Kelebekli olsun; benim olsun!


Kelebekleri çok sevdiğim farkına biraz geç vardım; yaklaşık beş yıl önce :)

Baktım ki, almak istediğim her aksesuarda elim önce kelebekli olanlara gidiyor; o zaman anladım farkına bile varmadığım kelebek sevgimin.

Kelebekli Zippo'mu iki hafta önce aldım :)
Yıllar önce, gözüm gibi baktığım Zippo'mu, arkadaşlarla girdiğimiz bir bilardo salonunda, sigaramla birlikte unutup çıkınca, beş dakika geçmeden fark edip geri dönmüş olmama rağmen bulamamıştım.
Çok üzülmüştüm. Gerçekten içim cız etmişti çünkü hem hediye idi, hemde sınırlı üretim idi.
O günden beri hiç Zippo kullanmadım. Hep plastik ''çakar çakmaz çakan çakmak''larla idare etmiştim.
Sonunda dayanamadım; kelebekli Zippo bana bulunduğu yerden bana göz kırpınca; ''Benımlasın!'' deyip alıverdim :)

Aşağıdaki kitap ayracını ise bir iki hafta önce aldım. Pazar günü sevgilimle gezinirken bir hediyelik eşya dükkanına girdik. O kadar güzel şeyler satılıyordu ki, daha önce oraya adım atmamış olduğum için çok pişman oldum :/
Ayraçlar harikaydı. Hepsi ahşap...
İki tane kelebekli ayraç buldum, renkleri en albenili olanı aldım.


Küpeleri ise, Türkiye'ye geldiğimde aldım :)
El yapımı aksesuarlar satan bir dükkan açılmış evime yakın bir yerde. Adımımı attım; kendimi kaybettim! :)
Kolyeler, bileklikler, yüzükler, küpeler... Bozuk para çantası ve anahtarlık.
Beğendiğim ne varsa aldım :)
Ama bugün sadece bu kelebek küpelerimi göstereceğim :)
Çirkin diyenin dudağında uçuk çıkar, baştan söyleyeyim :)


Aşağıdaki küpelerimi ise, bu şehre ilk geldiğimde yaptığım alışverişte almıştım :)
Pembe sedefli kelebek küpelerim :)


Minnak kelebekli-nazar boncuklu küpelerim tabisi de Türkiye'den :)
Şeffaf kelebekli küpelerim ise buradan.


Bunlar, kelebekli aksesuarlarım aklıma düştüğünde hemen elimin altında bulup fotoğraflayabildiklerim.
Daha kelebekli tişörtlerim, tamamladığım yapbozlar, kitaplarımın arasında sakladığım kartlar...
Bir dolu kelebekli eşyam var.
Bundan sonra da olmaya devam edecek, çünkü kelebekler çok güzel!

Sizin de, alışverişte tercihlerinizi etkileyen benzer bir takıntınız var mı? :)

Görsel: Sahibinin sesi, Sittirella marka

Colette ve kızlarını ziyaretimdir.

(Kahramanımız Sittirella'nın İzmir kazan-ben kepçe macerası devam ediyor.)


Colette ile görüşmemizde şöyle anlaştık;  arabalı vapura bineceğim, Üçkuyular'dan Colette beni alacak :)
Bunca yıldır arabalı vapurun arıza yaptığını duyan olmamıştır; o da bana denk geldi :)
Normal vapur geldi, püfür püfür-İzmir'imi seyrede seyrede geçtim martı sesleri eşliğinde karşı tarafa.
Gördüğünüz üzere Colette gelmişti :)
Keşkül ile! :)
Nasıl uysal, nasıl sessiz, nasıl ciciş bir Labrador anlatamam :)


Tatlılar tatlısı, hoş sohbet Colette ile hemen eve doğru yola çıktık.
Manzara buydu bize eşlik eden...
(Laf aramızda iyi şoför Colette) :)


Eve varır varmaz ben hemen sağa sola iç geçirmeye başladım :)
Malum, Polonya denen dallama memlekette ne deniz manzarasına sahibim ne de bahçeli-geniş ev görme lüksüm var.
İçim gitti...imrendim :)


İnsan zevk sahibi oldu mu, elinin değdiği her yeri cennete çevirebiliyor arkadaş.
Şu köşede keyifle Türk kahvesi içtim ayrılmadan hemen önce :)
Keşke kapasaydık fincanları. Bana ''yol'' çıkacağı kesindi de, Colette'e ''üç vakte kadar beş!'' bi' şeyler uydururdum :)))
Güneş enerjisi ile çalışan lambalar süslüyordu ağaçlarının birini.


Akşam yemeği için masayı hazırlamaya başladığımızda önce karnıyarık çıktı sahneye.


