Steve Jobs


Yazar: Walter Isaacson
Çeviri: Dost Körpe
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 2011
Yayınevi: Domingo Yayınevi

''Bu kitabı okuyacağım'' diyorsanız -ki okumanızı kesinlikle tavsiye ederim- aşağıda kitaptan bol bol alıntı okuyacağınızı şimdiden bilmenizi istiyorum.
Kitabı satır satır yazıp üstüne katilin kim olduğunu söyledikten sonra 'Berbat bi' kitaptı! Okumayın! şeklinde görüş zıçanlardan hiç hazzetmediğimden, benim de bu sınıfa sokulabileceğim fikri pek tatsız tuzsuz geldi.
Peşin peşin uyarmak istedim.
İlk kez -biyografi olduğu ve de sonunun nasıl bittiğini herkes bildiği için- bu kadar çok altını çizdiğim cümle ekledim.
Kendime notlarım bunlar, anımsamak için ara-sıra açıp okuduğum satırlar.''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Gurur duymadığım bir sürü şey yaptım, örneğin 23 yaşındayken kız arkadaşımı hamile bırakmam ve sonrasındaki tavrım bunlardan biri,” dedi. “Ama öğrenilmesine izin veremeyeceğim kadar kötü sırlarım yok.''

''Bu projeye katkıda bulunan karısı Laurene de kısıtlama getirmeye veya yönlendirmeye kalkışmadı, yayınlayacaklarımı önceden görmeyi de talep etmedi. Hatta Jobs'ın sadece olumlu değil olumsuz yönleri konusunda da dürüst olmada diretti. Kendisi hayatımda tanıdığım en akıllı ve sağduyulu insanlardan biri. ''Onun hayatının ve kişiliğinin son derece berbat yönleri var, gerçek bu.'' dedi daha en baştan. ''Bunları örtbas etmeye çalışmamalısın. O gerçeği çarpıtmakta ustadır, ama aynı zamanda ilginç bir hayat öyküsü var ve tamamının doğru bir şekilde anlatılmasını istiyorum.''

''Steve Jobs evlatlık olduğunu küçük yaştan beri biliyordu. ''Ailem bu konuda gayet açık davrandı.'' diye anlattı. Altı yedi yaşındayken evinin bahçesinde oturduğunu ve sokağın karşı tarafında oturan kıza evlatlık olduğunu net anımsıyordu. ''Yani gerçek ailen seni istememiş mi?'' diye sormuştu kız. ''Ahhh! Kafamda şimşekler çaktı.'' dedi Jobs. ''Ağlayarak eve koştuğumu hatırlıyorum. Annemle babam dediler ki, 'Hayır, anlamalısın.' Çok ciddiydiler, gözlerimin içine bakıyorlardı. 'Seni özellikle seçtik,' dediler. İkisi de bunu söylediler ve yavaşça tekrarladılar. Her kelimenin üstüne basa basa söylediler.''
Terk edilmek. Seçilmek. Özel olmak. Bu kavramlar Jobs'ın benliğinin, kendine bakışının parçası haline geldiler.''

''Babama hayır deyip durdum, görmesi gerektiğini söyledim ve sonunda benimle birlikte gidip bizzat gördü. ‘Vay anasını,’ dedi.” Jobs bu olayı net hatırlıyordu, çünkü babasının her şeyi bilmediğini ilk kez fark etmişti. Sonra daha da huzursuz edici bir gerçeği keşfetmeye başladı: Ebeveyninden daha zekiydi. Babasının becerikliliğini, ustalığını takdir etmişti hep. “Okumuş bir adam değildi, ama onun epey zeki olduğunu düşündüm hep. Fazla okumazdı, ama bir sürü şeyi yapabiliyordu. Mekanik olan neredeyse her şeyi çözebiliyordu.” Ama karbon mikrofon olayı kendisinin ebeveyninden daha akıllı ve zeki olduğunu fark etmesine yol açacak acılı bir süreci başlatmıştı. “Çok önemli bir andı, zihnime kazındı. Ebeveynimden daha zeki olduğumu anlayınca, bunu düşündüğüm için çok utandım. O anı asla unutmayacağım.''

