inanın bilmiyorum :)
Kendimi hiç sıkıntıya sokamam
Amaaaa...
Benim sağıma-soluma da belli olmaz :)
Son anda, içime sinmeyen bir durum söz konusu olursa anlaşmayı yakar, notere, çevirmene ve de peşinata saydığım paraya ''Başımın gözümün sadakası'' gözüyle bakar, gidip Avustralya'ya da yerleşebilirim :)
Hayat benim, keyif benim! :)))

Biliyorum ki; ev-bark sahibi olacağım için can-ı gönülden sevinen arkadaşlarım olacaktır.
Onların samimi sevinçlerine peşin peşin teşekkür edeyim :)))
Kalp kalp kalp :)

''Neden taşınmadan yazdın? Nazar değer, göz değer'' diyenler de çıkacaktır.
Gözü olanın gözü çıksın be! :) Tü-tü-tü! Kırk bir kere maşşallaaaa bana! :)))
Değil mi ama? :)

Başka bir ihtimal daha var-MIŞ :)
Bunu da geçen gün ''kuzum''la 7.5 saat süren -yazıyla yedi buçuk saat- Skype görüşmemiz sırasında fark ettik :)
O ihtimale karşı, bu gönderimi yine kuzum'dan öğrendiğim ve üç gündür dilime doladığım cümleyle bitiriyorum.
ÇEKEMEYEN (varsa) ANTEN TAKSIN!
Asdfghjklkjhgfdsasdfghjklkjhgfdsa
Seviyorum seni Lou'm! :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...