Sonra da biber dolması...
Cacığın fotoğrafını eklemeyi unutmuşum :)
Enfes görünüyorlardı ve de göründükleri kadar da enfestiler! :)


Uslu kız -aslında artist kız demek lazım- kedilere artistlik yapıp ''korumacı'' tarafını gösteriyordu bol bol akşam yemeği hazırlığında.
Gelip-gidip ''Halime''den dayak yediği için arada cezalı kalıyordu böyle.
Çok masum değil mi? :)
*bkz:halime bebekleri olan canavar kedi. Önüne gelene gözlerinden şimşekler çıkararak bakıyor. Cici kız Keşkül ne zaman bebeklere bakmaya gitse onu dövüyor :)


Ta-taaaaam!
Karşınızda; Tagaddi! :)
Hiç de yaramaz bir kız değil bir kerem, Colette yalan söylüyor.
Ben evde olduğum sürece oradaydı. Arada bir gezip geldi, o kadar :)
Hatta işi abarttık, birlikte uyuduk. Colette'in deyişiyle ''radyoyu açtı'', sabaha dek purrrr, mırrrr, ron, ron benim kucağımda uyudu :)
Çok fotojenik kedi. Hangi açıdan ne zaman çekersen çek; hep güzel-hep tatlı çıkıyor fotoğraflarda :)


Bir de esneyişini yakaladım ki; dile bak, pabuç kadar :)
Şarkı söylüyor gibi burada aslında...


Nerede kalmıştık? Masada...
Aslan sütü içme konusunda hem fikir olduk.
Buzlar geldi.


Ve...hayatımda ilk kez gördüğüm ''Ehl-i Keyf'' masaya gelince benim de keyfim ikiye katlandı :)


Bu nasıl bir güzelliktir yareppim!
İkinci dublem biterken hala ''buz'' gibiydi kadehlerim :)
O iki dublenin tadını hiç unutmayacağım.
O dublelere eşlik eden sohbeti de... çok güzel-çok keyifli-çok leziz bir yemekti.
Sohbet-muhabbet insanlara bayılıyorum! Onlarla her şey daha güzelleşiyor.


Tagaddi ile koyun mırına geçen gecemin sabahında donatılan kahvaltı masası böyleydi :)
Yıllardır boyoza hasret kalan ben, deli gibi yedim :)
Acı biber reçeli bile yedim artık siz hesaplayın iştahımı! Varmış efenim böyle bir reçel. Hem tatlı, hem de bildiğin dil-damak yakan acı. Şahane bir şey! :)
Simitler, börekler derken bu masayı sildik-süpürdük çok afedersiniz :)


Gelelim asil mi asil, tatlı mı tatlı...
Tuvalet manyağı! Küdük hanıma :)


Ben oradayken tüyleri tıraş edilmişti. Büst gibi duruyordu hanfendi :)
Tagaddi ne kadar fotojenikse, Küdük aksine, o kadar fotojenik olmaktan uzak.
Güzelliği bir içim su ve fotoğraflara gerçek güzelliği yansımıyor.
Bir de; tuvaletin kapısını açtığım anda benden önce koşup giriyor içeri.
Meğer orada taranıyormuş hanfendi :) Alışkanlık yapmış.


Bunlar da Vicdan ve Süzme Karapati.
Gerçekten can yoldaşı olmuşlar birbirlerine. Yapışık ikizler :)
Vicdan çok tatlı bir kedi. Bir gözünün görmemesi, onu daha sokulgan, daha sakin, daha mırr mırr yapmış. Çok cici bir şey!
Karapatiyi yakalayıp sevemediğimden kelli sadece ''çırpı gibi zayıf'', kıpır kıpır ama çok sessiz ve sevimli diyebileceğim.


Bu da, ben oradayken ''Ben de zaten bir sarman olsa diyordum'' diyen Colette'in bahçesine kapağı attı efenim :)
Şahane bir şey! sıfata bakın!
Hemen ıslak mamalar açıldı şerefine. Ben diyeyim bir dakika da, siz deyin elli saniyede mama kabını sildi süpürdü! Abartmıyorum. Artık nasıl aç idiyse, kıyamadım.
Colette bir daha doldurdu kabı, aynı hızla devam ediyordu bu minnak sarman :)


Bu da, Tagaddi ile muhabbetimizin ispatıdır efenim.
Ben sevmeye doyamadım, o da sevilmeye. Uzun zamandır Tagaddi'ciyim, verdiğim kararların doğruluğunu kendime ispatladığımda ayrı bir seviniyorum :)


Özetle:
Colette, cennet köşesi evinde, son derece hareketli, kıpır kıpır yaşayan, neşeli (güzel), kedi delisi bir ''hayvansever''.
Bahçenin her köşesinden ayrı bir minnak çıkıyor.  Ve etraftan sırf karın doyurmaya gelen diğer minnaklar da cabası. Evdeki kuyruklu sayısı üç sanıyordum ama bahçeyi de hesaba katarsak on beşe yaklaşıyor.
Mama yetiştiremiyor, acilen kedi maması işine el atmazsa veya o hepsi birbirinden tatlı -halime hariç! ama onun da yavruları bir içim su- kedicikleri sahiplendiremezse gidişatı kötü :)))
Muhteşem bir seslendirme sanatçısı aynı zamanda :)
İki kedi yavrusunun mama arama çalışmalarını seslendirirken görseniz onu, sizin de gülmekten karnınıza ağrılar girerdi :)))
Şahane bir ev sahibi, hiç kasmıyor kendini :)
Ve, şahane bir zevk sahibi; evinin her köşesi (her köşeyi göremedim tadilat sebebiyle ama) ayrı bir zevkle yaşanası hale getirilmiş. Minderler, yastıklar, saksılar, şişeler...
Kendi elleriyle emek-emek yaptığı her şey; mutteşem!