''İlkokula başlamadan önce annesinden okuma öğrenmişti. Ama bu bazı sorunlara yol açtı. ''İlk bir kaç sene canım sıkıldığından, başımı belaya sokarak oyalandım.'' Jobs'ın otoriteyi kabullenmeye hem mizacı, hem de yetiştirilme tarzı sebebiyle meyilli olmadığı kısa sürede anlaşıldı. ''Daha önce karşılaşmadığım tarzda bir otoriteyle karşılaştım ve hoşuma gitmedi. Ve beni az kalsın yeneceklerdi. Tüm merakımı öldürmelerine ramak kalmıştı.''

''Hint köylerinde yedi ay geçirdikten sonra geri dönünce Batı dünyasının mantıksal düşünce kapasitesinin yanı sıra deliliğini de gördüm. Oturup zihnini gözlemlersen ne kadar huzursuz olduğunu fark edersin. Onu sakinleştirmeye çalışırsan daha da kötü olur, ama zamanla sakinleşir ve o zaman daha hafif sesleri duymaya başlarsın. O zaman sezgin açılmaya başlar ve dünyayı daha net görmeye ve şimdiki zamanda daha çok yaşamaya başlarsın. Zihnin yavaşlar ve anın müthiş bir şekilde uzadığını fark edersin. Eskisinden çok daha fazla şey görürsün. Bu bir disiplindir; pratik yapmak gerekir.''

''Girişimcilerde ifade edilemez bir yön vardır ve bunu Steve'de gördüm,'' diyor. ''Sadece mühendislikle değil, iş hayatıyla da ilgileniyordu. Ona bir şey yapabilirmişsin gibi davranmanın işe yaradığını öğrettim. Ona her şey kontrolündeymiş gibi davranırsan insanlar buna inanır dedim.''

''21. yüzyılı icat eden insanlar Steve gibi esrar içen, sandalet giyen, Batı Sahili hippileriydiler, çünkü dünyayı farklı görüyorlardı.''

''Son sayılarının arka kapağında sabahın köründe çekilmiş bir taşra yolu fotoğrafı vardı; maceracı bir otostopçuysan kendini üstünde bulabileceğin türden bir yoldu. Altına şöyle yazılmıştı: 'Aç kal. Budala kal.'

''Jobs'ın hijyen sorunu da vardı. Aksi yöndeki bütün kanıtlara rağmen, vegan diyetleri sayesinde deodorant kullanmasına ve düzenli yıkanmasına gerek kalmadığına inanıyordu hala. ''Onu resmen kapı dışarı edip git yıkan demek zorunda kalıyorduk,'' diyor Markkula. ''Toplantılarda kirli ayaklarına bakıyorduk ister istemez.'' Jobs bazen stres atmak için ayaklarını klozete sokuyordu ve doğaldır ki bu huyu iş arkadaşlarına pek sevimli gelmiyordu.''

''Öğrenciler Apple hisselerinin fiyatının ne zaman yükseleceği gibi sorular sordular, ama Jobs bunları yanıtlamadı. Gelecekteki ürünlere duyduğu tutkudan, örneğin günün birinde kitap boyutunda bir bilgisayar üretmekten bahsetti. İşle ilgili sorular kesilince Jobs o bakımlı öğrencilere karşı saldırıya geçti. ''Kaçınız hiç seks yapmadınız?'' diye sordu. Öğrenciler huzursuzca gülüştüler. ''Kaçınız LSD kullandınız?'' Yine huzursuzca gülüşmeler oldu ve sadece iki öğrenci elini kaldırdı. Jobs zamane çocuklarının kendi kuşağından daha materyalist ve kariyer düşkünü olduklarından yakınacaktı sonradan.''

