Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde...


Yazar: Mahir Ünsal Eriş
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 2012
Yayınevi: İletişim Yayınları

Bu kitabı idefix'ten toplu kitap alımı yaptığımda almıştım. Kitabı okurken 112. sayfayı bitirip gözlerimi bir sonraki sayfaya çevirdiğimde önce kısa süreli bir şaşkınlık yaşadım. Okuduğum sayfayı bu sayfaya bağlayamamıştım çünkü. Sonra sayfa numarasına baktım; 129! :)
Tadım-tuzum kaçtı, hikayenin geri kalanını deli gibi merak ediyordum.
Hemen idefix ve İletişim Yayınları'na Twitter'dan yazdım. Ardından da yazara.
İletişim Yayınlarından çıt çıkmazken, -ve yazar da hiç bir yorumda bulunmazken- idefix bana sipariş kodumu verdiğim takdirde müşteri temsilcilerinin geri döneceğini cevabını verdi.
Kodu verdim ama geri dönen olmadı :)
Yaklaşık üç-beş gün sonra kendim aradım (Polonya'dan arıyorum düşünün) ve on beş dakikalık bir telefon görüşmesinden sonra kitabı bana tekrar göndereceklerini söylediler. Açıkçası -ismini vermemin doğru olmayacağını düşünüyorum- müşteri temsilcisi beyefendinin sorumlu yaklaşımından dolayı böyle çözüm üretildi bana. O beyefendiye çok teşekkür ediyorum.
Hazır almak istediğim bir çok kitap birikmişken -ve de idefix'te bahar indirimi varken- yeni siparişlerime ücretsiz olarak ekleneceği sözünü verdiler bu kitabın. Peki ben kitabı nasıl okuyup-bitirdim? :)
Twitter'da takipçim olan ''Ceren'' isimli arkadaşımız sayfa 112-129 arasını bana kendi kitabından taratıp pdf dökümanı olarak gönderdi. Yazarı, böyle bir çözüm yoluna gideceğimize dair yine Twitter aracılığıyla bilgilendirdim. Gerçi ondan da geri dönüş gelmedi ama ben üzerime düşeni yaptım, haber verdim.

Sevgili Ceren, buradan sana bir kez daha teşekkür etmek istiyorum :)
Tam zamanında yetiştin yoksa ben yeni kitap elime geçinceye dek en az bir ay beklemek zorunda kalacaktım :)

Arka Kapak Yazısı:
“Abim Atatürk’ü çok severdi, bense Allah’ı.
Babam, annemi ve Galatasaray’ı severdi, annem de Ringo’yu. Babam yorgun bir adamdı.
Gündüz vardiyasındayken her gün, çalıştığı taşocağında sanki onca kayayı sırtına vurup ordan oraya sürüklemiş gibi, kalan son canıyla eve gelir, çoğunlukla da tek kanallı televizyonun bitmek bilmeyen ana haber bülteni sona ermeden uyuyakalırdı, akvaryumun karşısındaki ikili koltukta.”

Yaz bitince kalabalığın günbegün seyreldiği, ahalinin biz bize kalıp bıkkınlıkla merabalaşıp mahsunlaştığı, her gürültünün ikindi vakti ağır usul söndüğü bir sahil şehrini düşünün... Boş masaları döven yağmurları, kirlenmiş kıyıları, eprimiş güneş şemsiyelerini... Buna, seksenli yılların sakaletini, iğreti kaygılarını, katıksız korku olan çaresizliğini ekleyin.

 Mahir Ünsal Eriş, bir sahilde oturmuş, can sıkıntısından esneyen, kendi çocukluğuna bakıyor; renkli, yuvarlacık, pütür pütür bir çocukluk anlatıyor bize. “Komen! komen!” diye ateş eden oğlan bebelerini, mobiletleri, leblebi tozunu, Kaynanalar Parkı’nı, Kız Meslek’in kızlarını, Klinsmann’ı, Evrenos’u, Allah’ın yanına aldığı iyileri, kale zindanındaki prensesleri resmediyor.

 Yoksulluk, hoyratlık, yalnızlık, gamsızlık, kırk mumluk sarı ampulün ışığında belli belirsiz görünüp, kayboluyor. Merhamet, taşraya uğramadan Kaf Dağı’na gidiyor...

 Canlı, anlatma iştahıyla dolu yeni bir ses var karşımızda. Eriş, soba boyasıyla boyanmış hikâyeleriyle edebiyat şehrengizinde... Mağlup ama baştan kaybetmişliğini bilen bir hınzırlıkla sırıtıyor okuruna...''

Altını Çizdiğim Cümleler:
çok sıkılır arkadaşı ölen çocuklar
''Ölmek ne bilmiyorum. Merak da etmedim hiç. Yani iyi kötü bir fikrim var aslında, tam olarak ayrıntısını bilmiyorum ama. Tatil gibi bir şey sanıyorum onu, taşınmak gibi, kesin bir şey. Onu bir daha göremeyeceğimi biliyorum yine de fakat. Bu kadar ani olmasına, böyle habersizce kaçar gibi olmasına üzülüyorum sonra, bozuluyorum biraz. Çağırsaydı ben de giderdim belki?''

kimi sevse gülderen
''Kimi sevsem,'' diye düşünüyordu bunlar aklından geçerken, ''hep beklemekle geçiyor vaktimin büyük çoğunluğu.''