Zaman yine kısıtlıydı, yine doyamadım bir arkadaşımın daha sohbetine.

Bahaneyle; Colette'ciğim, her şey için çok teşekkür ederim!
Size... :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Yıldız Tozu / Stardust


Yazar: Neil Gaiman
Çeviri: Berat Çelik
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 1999 / Türkçe İlk Baskı: 2000
Yayınevi: İthaki Yayınları

Büyüklere peri masalı.
Perili Ülke'de yaşanan şahane bir peri masalı.
Çok fazla cümlenin altını çizdim fakat kitabı okumamış veya filmi izlememiş olanların olayların akışını görmemesi için burada paylaşmayacağım.
Kitap, gelmiş geçmiş en iyi kitaplar arasında -benim için- yer almamasına rağmen, kitabın adı kesinlikle öyledir.
Stardust; bu kadar vurucu-büyülü bir kelime kolay kolay kitap adı olarak bulunamaz-konulamaz gibi gelmiştir hep bana.

Arka Kapak Yazısı:
"Mucizelerle dolu bir hikaye... Gaiman yeni gelenekte bir peri masalı ortaya çıkarmak için son derece zengin bir dil, doğal bir bilgelik, iyi bir mizah ve biraz da karanlık kullanıyor."
Publishers Weekly

Kadim İngiltere'nin huzurlu tarlaları ve çayırlarında, bir granit çıkıntısının üzerinde 600 yıldır duran küçük bir köy vardır. Hemen doğuda köye ismini veren upuzun bir taş duvar yükselir. İşte burada, Duvar Köyü'nde, genç Tristran Thorn kalbini, akıllara zarar veren güzellikteki Victoria Forester'a kaptırır. Ve işte burada, yepyeni bir Ekim arifesinde, Tristran aşkına bir söz verir - bu öyle hızlı edilmiş bir yemindir ki, onu duvardaki tek gedikten dışarı, çayırların ötesine ve hayatının en heyecanlı macerasına yollayacaktır.

"Gaiman hikaye dünyasının zengin bir kaynağı ve bizler her açıdan ona sahip olduğumuz için şanslıyız."
Stephen King

"Yetişkinler için aşk, tehlike, arkadaşlık, büyü ve macerayla dolu bir peri masalı. Nüktedanlık ve zeki bir üslupla bezeli bu kısa roman insanda çok güzel bir memnuniyet yaratıyor." 
Detroit Free Press''


Altını Çizdiğim Cümleler:
''Sonsuza kadar değil,'' diyerek perili ülkeden gelen kız gülümsedi. ''Ayın kızını yitirdiği gün, eğer iki pazartesinin bir araya geldiği bir haftada gerçekleşirse bu, özgürlüğümü kazanacağım.''

''Pek azımız bugün yıldızları ahalinin onları gördüğü şekilde görmüştür -şehirlerimiz ve kasabalarımız gecenin içine çok fazla ışık yollarlar- oysa Duvar köyünden bakıldığında, yıldızlar dünyalar ya da düşünceler gibi ortaya serilmişti, bir ormandaki ağaçlar ya da bir ağaçtaki yapraklar kadar sayısızdılar.''

''Perili Ülke'nin büyüklüğü nedir? gibi bir soru basit bir yanıta olanak tanımaz.
Perili Ülke, ne de olsa, tek bir ülke, tek bir prenslik ya da dominyon değildir. Perili Ülke'ye ait haritalar güvenilir değildir ve onlara bel bağlamak mümkün olmayabilir.
İngiltere'nin kral ve kraliçelerinden konuştuğumuz gibi söz ederiz Perili Ülke'nin kral ve kraliçelerinden. Gelgelelim, Perili Ülke İngiltere'den büyüktür, dünyadan da büyük olduğu gibi (zira, zamanın başlangıcından beri, kaşiflerin ve gözüpek kimselerin yola düşüp var olmadığını kanıtlamasıyla haritayı terketmeye zorlanmış olan her toprak Perili Ülke'ye sığınmıştı; dolayısıyla şimdi, onun üzerine yazmaya başladığımız sırada burası, her çeşit kır manzarasını ve özel amaçlı araziyi kapsayan, son derece büyük bir araziydi). Burada, gerçekten de Ejderhalar vardır. Aynı zamanda kartal başlı, kanatlı aslanlar, kanatlı ejderler, hipogrifler...Şahmaranlar ve çok başlı yılanlar da...''