''İnsanlar bir dediğini iki etmesinler istiyor bence,'' dedi Raskin bir keresinde. ''Onun güvenilmez olduğunu ve eleştirilmekten hoşlanmadığını hissettim. Onu melek gibi görmeyen insanlardan hazzetmiyor sanki.''

''Steve Chrisann'le ve hamileliğiyle ilgilenmiyordu,'' diye anımsıyordu Calhoun. ''Çok sıcak davranırken bir anda kendini soyutlayabilen biriydi. İnsanı korkutacak kadar soğuk bir tarafı vardı.''
Jobs bir meselenin dikkatini dağıtmasını istemiyorsa bazen onu görmezden gelirdi, irade gücüyle ortadan kaldırabilirmişçesine. Sadece başkalarının gerçekliğini değil, kendisininkini bile çarpıtabildiği oluyordu. Brennan'ın hamileliğini görmezden geldi. Hatta o çocuğun babası olduğuna bile emin olmadığını söylüyordu, Brennan'la yattığını kabul etse de.''

''Jobs kendini mi kandırıyordu, yoksa çocuğun babası olduğunu gerçekten bilmiyor muydu? ''Sanırım beyninin o kısmına ulaşamadı veya sorumluluk sahibi olma fikrini benimseyemedi,'' diye yorumda bulundu Kottke. Elizabeth Holmes hemfikirdi. ''Jobs baba olma ve olmama seçeneklerini tarttı ve ikincisine inanmaya karar verdi. Hayatı için başka planları vardı.''

''Gerçekliği çarpıtmanın temelinde Jobs'ın kuralların kendisine işlemediğine dair derin ve sarsılmaz inancı vardı. Bunun bazı kanıtlarına sahipti; çocukluğunda gerçekliği arzularına göre bükebilmişti sık sık. Ama kurallara boşverebileceği inancının daha da derin kaynağı, kişiliğine işlemiş olan asiliği ve başına buyrukluğuydu. Özel olduğunu hissediyordu: Seçilmiş ve aydınlanmış biri olduğunu.''

''Apple'ın ürünlerinin temiz ve sade olacağını defalarca vurguladı. ''Onlara Sony gibi siyah, siyah, siyah, siyah, siyah ve ağır bir endüstriyel görünüm vermeyeceğiz; onları parlak ve saf yapacağız, yüksek teknoloji oldukları belli olacak,'' dedi. ''Yani yaklaşımımız şu: Çok sade olacaklar ve Modern Sanat Müzesi kalitesine ulaşmaya çalışıyoruz gerçekten. Şirket yönetimi, ürün tasarımı, reklam konularında temel felsefemiz şu: Sadeliği hedefliyoruz. Gerçek sadeliği.'' Apple'ın ilk broşüründeki mantrası değişmeyecekti: ''Sadelik karmaşıklığın doruğudur.''

''Yeni mühendislerden biri sözünü kesip bunun neden önemli olduğunu sordu. ''Önemli olan tek şey ne kadar iyi çalıştığı. PC kartını kimse görmeyecek ki.''
Jobs tipik bir tepki verdi. ''Kasanın içindekilerin de olabildiğince güzel olmalarını istiyorum. İyi bir marangoz bir dolabın arkasında kalitesiz tahta kullanmaz, o taraf duvara dönük duracak ve kimse görmeyecek olsa bile.''

''Steve başını eğmişti, ayaklarına bakıyordu. Ağır, gergin bir sessizlikten sonra bana günlerce kafamı kurcalayacak şu soruyu sordu: 'Hayatının geri kalanını şekerli su satarak mı geçirmek istiyorsun, yoksa dünyayı değiştirme fırsatına sahip olmak mı?''
Sculley karnına yumruk yemiş gibi hissetti. Teslim olmaktan başka yapabileceği bir şey yoktu. ''İstediği şeyleri hep elde etmek, insanların içini okumak ve onları tam olarak nasıl etkileyebileceğini bilmek konusunda tuhaf bir yeteneği vardı,'' diye anımsıyordu Sculley. ''Hayır diyemeyeceğimi dört ay sonra ilk kez farkettim.''