biten bir aşkın ardından
''Ateşsiz sigara ne zor, sigarasız ateş ne üzücü şu hayatta... Ömrümün en uzun gecelerinden biriydi belki de.''

bana küstüler
''İnsansızlıktan kurudum. Lisede, hem de lisede, en çok insana karışılan yaşımda tek bir gerçek arkadaşım olmadan yapayalnız kaldım. Arkadaşmış, Allah belalarını versin hepsinin. Şimdi kim bilir nerdeler. Bense hala burdayım, sözümde.''

bilye hikmet
''Kamelyanın önüne çıktı Bilye Hikmet. Yılanın karşısına geçti, diz çöktü önünde içi dolu, etli bir kemer gibi çöreklenmiş hayvanın. Ulaş'ın da, benim de gördüğümüz ilk canlı yılandı. Hikmet göz göze gelmeye çalışır gibi bekledi yılanı bir süre. Sonra ''Şşş'' dedi. ''Haydi şahmerana haydi şahmerana.''
Yılan sanki pis bir koku almış da irkilmiş gibi seri bir hareketle başını geriye çevirdi, sonra bütün vücudunu başının peşi sıra sürükleyerek geliği çalılara doğru kaybolup gitti. Gözden kaybolana kadar önümüzden bir dizi boncuk gibi sürüklenerek gidişini izledik. Susmuştuk.''

her kanser erken ölümdür
''Maalesef'' diye başladı söze. Maalesef, beyaz bir kağıdın tam ortasına damlayan kocaman bir mürekkep lekesi gibi düştü içime. Sanki iki göğsümün ortasında bir yer, içine sıcak su dökülmüş çay bardağı gibi patladı, kırıkları ciğerlerime battı sanki.''

bir konsomatris hikayesi
''Çapındaki bütün Anadolu memleketleri gibi, kaynayan bir kazandır Biga.Kolları bilezikten prangaya vurulmuş gibi şangırdayan, günleri günle, akşamları televizyonla geçen, misafirliğe giderken terliğini götüren kadınların kendilerinden başka herkesin dedikodusunu herkesle yapabilecekleri, alevler içinde bir kazan. Ve esnaf aylaklığıyla dükkanlarının önlerine attıkları sandalyelerde bütün dünyayı eteklerinde çekip çeviren kuyu ağızlı kocalarının...''

Ringo
''Fareden korkmazdım, köpekten de, sadece Allah'tan korkardım, çünkü onu severdim, onun resmi yoktu çünkü, o büyüktü, demek ki resimlere sığmayacak kadar büyüktü.''

mektup yazacak gün
''Annemle babam dönmüştü ve ben yine yalnız kalmıştım. Bir haftadır pek aklıma gelmiyordu, onlar buradayken oyalanabiliyordum. Ailenin insanı kendine dönüştüren, birden bire o eski düzene döndürüveren bir büyüsü var. Gittiklerinde bir tuhaf oluyorsun, sanki biraz daha kalsalar evin içinde varlıkları ağırlaşmayacakmış, her hareketin, para veya vakit harcadığın her şey onlara batmayacakmış gibi. Aileylen, ailenin dışında kalan dünyayı dışarıda bırakabilmek mümkün...''

hep klinsmann'ın yüzünden
''Her sabah gövdemin içini dolduran sıcacık bir neşeyle uyanıyor, bütün bir günü onun kokusunun gölgesinde, onun yarım, üzgün gülümseyişini izleyerek, onunla oyunlar oynayarak geçiriyordum. Çok seviyordum onu. Onun bana gülüşü, benimle olmayı, hep yanımda durmayı sevişi, kimi zaman kazara bana değen sıcaklığı, benimle Dünya Kupası maçlarını seyredişi, Evrenos'un İspanyol olduğuna inanışı, babamın yakın gözlüğünü takıp Özal taklidi yapışı, o üzgün, kıvırcık, gamzeli ve çürük dişli halleri aklımı başımdan alıyordu.Mutluluktan bir yerlerim çatlayıverecek gibiydi. Karnımın içinde hep, sanki gülmekten katılıyormuşum gibi bir düğüm vardı. Her şey yolundaydı basbayağı.''

kadınlar hep olmadık zamanlarda
''Çok sevdim onu ben, içim yırtılırcasına sevdim. Öyle sevdim ki, ondan sonra gelenlerde hep onu silmeye çalıştım. Bunu bahane edip birini öbürüne ekledim, birbirini hiç tanımayan kadınları mutsuz edip karşı karşıya getirdim. Öyle sevdim, öyle özledim, öyle kıskandım ki onu, o gittikten sonra bile, elimde olsa, hani utanmasam, bir gazeteye ilan verip, ''Merhaba kızlar, benim bir sevdiğim var. Ve hiçbirinizi sevmeyip mutsuz edişim bundandır. Özürlerimin kabul buyurulması,'' diyebilirdim.''

ben evlenmeyi boşanmaktan daha çok seviyorum
''Öpüyorum. Kokusu içime doluyor, içimdeki tüm hücrelere sıvanıyor sanki, kaplıyor. Tanıdık buluyorum bu kokuyu. Çok havalı bir laf olmasa "aşina" derdim. Evimle o kadar özdeşleşmiş ki kokusu, buluşmuşuz ve eve gidecekmişiz gibi kokuyor. Heyecanlandıran değil de, sakinleştiren bir koku. Yuva kokusu işte... Gitmeyeceksin o yuvaya ama, ona şüphe yok. Boşanma, işte o anda başlıyor zaten. O yüzden yuvaları yıkıldı deniyor boşananlara.''