''Kesinlikle son derece alışılmadık bir tat.''
''Öyledir, Yalnızca Garamond'ta, uçsuz bucaksız bir gölün ortasındaki bir adada yetişen bir ottur. Her türlü et ve balıkla birlikte pek hoştur, dahası lezzet bakımından bana, küçük bir hindistancevizi ağacından ancak dolaylı bir izle birlikte, rezene yapraklarını bir parça hatırlatıyor. Çiçekleri turuncunun pek çekici bir tonundadır. Bağırsak gazına ve sıtmaya iyi gelir ve ek olarak, onu tadan kişinin bir kaç saat boyunca sadece gerçeği konuşmasına yol açmak gibi garip bir özelliği bulunan hafif bir uyku getiricidir.''

''Sahip olmak zor değildir bir şeye. Ya da her şeye. Sadece onun sana ait olduğunu bilmen ve sonrasında onu kendi haline bırakmaya razı olman gerekir. Pan bu şekilde sahiptir ormana.''

''Dünyanın dört bir yanına yukarıdan bakarken, kendini o anda olduğu kadar canlı hissettiğini hatırlamıyordu hiç. Gökyüzünde bir gökyüzülük ve dünyada bir şimdilik vardı, önceden asla görmemiş ya da hissetmemiş veya farkına varmamış olduğu.
Her nasılsa sorunlarının üzerinde olduğunu kavrıyordu, tıpkı dünyanın üzerinde olduğu gibi.''

''Sen ilk olabilirsin,'' dedi ona. ''İnanman gerek. Yoksa asla gerçek olmaz.''


Keyifli okumalar :)

Görsel: Google Images / ithaki.com.tr

Robotların Kraliçesi'ni ziyaretimdir.


''Bir gideyim Türkiye'ye, midye tepsisi kapatacağım!'' diyordum :)
Çok severim midye dolmayı. Her gün bir öğün yesem bıkmam sanırım.
Bu sebeple, Nihan'cığım ''İstediğin bir şey var mı kuzum?'' diye sorduğunda, tüm yüzsüzlüğümü takınıp ''Midyeeeee! Sadece midye dolma istiyorum!'' demiştim, almış kuzum! :)
Sadece midye alsa yine iyi, kendi elleriyle kısır yapmış, börekler hazırlamış... eve girdiğimizde yaklaşık on dakika içinde şöyle bir masa balkonda beni bekliyordu:


Ev yapımı mis gibi çilek reçeline mi saldırayım, ''ye beni!'' diye göz atan kısıra mı?
Yoksa, ağızda çıtır çıtır dağılan böreğe mi?
Hangisinden yiyeceğimi şaşırdım :)
Nihan hala ''Pek bir şey yapamadım ama'' diye söyleniyordu; hiç takmadım kendisini çok afedersiniz :) Yapamamışmış da, mışmış... daha n'olcekti? :)

Bu masadan sonra şöyle bir güzellik de yaptı sağolsun:


Yalnız, fotoğrafı çekerken, sağ taraftaki şekerliğin üzerinde ibiş gibi çıkmışım/çıkmışız :)
Az kamuflaj neyin, hallettim azıcık :)

Kavun mis gibi kokuyordu, kirazlar-kayısı; bal! :)
Bir de bu meyvelerden sonra çay keyfi yaptık ki, siz deyin saat 02:00, ben diyyeim 03:00'e dek oturduk.
Çok güzeldi.
Yalnız bir şeyi fark ettim; zaman kısıtlı olunca, konuşmak istediklerinin yüzde onunu bile konuşamıyorsun, duymak istediklerinin yüzde onunu bile duyamıyorsun ve bu dokunuyor insana :/
Keşke bir günüm daha olsaydı Nihan'cığımla geçirecek...

Az sohbet ettik, az ortak tanıdığımız blogger arkadaşlarımızın başarılarından gururlandık :)
Nihan yaramazlık yapıp Instagram'da beni deşifre etti azıcık; güldük :)
Kızlara ''slm, nbr kzlr?'' dedik kısaca :)
Lou'muz ''ağlayacam şimdi!'' gibilerinden bir yorum bırakınca fotoğrafımıza; hemen aradık!
Kuzumuz o bizim :)
Az güldük, az hüzünlendik... dakikalar su gibi geçti gitti.
Yorgundum-yordum, yine de geç yattık.

Sabah kalktığımda, beni böyle bir kahvaltı masası bekliyordu:


Ve bu kahvaltı masasını şenlendiren yakışıklı prensim! :)
(Kaplanım demek daha mı uygun oluyor bu durumda?)


Her güzel şeyin sonunun geldiği gerçeği burada da kendini gösterdi :/
Gider ayak bir kaç kare fotoğraf aldım Nihan'ın küçük krallığından.

Mesela; Wall-E ile Minnak Melek'in imkansız/bir garip aşklarını kareleyebildim :)


Arka planda OİP sanki bana el sallıyordu, ona da kocaman gülümsedim :)
Nihan'ın ''New York'' sevgisi tarafımdan test edildi-onaylandı :)

Nihan'ın, her bakışımda yüzüme gülümseme yerleştiren, kitapta ''minnak'' olarak tarif ettiği ama kalbimde dev gibi yeri olan Bızt!'ının şu halini kareledim.