''Hayatını yaratıcı bir şekilde, sanatçı olarak yaşamak istiyorsan arkana fazla bakmayacaksın. Yaptıklarını, eski halini çöpe atmaya istekli olacaksın.
Dış dünya sana bir imaj dayattıkça sanatçılığı sürdürmen güçleşir, bu yüzden çoğunlukla sanatçılar ''Elveda. Gitmeliyim. Deliriyorum, buradan gidiyorum,'' demek zorunda kalırlar.''

''Steve seninle konuşabilir miyim?'' dedi. Jobs'ın ağzı açık kaldı. ''John Sculley gibi iyi bir insanı tanımanın bile ne büyük bir ayrıcalık olduğunun farkında mısın?'' diye sordu Leezy sertçe. Jobs gözlerini kaçırdı. ''Seninle konuşurken gözlerime bakar mısın?'' diye sordu kadın. Ama Jobs bunu yapınca -üstünde çalışılmış bakışlarını gözlerini kırpmadan kadına yöneltince- Leezy irkildi. ''Boşver, bakma bana,'' dedi. ''Genelde insanların gözlerine bakınca ruhlarını görürüm. Senin gözlerine bakınca dipsiz bir uçurum, boş bir çukur, ölü bir bölge görüyorum.'' Sonra da yürüyüp gitti.''

''Jobs Apple'da veganlığı bir süre savsaklasa da sonradan katı bir şekilde uygulamaya devam etti. Lisa küçükken bile Jobs'ın diyet saplantısının bir hayat felsefesinden, çileciliğin ve minimalizmin duyuları keskinleştirebildiği inancından kaynaklandığını fark etmeye başladı. ''Kurak toprakların büyük hasatlar verdiğine, nefse hakimiyetin de haz verdiğine inanıyordu,'' dedi. ''Birçok kişinin bilmediği denklemleri biliyordu: Her şeyin kendi zıttına yol açtığını biliyordu.''

''Apple'a geri döneceğini ve benim de gelmemi istediğini söyledi. 'Hadi ya, tabii ki gelirim,' dedim. ''Campbell Columbia'da futbol koçluğu yapmıştı ve Jobs'a göre en büyük yeteneği ''B ligi oyuncularından A ligi performansı alabilmekti.'' Jobs onun Apple'da A ligi oyuncularıyla çalışma fırsatını bulacağını söyledi.
Woolard Chrysler'da ve ardından IBM'de baş mali işler sorumlusu olmuş Jerry York'un getirilmesine yardım etti. Başkaları da düşünüldü ve sonra Jobs tarafındna reddedildi: aralarında o sıralar Hasbro'nun Playskool bölümünü yöneten ve Disney'de stratejik planlamacılık yapmış Meg Whitman de vardı. (1998'de eBay'in CEO'su oldu ve ardından California valiliğine adaylığını koydu). Birlikte öğle yemeğine çıktılar ve Jobs'ın insanları anında dahi veya andaval olarak yaftalama huyu yine harekete geçti; Whitman'ın ilk kategoriye uymadığına karar verdi. ''O kadının salağın teki olduğunu düşündüm,'' dedi sonradan, ki yanılıyordu.''

''Picasso'nun bir sözü vardır: ''İyi sanatçılar kopyalar, büyük sanatçılar aşırır.'' Biz de parlak fikirleri aşırmaktan utanmadık hiç.''