vakitlice gelmeyen çiş
''Çocukken ablasını Mersin'e üniversiteye yazdırmaya gitmişlerdi ailece de, Konya Ovası'ndan geçerken "Çişim var," diye tutturunca babası sağa çekip, "lşe ulan!" demişti. O da, bir tane ağacı olmayan koca ovada gözden kaybolamayacağını anlayıncaya kadar yürümüş, en sonunda ufukta küçük bir nokta olup kalınca yere çömelip işemişti. Onca yolu geri yürüyüp arabaya döndüğünde ana-babasıyla ablası hala gülüyorlardı.''

biraz uzunca bir diyet hikayesi
''Halasının oğlu bile bilmezdi Beşo'nun adının Beşir olduğunu. Çünkü halaoğlu için Beşo, zaten başlı başına bir isimdi. Askerde bir yüzbaşısı varmıştı babasının, çok koruyan kollayan, kimseye ezdirmeyen. Çanakkale Bigalı falan da bir adam üstelik... Ondan ahdetmiş babası, ''Şu askerlik,'' demiş, ''bir bitsin, ahdim var komutanım, senin adını vereceğim ilk oğluma.'' Güzel insanlıklı bir adamcağızmış yüzbaşı, Beşir'miş adı. Öyle de olmuş, Beşo'ya ad olmuş yüzbaşının babaya kıyağı. Kim bilir kaç subayın, astsubayın adı kaç kara kuru çocuğa ad olmuştur memleketin dört bir yanında.''

Keyifli okumalar :)

Görsel: Google Images/ebediyenedebiyat.blogspot.com

Kalbe giden yol burundan geçer


Bu benim teorim.
Doğruluğunu da hemen şuracıkta ispatlayabilirim :)

Yorgun argın eve gelmişsiniz, kafanız kazan gibi. Yuvanızın kapısından içeri adım attığınız anda burnunuza çarpan mis gibi bi' koku gerginliğinizi almaz mı? Yüzünüze bi' gülümseme kondurmaz mı?
Çiçek kokusu, yemek kokusu, hafif bi' parfüm kokusu.
Yeni yıkanmış çamaşırlardan gelen buram buram yumuşatıcı kokusu...
Bizim ev böyle ''kokar'' işte :)

Ya ocakta su kaynamıştır, kocaman bi' kupa kahve hazırlanmıştır. Dumanı üstünde tüten kahve kokar ev.
Ya bitki çayı hazırlamışımdır, ıhlamur-adaçayı-nane-limon kokusu birbirine girmiştir.
Ya kaynattığım yumurtaları soymuşumdur bi' kaç dakika önce, kesip tabağa yerleştirmişimdir. Yanında sıcacık tostla kokusu karışmıştır.
Ya ocakta yemek(ler) pişmektedir, buhara karışan kokusu odaya dek gelmiştir :)
Ya banyodan çıkmışımdır, saçım mis gibi şampuan-tenim mis gibi sabun kokuyordur.
Ya evi temizlemişimdir, yer silme suyuna eklediğim çam kokulu sıvı evi adeta çamlığa çevirmiştir.
Bu kokuların hepsi huzur, konfor, temizlik, rahatlık hissi verir ve yüzümüze gülümsemeyi yerleştirir.
Kalpleri yumuşatır, huzur duygusunu neredeyse elle tutulacak yoğunluğa çıkarır. Size o evi, o evde yaşayanları sevdirir.
...diye düşünüyorum ben :)

Bakalım, geçen günlerde evdeki hangi kokuları fotoğraflama şansı bulabilmişim?


Yemeğe düşkünümdür. Yemeyi de, pişirip yedirmeyi de severim.
''Yumurta kırmayı bile beceremem'' veya ''Mutfak işlerinden hiç anlamam'' sözü ağzından çıkanlara şaşırıp kalıyorum.
Kuş yavrusu musun sen? Ömür boyu birileri gelip seni beslemek zorunda mı? diye sorasım geliyor.
Anlamıyorum, aklım gerçekten basmıyor. Üstüne üstlük, mutfağa girmemeyi-yemek pişir(e)memeyi marifet sayanlar var. ''Hiç anlamam/Hiç beceremem'' kılıfları her daim hazır.
Kadın-erkek farketmez arkadaş; yiyip-yutmasını biliyorsan, pişirip-temizlemesini de bileceksin. Belki bu konuda yanlış düşünüyorumdur/haksızımdır ama bunu kimse bana kabul ettiremez :)))

Mesela, sevgilim geçenlerde indirimde kitaplar bulunca almış-getirmiş eve.
''Sana kitap aldım'' dediğinde sevinmiştim. Bakın hangi kitapları almış?


Gördüğünüz üzere, konu kitap bile olsa olay dönüp-dolaşıp yemek konusuna varıyor :)

Yine evimizi misssssler gibi kokutan bir demetle gönderiyi bitireyim.