Bitmişti işte.
Biz, her şeyi on beş saat gibi bir süreye sığdırmaya çalıştık; sığmadı.
Yine buluşacağız, yine görüşeceğiz!
Değil mi canım benim? :)

O güzel gece ve sabah için çok ama çok teşekkür ederim! :)

(Kahramanımız Sittirella, yeni maceralara yelken açıyordu...)


...devam edecek...

Görsel: Sahibinin sesi, Sittirella marka

Ağzımızın tadı yerine gelsin.


31 Mayıs günü heyecanlıydım; Bal'ıma kedi kardeş gelecekti o gün.
Gelir gelmez boy boy fotoğraflarını çeker, ''Ceee-aaa! Kim gelmiş, kim gelmiş!'' yaparım diyordum burada.
30 Mayıs gecesi görüştük, 31 Mayıs akşamüstü saat 18:00 gibi getirmelerinde karar kıldık aldığımız kişilerle.
Cuma günüydü, evdeydim. Sanırım raporluydum. Twitter'da mesajlara göz atıyor, ''Akşamüstü olsa da minnak bir an önce gelse'' diye bekliyordum.
Sonra olanlar oldu. Peşpeşe hashtaglar belirmeye başladı sol frame de. İlk anda stres, sonra gelişen olaylara üzülme derken, ne minnakın heyecanı kaldı, ne de günümüm tadı.
Yeni minnakın boy boy yayınlanacak fotoğrafları rafa kalktı. Sevincimi paylaşamadım diyemeyeceğim; sevinemedim bile.
Sonrasında Pazartesi sabahına dek uyumadım desem yalan olmaz. Bir yandan minnakların birbirlerine tehdit dolu tıslamaları, diğer yandan haberlere yetişme-tek bir haber atlamama çabası.
An be an tırmanan gerginlik, gaz ve tazyikli su ile savaş alanına çevirilen güzelim sokaklarda yaşanan yaralanmalar derken Pazartesi sabahı uykusuzluk ve yorgunluktan -ve dibe vurmuş moral ile- işe gidemedim ve mazeret izni kullanmak zorunda kaldım.
Bir gün-beş gün-on beş gün derken akıl ve vicdan tutulmasına dair görülebilecek ne varsa gördük -sanırım- şu ana dek.
Unutulmayacak ve acısı yürekte sonsuza dek kalacak kayıplara sebep olan şiddet uygulandı sokaklara dökülen on binlerce insana.
Ne huzurlu uykular kaldı, ne de dinlenmiş şekilde uyanılan sabahlar.

Belki de bu isteğim bencillik ama; huzurla uyumayı, ağız tadıyla yemek yemeyi...ve de doya doya gülümsemeyi çok özledim.

Bugün ne oldu acaba? Yine kimler hangi haksızlığa uğradılar? Kaç kişi uydurulmuş delillerle -daha da kötüsü delil olmadan- demir parmaklıklar arkasına gönderildi? Kaç kişiden haber bile alınamıyor? Kanunsuzluk göze sokula sokula nasıl çalıştırılıyor? Bugün boşbakan neler saçmaladı yine? sorularını sormadan bir gün geçirmek ister hale geldim.
Ben sadece izleyici olduğum halde bu kadar bitik hissederken kendimi, günlerdir-haftalardır, her gün acının içinde, bıkmadan-usanmadan-bir adım geriye atmadan hakkını-hakkımızı arayan insanlar ne haldedir, nasıl hissediyordur? diye düşünmekten korkar hale geldim.

Artık ağız tadıyla yiyip, huzurla uyumasını istiyorum herkesin.
Ne olacaksa olsun demek yanlış olur; ''Güzel şeyler bir an önce olsun da hayatımız normale dönsün''.
Hatta, normal zannettiğimiz günlerin aslında birer kabus olduğunu farketmemizi sağlayacak güzellikteki günler bir an önce gelsin.

Hanimiş: bu şekeri kendimi mutlu etmek için almıştım; edemedim.
Mahallenin ''zıpır''ına mutluluk verdi sonunda, bu da teselli ikramiyem oldu.

Görsel: Sahibinin sesi, Sittirella marka

Cebi Delik / Hand to Mouth: A Chronicle of Early Failure


Yazar: Paul Auster
Çeviri: Seçkin Selvi
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 1997 / Türkçe İlk Baskı: 1999
Yayınevi: Can Yayınları

Yazarın,anlatımı su gibi akıcı. Cümleleri sade, kısa, net ve vurucu.
Sadece tramvayda, işe gidip gelirken okumama rağmen bir kaç günde bitirdim.