''Delilerin şerefine. Uyumsuzların. Asilerin. Sorun çıkaranların. Kare deliklerdeki yuvarlak çivilerin. Dünyayı farklı görenlerin. Onlar kurallardan hoşlanmazlar. Ve statükoya saygı duymazlar. Onlardan alıntı yapabilirsiniz, onlara katılmayabilirsiniz, onları yüceltebilir ya da kötüleyebilirsiniz. Yapamayacağınız tek şey onları gözardı etmektir. Çünkü onlar bir şeyleri değiştirirler. İnsan ırkının ilerlemesini sağlarlar. Ve kimileri onları deli olarak görse de, biz dahi olarak görüyoruz. Çünkü dünyayı değiştirebileceklerini düşünecek kadar çılgın olan insanlar...bunu yapan insanlardır.''

''Steve ekipleri yirmi kişilik yönetim kurulu toplantı odasına çağırıyordu; otuz kişi geliyordu ve ona görmek istemediği PowerPoint sunumları izlettirmeye çalışıyorlardı,'' diye anımsıyor Schiller. Dolayısıyla Jobs'ın ürün değerlendirme sürecinde yaptığı ilk işlerden biri PowerPointleri yasaklamak oldu. ''İnsanların düşünmek yerine slayt sunumları yapmalarından nefret ediyorum,'' diye anımsıyordu Jobs sonradan. ''Sorun çıktı mı sunum hazırlıyorlardı. Ben onların meseleye derinlemesine inmelerini, birkaç slayt göstermek yerine konuyu masada uzun uzun irdelemelerini istiyordum. Neyden bahsettiğini bilen insanların PowerPoint'e ihtiyacı yoktur.''

''Jobs kabul gören tek tıbbi yaklaşımı, yani tümörün ameliyatla alınmasını reddederek arkadaşlarıyla karısını dehşete düşürdü. ''Vücudumu kesip açmalarını hiç istemiyordum, bu yüzden başka birkaç şey denedim,'' diye anımsıyordu biraz pişmanlıkla, yıllar sonra benimle konuşurken. Katı bir vegan diyetine başladı, bol bol taze havuçla meyve suyu tüketti. Bu rejime akupunkturu, çeşitli şifalı otları ve arada sırada internette rastladığı ya da ülkenin dört bir tarafındaki, danıştığı insanların (bir medyum da dahil olmak üzere) bahsettiği tedavileri ekledi.''

''Bence Steve dünyanın belirli bir şekilde olmasını öyle çok istiyor ki, dünyayı iradesiyle öyle kılmaya çalışıyor,'' diye yorumda bulundu Levinson. ''Bazen işe yaramıyor. Gerçeklik amansız.'' Jobs'ın muhteşem odaklanma yeteneğinin olumsuz tarafı, uğraşmak istemediği şeyleri filtrelemeye korkutucu bir şekilde hevesli olmasıydı. Pek çok büyük başarısını mümkün kılsa da ters tepebilirdi. ''Yüzleşmek istemediği şeyleri görmezden gelme yeteneğine sahip,'' diye açıkladı karısı. ''Mizacı öyle.'' Jobs ailesi ve evliliğiyle ilgili kişisel meselelere, mühendislik ve ticari sorunlarla ilgili mesleki meselelere, sağlık ve kanser ile ilgili meselelere sırtını dönüveriyordu bazen.''

''Arada sırada, her şeyi değiştiren devrimsel bir ürün çıkar ortaya,'' diye söze başladı. İki örnek verdi: ''Bilgisayar endüstrisini tamamen değiştiren'' orijinal Macintosh ve ''müzik endüstrisini tamamen değiştiren'' ilk iPod. Sonra sözü tanıtmak istediği ürüne getirdi özenle. ''Bugün, bu sınıfa ait, çığır açıcı üç ürünü sunuyoruz. Birincisi dokunmatik kontrollü, geniş ekranlı bir iPod. İkincisi devrimsel bir cep telefonu. Üçüncüsüyse çığır açıcı bir internet iletişim aygıtı.'' Bu listeyi tekrarladıktan sonra şunu sordu: ''Anlıyor musunuz? Bunlar üç ayrı cihaz değil, bu tek bir cihaz ve ona iPone adını verdik.''