Evinizden güzel kokular hiç eksik olmasın :)

Görsel: Sahibinin sesi / Sittirella marka

Isırıkçı Bal'ım



''Bal'ım nasıl?'' diye sormaya başlayan arkadaşlarım var.
Üstteki fotoğrafta gördüğünüz gibi, artık o minnak aslan oldu; kükrüyor :)

Geçenlerde çok tatsız-tuzsuz bir durum yaşadık Bal'ım ile :/
Beni -özellikle Twitter'da- takip edenler bilir; Bal'ım 26 Nisan Cuma günü kısırlaştırıldı.
Sibirya kedisi olmasına rağmen çok minik oluşu (ameliyat öncesi 2.5 kilo idi) sersemletti onu.
Bir hafta özel bir kıyafetle dolaştı evde. Bulduğu her fırsatta da kıyafetinin bağlama yerlerini açtı :)
Neyse, kıyafet çıktığı anda bizimkisi evde dört dönmeye başladı. O bir haftanın acısını evin her köşesinin tozunu attırarak çıkardı sağolsun.
Şekil 1 A:


Aradan geçen iki haftadan sonra minnakın tırnaklarının çok uzadığını farkettim.
Kucağıma geldiği bir anda hafifçe severek-başını okşayarak fırçalamaya ve tırnaklarını kontrol etmeye başladım. Buraya kadar her şey normaldi. Sonra tırnaklarını kesmeye başladım. İlk üç tırnakta hiç sorun yokken dördüncü tırnağa geldiğimde stres yaptı. Kedisi olanlar bilirler, temkinli bir şekilde-hafifçe kasılmış halde- durmam için ne gerekiyorsa yaptı ve kaçmak istedi.
İzin vermedim, bir kaç denemede daha bulundu ve tehditkar bir şekilde miyavlamaya başladı.
Veteriner, ''istemediğiniz bir şeyi tehditle, miyavlayarak, tırmalayarak, tıslayarak yapmaya kalkarsa şiddet uygulamadan durdurun, yapmasına izin vermeyin. Bir kez yaparsa, her seferinde aynı şekilde davranarak yapabileceğini düşünür, sorun yaşarsınız.'' demişti.
Bu konuşma aklıma geldi, gitmesine-kaçmasına izin vermedim.
Bir kaç kez daha zorladı ama ciddi ciddi sinirliydi.
Sıkıca kavrayıp -bir nevi hareket yeteneğini sıfırlayıp- kucağımda kalmasını sağladım.
Çok sinirlendi. Resmen bağırdı bana. Öyle bir miyavlama duymadım şu geçen iki yılda Bal'ımdan.
Baktı ki kaçarı yok, cart! diye geçiriverdi dişlerini sol elime. Öyle böyle değil, basbayağı sonuna dek geçirdi dişlerini. Yine izin vermedim ve canımın da yanmasıyla bas bas bağırdım yüzüne. ''Terbiyesiz, şımarık, ne yaptığını sanıyorsun sen? Bu ne şimdi? Utanmaz!'' ama fiziki şiddet yok, sadece sesimin yettiğince bağırdım.
Çişini altına kaçırdı. Tuttum bunu banyoya götürdüm. Çıt yok! Elimden kanlar akıyor, bildiğin kan gölü ortalık. Bunda ses seda yok.
Önce elimi temizledim, kanı durdurmaya çalıştım. Sonra bunun çiş değen her yerini şampuanlı bezle temizledim-duruladım-kuruladım.
Kuyruk apışarasında, yere sıfır, tık yok. Yüzüme bile bakamıyor.
Aldım kucağıma, sanki hiç bir şey olmamış gibi başladım konuşmaya. Bir yandan da hafif hafif okşuyorum, konuşuyorum. O tırnakları kestim. Çıt çıkarmadı edepsiz. Demek ki isteyince gayet güzel uslu durabiliyor.
Tırnak-temizlenme faslı-tarama derken aradan yarım saat kadar geçti ama ben elimde bir anormallik olduğunu anlamaya başladım. Sol baş parmağımı oynatamıyordum.
Akşam oldu, benim el de tabiri caizse davul oldu :/
Dişlerin geçtiği yer sızlamaya, iyiden iyiye acımaya, nasıl desem ''zonklamaya'' başladı.
Ertesi günü doktora gittim. Çünkü sabah elim iyice kızarmış ve şişmiş haldeydi.
Tetanoz iğnesini yedim. 7 günlük bir antibiyotik tedavisine alındım. Yaram temizlendi, el sarıldı. 3 gün elim sargıda kaldı. Bakınız:
Şekil 2 A:

Doktor dedi ki, kendi kedim olduğu için, aşıları tam olduğu için şanslıymışım. Kuduz gibi bir tehdit olmamasına rağmen kedi ısırığı ve tırmalaması aslında çok tehlikeliymiş. Hatta ve hatta, literatürde ''Kedi Tırmalaması Hastalığı -Cat Scratch Disease'' diye geçen bir hastalık varmış ve bir çok insan (benim gibi) bundan bir habermiş. Isırılma durumunda Tetanoz iğnesi ve antibiyotik tedavisi şartmış. Yaranın da çok iyi dezenfekte edilmesi gerekiyormuş. Çünkü, bende olduğu gibi, yarada enfeksiyon oluşması durumunda el sıvı toplamaya devam ediyor ve bu sıvı elin içinde bulunan ne kadar sinir-damar-kas varsa hepsini sarıp baskı yapıyor ve çok ağrılı-acılı, elin işlevini yitirmesine varan ve sonu ameliyat olan durumlar ortaya çıkıyormuş.
''Oyun bile olsa elinizi ısırmasına-tırmalamasına izin vermeyin.'' dedi.
Zaten ısıran, tırmalayan bir kedi hiç olmadı benim minnak. Şimdi oyun-moyun kendini azıcık kaybettiği durumlarda ''Hayır!'' demem yetiyor normale dönmesine.
Bu olaydan bir saat sonra yine kucağımda mırlıyor-purluyordu o ayrı mesele. Sanki o olay hiç yaşanmamıştı.
Aynı şebekliklere, oyunlara, şirinliklere kaldığı yerden devam ediyordu. Balık hafızası var benimkinde :)