Arka Kapak Yazısı:
''Paul Auster'ın yapıtlarında, çağdaş insanı en çıplak durumuyla görüyor, onunla aramızda özdeşlikler, benzerlikler kurabiliyoruz. Paul Auster'ın yazdıklarının bu kadar beğenilmesinin, benimsenmesinin nedeni, belki de okuruyla arasındaki bu paylaşım. Bir Amerikalı yazar olmasına karşın, Amerikalı insanı değil, 'insan'ı anlattığı için evrensel boyutta oluyor yazdıkları. Yazarın bunca benimsenmesinin bir başka nedeni de, kısa, yalın cümlelerden oluşan kıvrak ve duru anlatımının, psikolojik çözümlemelerde kapsamlı ve derin bir boyuta ulaşabilmesi. Kurmaca yazarının genel yaklaşımının dışına çıkan ve alabildiğine gerçekmiş duygusu vererek yazan Paul Auster, 'olabilir'leri, 'olması gerekli'leri değil, olanları, yaşadıklarını, tanık olduklarını aktarıyor. Süslü edebiyattan uzak duruyor, yaşama hızını aktarabilmek için anlatımını yalınlaştırıp durulaştırıyor. Cebi Delik, yazarı tanımak isteyenler için benzersiz bir fırsat: Yaşamöyküsünü içtenlikle, dobra dobra ve her zamanki akıcı, ustalıklı diliyle ortaya koymuş Paul Auster.''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Yazarların çoğu çifte yaşam sürer. Akıllı uslu mesleklerde iyi para kazanıp yaşamlarından çaldıkları zamanı yazıya ayırırlar: Ya sabahın kör karanlığında, ya gece geç vakit ya hafta sonları ya da tatillerde yazarlar.''

''Benim sorunum, çifte yaşam sürmek istemeyişimden kaynaklanıyordu. Çalışmaktan kaçındığımdan değil; ama beşten dokuza bir işte kart basmak fikri kanımı donduruyor, içimdeki coşkuyu öldürüyordu.''

''Ama tabii, para hiçbir zaman yalnızca para demek değildir. Para her zaman bir başka şeydir, her zaman daha başka şeyler demektir ve son sözü de hep o söyler.''

''Sadakat duygum annemle babam arasında eşit olarak bölünmüştü ve çadırımı sürekli olarak ne birinin, ne ötekinin savaş karargahına kurardım.
Annemin tutumu, en azından yarattığı sevinç ve coşku açısından daha çekiciydi; ama babamın inatçılığında da beni çeken bir şeyler vardı: İnançlarının özünde kolay kazanılmamış deneyimlerin ve bilginin yattığını, bütün dünya kendisine kötü gözle baksa bile yine de babamı yıldırmayacak bir amaç tutarlılığı ve bütünlüğü olduğunu sezerdim. Bunlara hayranlık duyardım ve o güzelim, o çekici anneme dünyanın gözlerini kamaştırdığı için nasıl tapıyorsam, babama da aynı dünyaya karşı koyduğu için tapardım.''

''Amerikan yaşamının sağlıklılığı, haysiyeti, dürüstlüğü yutturmacadan, reklam palavrasından başka bir şey değildi. Gerçekleri irdelemeye başladığında çelişkiler su yüzüne vuruyor, iki yüzlülükler açığa çıkıyordu ve her şeye yepyeni bir açıdan bakma olanağı doğuyordu... Bizlere 'herkese özgürlük ve adalet' kavramını öğretmişlerdi; oysa gerçekte özgürlük ile adalet çoğu kez birbirleriyle çelişiyordu. Para peşinde koşmanın adil olmakla ilgisi yoktu; o konuda geçerli toplumsal ilke 'her koyun kendi bacağından asılır' görüşüydü. Bu piyasanın insanlıktan nasıl uzak olduğunu kanıtlamak istercesine, neredeyse bütün atasözleri de hayvanlar aleminden alınmıştı: kurtlar sofrası, insan insanın kurdudur, boğalar ve ayılar, batan gemiyi önce fareler terkeder, yaşamak güçlünün hakkıdır. Para dünyayı kazananlar ve kaybedenler, sahip olanlar ve olmayanlar diye bölmüştü.''

''Teddy anarşistti; ve hırslı biri olmadığı, başkalarının sahip olmak istedikleri şeylere sahip olma isteği duymadığı için de kendinden başka kimsenin kuralını tanımıyordu.''

''Son iki yılı kitaplara gömülerek geçirmiştim ve yepyeni bir dünya kafamın içini doldurmuş, yaşamı altüst eden değişikliklerle kan değişimine uğramıştım. Edebiyat ve felsefe konularında benim için bugün de önemli olan ne varsa, hepsini o iki yıl boyunca öğrendim. Şimdi bakıyorum da, onca kitabı nasıl okuduğuma şaşırıyorum. Akıllara durgunluk verecek kadar çok sayıda kitabı su içercesine hatmediyor, kitaplardan oluşan ülkeleri, koca kıtaları bir oturuşta yutuyor, yine de okumaya doyamıyordum. Elizabeth dönemi oyun yazarları, Sokrates öncesi filozoflar, Rus romancıları, Sürrealist şairler. Beynim tutuşmuş gibi, hayat memat sorunuymuş gibi okuyordum. Bir kitap  bir başka kitabı peşinen sürüklüyor, bir düşünce bir başka düşünceye yol açıyordu; ve bir aydan ötekine her konudaki düşüncelerim tamamen değişiyordu.''