''Açtığımız davada diyoruz ki: 'Google, iPhone'u resmen kopyaladın, bize büyük bir kazık attın.' Hırsızlığın dik alası bu. Bu haksızlığı düzeltmek için gerekirse son nefesime kadar savaşırım. Apple'ın bankadaki 40 milyar dolarını sonuna kadar harcarım. Android'i bitireceğim, çünkü o çalıntı bir ürün. Bu konuda bir termobükleer savaş başlatmaya hazırım. Ödleri kopuyor, çünkü suçlu olduklarını biliyorlar. Arama motoru hariç Google'ın ürünleri -Android, Google Docs- boktan.''

''Apple'ın CEO'su olarak görevlerimi yerine getiremez ve beklentileri karşılayamaz hale gelirsem, bunu size söyleyen ilk kişi ben olacağımı söyledim hep,'' diye başlıyordu mektup. ''Maalesef o gün geldi.''
Mektup sadeydi, netti, sadece sekiz cümleden ibaretti.''

''İhtiraslı kişiliği onu dünyayı siyah ya da beyaz olarak görmeye yöneltiyordu. İş arkadaşlarının söylediğine göre insanları ikiye ayırırdı: kahramanlar ve bok kafalılar. Ya biriydiniz ya da diğeri; bazen aynı gün içinde ikisi de olabiliyordunuz. Aynı şey ürünler, fikirler, hatta yiyecekler için de geçerliydi: Bir şey ya ''gelmiş geçmiş en iyi şey''di, ya da boktandı, salaktı, yenmezdi. Dolayısıyla kusur olarak gördüğü herhangi bir şey ağzına geleni söylemesine yol açabiliyordu. Bir metal parçasının cilası, bir vidanın başının kıvrımı, bir kutunun mavisinin tonu, bir navigasyon akranının tasarımı -bütün bunların ''tamamen berbat'' olduğunu söylüyordu, ta ki birden, ''kesinlikle kusursuz'' olduklarını söyleyiverene dek. Kendini sanatçı olarak görüyordu (öyleydi de zaten) ve sanatçıların mizacına sahipti.

''Kusursuzluk arayışı onu, Apple'ın ürettiği tüm ürünleri en ufak ayrıntısına kadar kontrol etmeye götürdü. Muhteşem Apple yazılımlarının başka şirketlerin berbat donanımlarında çalıştırıldığını düşündükçe kötü oluyordu ve aynı şekilde, onaylanmamış app'lerin ya da içeriklerin Apple cihazlarının kusursuzluğunu bozmasını istemiyordu. Donanımı, yazılımı ve içeriği entegre edip tek bir komple sisteme dönüştürme yetisi sadeliği dayatabilmesini sağladı. Gökbilimci Johannes Kepler ''Doğa sadeliği ve bütünlüğü sever,'' demişti. Bu Steve Jobs için de geçerliydi.
Entegre sistemlere yönelme içgüdüsü onu dijital dünyadaki en temel ayrımda, açıkla kapalının karşıtlığında taraf olmaya yöneltti. Homebrew Bilgisayar Kulübü'nün mirası olan hacker etiği, açıklık yaklaşımını benimsiyordu; bu yaklaşımda merkezi kontrol çok azdı ve insanlar donanımla yazılımı modifiye etmekte, kodları paylaşmakta, açk standartlara yazmakta, patentli sistemlerden uzak durmakta ve çeşitli cihazlarla işletim sistemleriyle uyumlu içeriklerle app'lere sahip olmakta serbesttiler. Genç Wozniak bu kamptandı: Tasarladığı Apple II kolayca açılabiliyordu ve bol bol slotla porta sahipti. Jobs ise Macintosh'u üretmekle kampın kurucu babası oldu. Macintosh beyaz eşya gibi olacaktı, donanımla yazılım yakından entegre ve modifikasyonlara kapalı olacaktı. Sorunsuz ve basit bir kullanıcı deneyimi yaratmak uğruna hacker etiği feda edilecekti.
Dolayısıyla Jobs Macintosh işletim sisteminin diğer şirketlerin donanımlarında çalışmamasına karar verdi.''