Neyse, bu olayın dışında Bal'ım neler yapıyor buyurun görün:


Bulduğu her poşetin içine kafasını sokuyor, üzerine çıkıyor :)
Gazete, kağıt, tişört; üzerine oturmazsa olmaz :) Bir de iyi avcıdır benim Bal'ım, minicik bir sinek-sivrisinek görmesin, dili çözülüyor, deliriyor, bir yandan miv! miv! konuşup, diğer yandan evde bulduğu tüm mobilyaların üzerine çıkarak sineğe ulaşmaya çalışıyor :)

Bir de, geçenlerde balkonu kapatmak için aldığımız malzemeler hava koşullarından dolayı bekliyordu. Geçen hafta sonu hava güneşli ve ılık olunca nihayet balkonu korumalı yapabildik.
Bu işlemler yapılırken bizim minnak sürekli teftişteydi tabisi de :)


Hep diyorum; şundaki keyif bende olsa sanırım bir yüz elli yıl yaşarım :)
Ve hatta; ölmem!


Kedinizi sevin, çok sevin. Öpün-koklayın-bağrınıza basın :)
Ama sizi oyun bile olsa ısırmasına, tırmalamasına izin vermeyin. Bırakın oyuncaklarını, tırmalama aparatlarını tırmalasın.
Veya halının bir köşesini kıstırsın dört pati arasına -benim minnakın günde üç-beş öğün yaptığı gibi- fıtı-fıtı yapsın :)
Kendisinin diğer ismi ''Master of fıtı-fıtı'' olup bu işin alasını yapmaktadır :)

Kalın sağlıcakla :)

Hanimiş: bu ısırılma sonrası ''Ne yapacaksın şimdi? Evde tutacak mısın o kediyi daha?'' diye soranlara akıl-fikir diyorum! Sizden bi cacık olmaz!

Görsel: Sahibinin sesi/Sittirella marka

Ağız ve diş sağlığı önemli; Elgydium Clinic - Eludril


Efenim, yıllar yıllar önce..
Develer tellal iken, pireler berber iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken...
Yok be, hepi topu on yıl önce :)
''İnci gibi dişler''e sahiptim. Kelimenin gerçek anlamıyla inci gibi dişler :)
Kar beyaz olmasa da, yalnızca bir ton koyusu, mükemmel boyutlarda, iki sıra inci ağzımda diziliydi ve dudaklarım da biçimli, dolgun ve de kırmızıya yakın renkte olunca millet gözümü-yüzümü bırakır ağzıma bakarak konuşurdu :)
Bize ne senin dişinden dudağından deseniz yeridir, az kaldı bağlayacağım konuyu.
Bana ''sen neden diş macunu-diş fırçası reklamlarında oynamıyorsun? diyenler oluyordu.
Ne buzları kıtır kıtır kırarak yiyor, fındık-fıstık bu dişlerle çıtır çıtır açılıyordu.

Günlerden bir gün, çok kötü-feci-fena bir görünmez kaza geldi başıma. Kazanın ardından çok ciddi bir ameliyat geçirdim ve vücuduma titanyum plaka ve çiviler takılmak zorunda kaldı.
Ameliyat öncesi-sırası-sonrasında, -artık ameliyat bölgesinde enfeksiyon oluşmaması için mi bilemiyorum- büyük boy şırıngalarla sıvı antibiyotikleri sıra sıra dayadılar koluma takılı olan serum hortumundan.
Meğer bu kazada, benim çenemde büyük bir travma oluşmuş ama ameliyat olmam gereken durumun ciddiyetinden bu durum atlanmış.
Sonra ne oldu?
Diş etlerim çekilmeye başladı. Ardından birer birer diş çürümesi sorunları yaşamaya başladım.
Sonra dişlerim inci gibi olma özelliğini kaybetmese de, sol-alt sırada, en ortadaki tek dişim yavaş yavaş içe doğru dönmeye başladı. Dönme milimetrenin onda biri, onda ikisi gibi derken aradan geçen yedi yıl içinde iki-üç milimetreyi buldu.
Diş etinin fazla çekildiği sağ-alt tarafta tam üç dişimin dibi oyularak -diş estetiği diyorlar burada buna- oyulan yerler diş renginde dolguyla dolduruldu, pırıl pırıl yapıldı.
Diş etinde, tam iki dişin arasında meydana gelen minicik bir boşluk sebebiyle haftalarca süren ve neredeyse beni delirten diş ağrısı yaşadım. Diş hekimim -aranızda diş hekimi olan varsa çok daha iyi bilir elbette- ''bu boşluk giderek büyüyecek, bir nevi kansere çevirme ihtimali var, sağlam dişi almak ağrıyı dindirmenin tek yolu dedi ve sapasağlam dişimi aldı.
Çocukluğumda, süt dişlerimi kaybettiğim zamanlardan beri ilk defa tek dişi eksik kaldım :(
Aradan zaman geçsin, diş eti-damak iyileşsin, implant yaparız dedi.
Aradan zaman geçti, ben implant yapacağını beklerken çekilen dişin yanındaki diş tek yönden kırıldı! Zaten dolguluydu.
Sonra benim ''dental köprü'' maceram başladı.
Önce diş taşları temizlendi, ağız pırıl pırıl yapıldı. Sonra tüm sorunlu dişler bir bir kontrol edildi.
Sonra diş kesimi, kalıp alma, porselen rengi seçme, gelen köprünün milimetre bile tutmayan farkla tam oturmaması sebebiyle bir daha kalıp alma, geçici dolgu dişlerle yaşama gibi gerçekten can sıkıcı, yorucu ve zaman zaman can acıtıcı tam iki ayın sonunda köprüm takıldı.
Bu sefer köprüye alışma, temizliğini öğrenme sorunu yaşadım.
Hepi topu 3 dişlik köprü deyip geçeriz ama iyi temizleyemezsen yandın!
Temizleyememişim oradan biliyorum.
Diş etim şişti, damak acımaya başlayıp ağzımda nahoş bir koku hissedince soluğu diş hekimimde aldım.
Acımadı bana, o incecik şırıngayla içten-dıştan delik deşik etti damağımı :( Bir güzel temizledi köprüyü.
Kalan minicik bir parçanın bile böyle sorun yaratabileceğini, ağız ve diş temizliğime çok ama çok önem vermem ve zaman ayırmam gerektiğini gayet güzel anlattı.
Çıkışta, fotoğrafta gördüğünüz ürünleri aldım. Bu markayı ve ürünlerini özellikle tavsiye etti diş hekimim.
O günden beri ağzımda tek bir problem yok.
Sabah uyanınca nefesim resmen bebek gibi :)
Ne plak sorunu yaşıyorum, ne ağrı, ne sızı ne de temizleme sıkıntısı.