''Sistem inançla yürütülüyordu. Doğrular ve gerçeklerle değil, kolektif inançla yürütülüyordu. Bu inancın temeline bir dinamit konulacak olursa, insanlar birdenbire sistemden kuşku duymaya başlarsa ne olacaktı? Kuramsal olarak bu durumda sistem çökecekti.''

''Yaşamın bir noktasına gelince bir de bakıyorsun ki, ölülerle geçirmiş olduğun zaman dirilerle geçirdiğinden daha çok.''

''Babalık, bir sınır çizgisi, gençlikle yetişkinliğin arasına dikilen koca bir duvardı ve ben artık hep o duvarın öteki tarafında kalacaktım.
Duvarın öteki tarafında olmaktan mutluydum.
Duygusal, düşünsel, hatta fiziksel olarak bulunmayı istediğim başka bir yer yoktu ve bu yeni alanda yaşamanın gereklerini yerine getirmeye hazırdım. O duvarın üstünden aşmak için bir geçiş bedeli ödersin, öbür yana geçtiğimde ceplerim neredeyse bomboştu.''

Keyifli okumalar :)

Görsel: Google Images/canyayınları.com

Anne yuvası - Baba evi

Yaşadığım şehirden memleketime yarı fiyatına bilet ile direkt uçuş bulunca soluğu memleketimde aldım. 
Hiç kimseye haber vermedim, parmakları bir elin sayısını geçmeyen ''blog'' arkadaşlarım dışında. 
Memlekete vardığımda bavulumu sürükleye sürükleye evin yolunu tuttum. Yolda hiçbir tanıdığa yakalanmamam şanstı. Sonra konuştuğumuzda, yürüdüğüm yoldan sadece on dakika önce geçtiklerini öğrenecektim anne-babamın. Hani on dakika erken insem yolda kalp krizi geçirtecekmişim bizimkilere sevinçten.
Evin kapısını çaldığımda annemin ''Kim o?'' demesi içimin yağlarını eritti. Tekrar çaldım, tekrar ''Kim o?'' Üçüncü seferde nihayet kapıya kadar gelip açtığında yüzünde oluşan ifadeyi asla unutmayacağım. 
Sabah Skype görüşmesi yapmıştık annemle... 
Beni hava alanına götürecek taksiyi beklerken arayıp ''İşe gidiyorum annecim, akşama misafirlerim gelecek, bir kaç çeşit yemek ve ikram hazırlayacağım, bana senin lezzetli kısırının tarifini verir misin?'' demiştim ve de gayet güzel bildiğim kısırın tarifini bir kez daha almıştım annemden :) 
''Akşama bende kısır var, sende ne var?'' dediğimdeyse akşam yemeğinde işkembe çorbası ve fırın kabak yiyeceğimi öğrenmiştim :) 
Aşağıdaki güllerle bezeli bahçe kapısından girip, evin kapısını çalarken aklımda ''İlk sözüm ne olsun?'' vardı, annem kapıyı açar açmaz ''Yemeği bensiz yediyseniz sizi affetmem, çünkü çok açım!'' deyince kendime şaşırdım :) 


Annem gözlerini kapatıp, tepine tepine çığlık atarken arada gözlerini açıp yüzüme bakıyor, sonra gözlerini yine sımsıkı yumup çığlığa devam ediyordu. 
Sımsıkı sarıldım, öptüm... 
Bir daha sarıldım, yine öptüm.  Annemin kokusunu doya doya çektim içime :)
Babam annemin çığlıklarına geldi, beni görünce yüzünün renginin değiştiğini gözlerimle gördüm.
Sakinliğini korudu, yüzünde kocaman-ışıl ışıl ve şaşkın bir gülümseme, sarılma sırasının annemden kendine gelmesini sabırla bekledi.
Sarıldım, öptüm, babamın da kokusunu çektim içime...
O akşam işkembe çorbası ve fırın kabağı indirdim mideye anlayacağınız :)
Gece annemle babam nöbetleşe öptüler beni.
Yattıktan sonra, sanki hala orada olduğuma inanamıyorlar gibi yataklarından kalkıp kalkıp geldiler, beni öpüp gittiler  :)
Bol öpücüklü, koklamalı geçen gecemizden sonra, ertesi sabah bahçede kahvaltımızı hazırlarken daha masa kurmayı tamamlamadan başladım fotoğraf çekmeye :)
Yeşil zeytin-siyah zeytin-peynir-domates-çay!
Geri kalan hiçbir şey beni ilgilendirmiyordu.
Zeytin diyorum, zeytin! 
Kendi zeytin ağaçlarımızın ürünü, ev yapımı, mis gibi zeytin... 
Ve beyaz peynir! Ve Tulum peyniri! Ve Ezine peyniri!
Kahvaltı ederken kendimden geçtim :)


Gündüz gözüyle bir zamanlar benim olan odama baktım.
Şimdi, biz anne yuvası-baba evimize gittikçe, kardeşimle dönüşümlü kullandığımız oda oldu :)
Hiç değişmemiş desem yeridir. Ne günlerim-gecelerim geçti şu odada... 
Tavandaki yıldızlarımın dili olsa da onlara bakarak kurduğum hayalleri anlatsa :)



Bahçeye iki salıncak eklenmiş. Vişne ağacımızın hemen yanına.
Bizimkilerin torun sevgisi işte!
Halasının karabiberi ''Albena''mın, her yaz bir ay keyfine hizmet eden salıncaklar :)
Ben de tadını çıkardım elbette... bir de toto daha küçük olsaydı da rahatça oturup sallanabilseydim şahane olacaktı.

Vişne salkım-saçak kendini gösteriyordu.
Geldim-gittim, attım ağzıma üç beş vişne :)


Annem evde dört patili hayvan istemez.
Neymiş efenim? Yılda bir -mümkün olursa iki- kez torun sevmeye gidiyorlarmış yaklaşık bir aylığına.
Bir ay da yaz-kış tatil gezmeleri tutuyormuş.
Kedi-köpek alsa kim bakacakmış yılda en az iki ay onlara?
Kendi deyişiyle; ''Elimi-ayağımı bağlar evin içinde canlı hayvan, bırakıp gidemem, ben böyle iyiyim''.
Ama çözümü bulmuş; kumru besliyor! Yuvaları bile var bahçede. 
Gelip-gidip yem yiyorlar kendilerine özel konan kaptan. Yem bitmişse de öterek bir güzel haber veriyorlar :)


Bahçe dediysem, küçücük bir şey değil.
Sanırım en son on iki ağaç var demişti babam.

Asmalar hariç, onlar ''saylanmaz''mış :)
Hepsi meyve...nazar değmesin :)
Hepsinden bol bol indirdim mideye elbette!


Bir ortancaları çok severim, bir de akşam sefası çiçeklerini.
Babaannem de, annem de bilirlerdi çok sevdiğimi. Simsiyah tohumları olurdu, bir bir toplardım :)
Annem yine dikmiş akşam sefası bahçe kapısı girişine. Gittim-geldim seyrettim.


Erik deyince; yemyeşil, kütür kütür, çok yendiğinde diş uyuşturanı makbuldür benim için.
Üç dört tane erik ağacımız var bahçede. Hepsinin tadı-büyüklüğü-kokusu ayrı.
Bu erik beni benden aldı, öyle lezzetli ki, herhalde en çok yediğim meyve bu ağacın erikleri oldu.


Sonra nohut; yeşil-taze nohut! :)
Komşumuzun yakışıklı oğlu getirdi demet demet ''hoş geldin ablacım'' hediyesi :)
Hele bir ilk okulu bitirsin, sonra bir sürü daha okul ve de üniversite; kendi ellerimle evlendireceğim minnak yakışıklımı :)

Nohuta da doydum anlayacağınız.


Bahçede böğürtlen olur mu?
Olur.
Hele hele annemin torunu çok seviyorsa bal gibi de olur!
İki avuç böğürtlendi benim payıma düşen. Mis gibiydi.



Bir avucu burada, anneciğimin ellerinden :)


Bu da benim en sevdiğim dut.
Kocaman, sulu sulu ve inanılmaz lezzetli!


Ev ekmeği...
Taş fırında, odun -aslında odun da değil,  bildiğin çırpı- ateşinde pişen ekmekler.
Çıkar çıkmaz soğumasını beklemeye başladım.
Baktım hava sıcak-soğuyacak gibi değil, yanında bonusu olarak pişen pidelere daldım! :)


Bunlar da komşu kızının ''hoş geldin ablacım'' hediyeleri.
Mis kokulu güller :)
Çok güzeller değil mi?


Her gittiğim yerde bir kedim oluyor desem yeridir.
Bu minnak'ı da annesi bırakıp gitmiş, daha bir aylık yok :/ Minnacık bir şey.
Aile dostumuzun bahçesine bırakıp gitmesi şansı olmuş minnakın.
Koskoca, ağaçlı-çiçekli bahçede gününü gün ediyor, mama yemeyi öğreniyor.
İlk başta köşe bucak kaçıyordu, final sahnesinde kucağımda mırıl mırıl mırıldıyordu :)
Çok tatlıydı, çok!


Her ne kadar anne-babamın gönlünü almak, onlarla hasret gidermeye gitmiş olsam da, ve hatta orada olduğum sürece ne blog-ne twitter tek bir gönderi yapmamış olsam da; gözüm sürekli haberlerdeydi.
Olayları kaçırmamak, kopmamak adına sık sık anne-baba sohbetlerine ara verip okudum.
Bir zamanlar en büyük keyfimdi çarşaf çarşaf gazeteleri kahvaltıdan öğle yemeğine dek satır satır okumak.
Haberler o kadar yürek acısı, insanın kalbinde haksızlığa karşı isyan ateşleri yakıcıydı ki; bu sefer ''Gazete keyfi yaptım'' diyemeyeceğim.


...devam edecek...

Görsel: Sahibinin sesi, Sittirella marka
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...