Diş macunu çok güzel temizliyor. Fırçanın üzerine sıktığınızda incecik ve yavaşça akıyor macun. Bizdeki gibi kocaman bir delikten ceviz büyüklüğünde macun çıkarmak imkansız. Bu da bir tüp macunun çok uzun süre yetmesi anlamına geliyor.
Diş hekimimle, ''Diş macunu gerekli mi? Eskiden misvak varmış, mis gibi temizlermiş'' konulu bir konuşma yaptık. ''O misvakda bulunan doğal maddeleri bir araya getirip fırçanın üzerine koyabileceksen macun gerekmez'' dedi :)
''Macunsuz fırçalamak diş yüzeyindeki yüzeysel kiri alır ama dişi koruyacak/dezenfekte edecek maddeler olmadığı sürece diş sağlığı sorunu yaşamaya devam edersin. Macun şart ama herhangi bir macun kullanmamak gerek. Gerçekten diş sağlığına yönelik üretilmiş macunları kullanmak gerek. Macunsuz fırçalayanların hem diş renkleri koyulaşır hem de pek uzun olmayan bir vadede çürüme, diş eti çekilmesi sorunları yaşamaya başlarlar. Dilersen dene de gör'' dedi :)
Oysa bir yerlerde ''Diş macunu sadece fırçanın kayması içindir'' diye bir yazı okumuştum. Meğersem her okuduğuna inanmamak, uzmanına sormak gerekiyormuş. Aferin bana :)

Diş fırçası da çok kullanışlı. Öyle yanarlı-dönerli, oynar başlıklı, ortası plastik-üç farklı boy kıl vesaire değil fırça. Ama kullanmaya başladığınız an dişlerinizin tamamını fırçaladığınızı, içte-dışta dokunmadık yer bırakmadığınızı hissediyorsunuz.
İki dakikalık bir fırçalamanın ardından dilimin tüm dişlerimde resmen kaydığını hissediyorum.
Rengi yine ''neredeyse beyaz'' dişlerimin. Diş eti problemimin de giderek durduğunu hissediyorum.

Köprü temizliğinde kullandığım Elgydium isimli diş arası temizleme aparatı/ucu ile, tüm dişlerimin arasını temizlemek yaklaşık otuz saniye alıyor. Her iki günde bir, ne olur ne olmaz diye yine diş ipi kullanıyorum.
Üç ayrı kalınlıkta/renkte ucu var bu aparatın. Bir uç kullanışsız gelirse (diş aralarının mesafesine bağlı olarak) diğerini kullanmanız için. Uçlar kolayca çıkarılıp takılabiliyor.
Bu ürünlerin farklı isimleri var mıdır bilmiyorum, araştırmadım. ''Ona uç denmez'' derseniz haklısınız.

En önemli ürün ise ağız temizleme sıvısı; Elgydium.
O bildiğiniz mentollü-naneli-kimyasal kokan diğer tüm sıvılarla yakından uzaktan alakası yok. Alkolsüz.
Bildiğimiz limon-çay tadı var ve yakmıyor, sahte bir ferahlık hissi vermiyor. Tertemiz bir diş ve dil bırakıyor otuz saniye gargara sonrası. Etkisini de öğle yemeği yedikten sonra bile hissediyorum. Sabahları zaten dediğim gibi; bebek nefesi gibi taze-ferah bir ağızla uyanıyorum. Bir sabah-bir gece yatmadan önce otuzar saniyelik gargarayla oluşması muhtemel tüm plak-kokuya karşı önlemimi alıyorum :)

Eludril adındaki, kırmızı renkli sıvı alkol içeriyor. Diş tedavisi sonrasında tüm ağzı tam anlamıyla dezenfekte etmek için geçici bir süre kullanılıyor. Yakıyor. Çok az bir miktarı ılık su ile karıştırarak gargara yapıyorsunuz. En küçük boy şişesi yetip de artıyor.

Elujel isimli jeli ise bugüne dek gördüğüm en enteresan ürün. Prospektüsünü okuduğumda bu jelin benim gibi diş eti ve damakta berelenme-yara olması gibi durumlarda bakteri oluşmaması ve yaranın hızla kapanması için bir nevi dezenfekte edici jel olduğunu, ruh hastalıklarından muzdarip, diş temizliğini beceremeyen-yapamayan kişilerde ağız ve diş temizliği amacıyla kullanıldığını gördüm.
Tadı şahane, sürüyorsunuz temizliğiniz bittikten sonra yaralı-bereli-şiş bölgeye, bir kaç saniye sonra ağzınızda jel olduğunu hatırlamıyorsunuz bile. Ama sürekli kullanım için değil, sadece anlattığım özel durumlarda. Bir de benim diş hekimim gibi, ağzınızı şırıngayla delik deşik ettiklerinde o deliklerin bir an önce-sorunsuzca kapanması için kullanılıyor.

Bu kadar ürünü bir anda alınca, fotoğrafta ortada gördüğünüz el kremini ve beyazlatıcı-seyahat boyu diş macununu hediye ettiler :)
Demem o ki, sabah üç - akşam üç dakika olmak üzere (öğlenleri bazen diş fırçalamam gerekmiyor bile) günde altı dakika ile pırıl pırıl-tertemiz bir ağızla dilediğimce gülümsüyor, kahkaha atıyorum.
Diş sağlığı çok önemli. Ve ne yazık ki, biz onu kaybedinceye dek aslında ne kadar önemli olduğunun farkına pek varmıyoruz.
Bu saydığım ürünler gayet uygun fiyatlı ve uzun süre kullanacağınız ürünler. Ayda bir yeni bir şişe-tüp almanız gerekmiyor. Piyasada dolanan gayet ünlü ve oldukça pahalı, kısa sürede tüketeceğiniz bir çok ağız ve diş sağlığı ürününün pabucunu ilk kullanımdan dama atacak ürünler.
Hani, aranızda benim gibi dişlerinden muzdarip olan varsa, buyurun size çözüm :)

Ağız ve diş sağlığınızın koruyucu meleği Sittirella, Polonya'dan bildirdi.

İnci Gibi Dişler / White Teeth


Yazar: Zadie Smith
Çeviri: Mefkure Bayatlı
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 2000 / Türkçe Baskı: 2001
Yayınevi: Everest Yayınları

Arka Kapak Yazısı:
''Elinizdeki romanın 80 sayfalık müsveddesini götürüp yayınevinden 250.000 pound avans alan Zadie Smith, kitap piyasaya çıktığı andan itibaren hem İngiltere'de hem dünyada çok büyük sükse yaptı ve hemen hemen bütün ödüllerde adını bir fırtına gibi estirdi. Öyle ki dünyaca ünlü Guardian gazetesinin bu yıl ilk defa verdiği ödülü kazandığında da, jüride bulunan ünlü romancı Julian Barnes, düşüncelerini şu sözlerle ifade etmişti: ''Bir romancı olarak içim kıskançlık ateşiyle kavruluyor.''
Peki ne anlatıyordu ki bu gencecik, yarı-Jamaikalı kız: Her türlü aşırılığın revaçta olduğu Londra'nın kenar semtlerinden birinde, farklı renklerin, farklı dinlerin ve farklı kuşakların, Jones'lar İkbal'ler ve Chalfen'ler gibi üç renkli ailenin, .oluk çocuk birbirinden matrak hikayeleri etrafında, göçmenlerin, geleneklerin, İngiliz orta sınıf ailesinin ve alt-kültürlerin ağzına kadar dolu bir cümbüş sürahisine daldırılıp daldırılıp çıkarılan parodisini...
İddia ediyoruz ki, milenyumun ilk parlak edebiyat yıldızı olan Zadie'nin İnci Gibi Dişler'ini ya her gün bir öğün yirmi sayfa eğlence ve keyif şöleni olarak yuvarlayıp bir aylık bir rüyaya yattığınızda, ya da işinizden üç gün izin alarak bir defada oturup gözleriniz kan çanağına dönene kadar yutarak bitirdiğinizde, kesinlikle tadı damağınızda kalacak ve ''keşke daha çok sayfa, daha çok olsaydı...'' diye söyleneceksiniz.
İnci Gibi Dişler, uçuk bir kızdan delice ironilere dolu çılgınca bir roman...''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Mo, güvercinlerle savaşmak için işin köküne inmek gerektiğine; pisliklerle değil, doğrudan güvercinlerle uğraşmak gerektiğine inanırdı. Asıl pislik bok değil (Mo sürekli bunu söylerdi), götü boklu güvercinlerdi.''

''Evliliklerinin kalıntılarını alıp yeni dairesine götürmek üzere dört gün içinde yaptığı dördüncü ziyaretti bu. Hoover elektrik süpürgesi ise en son akla gelen, en bozuk, en çirkin eşyalar arasındaydı, onu ancak evini yitirmenin acısının aşıladığı kahrolası bir inatla istemişti. Boşanma budur işte: Artık sevmediğin insanlardan istemediğin şeyleri geri almak.''

''Çünkü bir inançtan kurtulmak , tuz elde etmek için deniz suyunu kaynatmaya benzer: Bir şey elde edilirken bir diğeri yitirilir.''

''Pek kitap okumazdı ve gençlere ahmak kahramanlar yaratmak için yazılan  o berbat kitaplarla da hiç karşılaşmamıştı. Bu yüzden Archie'nin kabadayılardan, tek gözlü korsanlardan veya korkusuz serserilerden bir kahramanı hiç olmamıştı.''

''Satyagraha. Sanskritçe, 'gerçek ve kararlılık' demek. Gandhi'nin sözü. Çünkü o 'pasif direniş' veya 'sivil itaatsizlik' demekten hoşlanmıyordu.''

''Bu yüzyılın başlarında Tayland Kraliçesi, çok sayıda uşakları, hizmetçileri, halayıkları, ayak yıkayıcıları ve çeşnicibaşılarıyla tekne gezintisi yaparken, aniden teknenin kıçı büyük bir dalgaya çarpınca, Kraliçe, Nippon-Kai'nin mavi sularına düşmüş, yardım istemesine rağmen teknedeki hiç kimse yardımına koşmayınca Kraliçe ölmüş. Yapılan açıklama dış dünyaya anlamsız gelse de Taylandlılar durumu hemen kavramıştı: Gelenek, o gün de günümüzde de hiçbir kadın veya erkeğin Kraliçe'ye dokunmasına izin vermez.
Din eğer toplumların uyuşturucusuysa, gelenek de kötülük saçan bir ağrı kesicidir, çünkü ender olarak kötü görünür. Din eğer bir bantla sıkılan kolda atan bir damar ve şırıngaysa, gelenek daha çok ev yapımında kullanılan bir karışımdır: Çaya katılan öğütülmüş afyon çekirdekleri; kokain katılmış şekerli kakao; büyük annenizin hazırlayabileceği türden bir şey.''

''Hayatınız her an ateş almaya hazırdır, aşınmıştır ve kelimenin gerçek anlamıyla dertsiz tasasızdır, çünkü bir anahtar veya toka gibi kolayca yitirilebilen bir şeydir. Hayatınız ayrıca atalettir: Tozda sekizler çizerek niçin bütün sabah, bütün gün, bütün yıl aynı okaliptus ağacının altında oturmayasınız? Bundan da öte, hayatınız bir felakettir, bir kaostur: Neden bir kapris uğruna hükümeti devirmeyesiniz, niye nefret ettiğiniz adamı kör etmeyesiniz, niye delirip kasabada ellerinizi sallayarak, saçlarınızı yolarak, anlaşılmaz sözler  söyleyerek bir çılgın gibi dolaşmayasınız? Sizi hiçbir şey durduramaz -daha doğrusu, herhangi bir şey, sizi her an, her saat durdurabilir. Bu duygu, işte bu duygu hayatı farklı kılar.''

''İnsanları asla küçümsemeyin, kendilerinin olmayan acıyı izlerken, kötü bir haber verirken, televizyonda bombaların düşüşünü seyrederken, telefonun öbür ucundaki bastırılmış hıçkırıkları dinlerken, aldıkları keyfi de asla küçümsemeyin. Acı tek başına sadece Acı'dır. Fakat, Acı+Mesafe=eğlence, röntgencilik, insani ilgi, gerçekçi sinema, keyifli bir kahkaha, anlayışlı bir tebessüm, kalkık bir kaş veya gizlenmiş nefret olabilir.''

''Bu sessizlik kötüye işarettir. Büyükannem -mezarında rahat yatsın- hep şöyle derdi: Sessizlik, Tanrı'nın yeniden haykırmaya başlamadan önce durup nefes aldığı andır, derdi.''

''Herkesin bir derse ihtiyacı var, dedi. ''Ya her şey kutsaldır ya da hiçbir şey. O başkalarına ait şeyleri yakmaya başladıysa, o zaman kendi de kutsal bir şeyini yitirmeli. Kimse başına geleceklerden kaçamaz.''

''Ruhsal dostluklardan, özsaygıdan, yalnızca onları seven erkeğe ''görsel zevkler'' tattırmak isteyen kadınlardan söz etmeye başladı. ''Peçenin özgürleşmesi bu olmalı değil mi? Erkeklerin bakışlarından ve güzellik standartlarından uzak kalan kadın, kendi kişiliğine sahip çıkabilir ve cinsellik simgesi olarak görülmekten, alıp incelenebilen ve özlemi çekilen raftaki bir et parçası olmaktan kurtulabilir''

''Gerçekten anlayamıyorum. Bugünlerde, bana bu ülkeye ayak bastığın anda şeytanla anlaşma yapıyorsun gibi geliyor. Giriş kapısında pasaportunu uzatıyorsun, damgalanıyorsun, biraz para kazanmak istiyorsun, bir işe girişiyorsun...ama niyetin geri dönmek! Kim burada kalmak ister ki! Soğuk, nemli, berbat bir yer: Kötü yiyecekler, iğrenç gazeteler, kim burada kalmak ister? Kimsenin seni hoş karşılamadığı, sadece tahammül ettiği bir yerde kalınır mı? Sadece tahammül ettiği. Sonunda evcilleştirilmiş bir hayvanmışsın gibi. Kim kalmak ister? Ama şeytanla anlaşma yaptın...seni ele geçiriyor ve birden dönecek halin kalmıyor, çocuklarını tanımakta güçlük çekiyorsun, artık yersiz yurtsuz birisin.''

Keyifli okumalar :)

Görsel: Google Images
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...