''Odaklanma yeteneğini ve sadelik tutkusunu Zen eğitimine bağlıyordu. Bu eğitim sezilere daha çok kulak vermesini sağlamış, ona dikkat dağıtıcı ya da gereksiz her şeyi elemeyi öğretmiş ve minimalist estetik anlayışını beslemişti.
Maalesef Zen eğitimi Zen sükunetine veya içsel dinginliğe ulaşmasını asla sağlamadı ki, bu da mirasının bir parçası. Genellikle oldukça gergin ve sabırsızdı, ve bunu gizlemeye çalışmıyordu. Çoğu insanın zihinleriyle ağızlarının arasında, kaba duyguları sivri güdülerinin sesini kısan bir düzenleyici bulunur. Jobs'ta bu yoktu. Tamamen dobra olmayı önemsiyordu. ''Benim işim bir şey berbatsa onu allayıp pullamak değil, berbat olduğunu söylemek,'' dedi. Bu onu karizmatik ve etkileyici kılıyordu, ama bazen de (teknik tabirle söylemek gerekirse) tam bir dallama olmasına yol açıyordu.''

''Şimdi ölümle karşı karşıya olduğu için öbür dünyaya inanmayı daha çok istiyor olabileceğini itiraf etti. ''Ölümden sonra insanın bir parçasının varlığını sürdürdüğünü düşünmek hoşuma gidiyor,'' dedi. ''Onca deneyimi biriktirdikten sonra, belki biraz da bilgeliğe ulaştıktan sonra, bütün bunların yok olduğunu dşünmek tuhaf. Yani ölümden sonra bir şeylerin sürdüğüne inanmayı cidden istiyorum.''
Çok uzun süre sessiz kaldı. ''Ama öte yandan, belki de açma kapama düğmesi gibidir,'' dedi. ''Tık diye gidiveriyorsundur.''

Keyifli okumalar.

Görsel: Google Images

Değmeyin stresime!


İki gün önce tesadüfen bi' video seyrettim, ismi 'Stres Testi' idi.
NIVEA'nın yeni ürün reklamıymış. Strese sokulan kişilere acıdım, o stresi yaşadım ve oturup salya sümük ağladım.
Kendime acıdım aslında...
Stres, hayatıma sinsice girdiği yetmemiş gibi dört bi' yanına yerleşmiş; nefes aldırmıyor.
Stres...ne garip bir kelime değil mi? Ne kadar basit, ne kadar kısa ve ne kadar tehlikesiz duruyor. Oysa gerçek hiç öyle değil. Stres günümüzün en tehlikeli, en yıkıcı, en onarılmaz kayıplar vermemize neden olan virüsü.
Stresin hayatımdaki/iş hayatımdaki yeri ve rolünden biraz bahsedeceğim, belki birileri okur da 'yalnız değilmişim' der.

Burada, evden işe-işten eve gidip geldiğim için, özellikle soğuktan, kardan kıştan dolayı dışarı pek sık çıkıp sosyalleşmediğim için varım yoğum iş oldu. İşime yoğunlaştıkça ve zamanla daha da tecrübe kazanınca sorumluluklar katlandı, ek roller eklendikçe eklendi.

İşimin tanımını tek kelimeyle yapmam gerekse 'Stres' derim.
Yaklaşık üç yıldır, global bi' şirkette, satınalma ve tedarik yöneticisi olarak çalışıyorum. Sorumlu olduğum bi' rejyon/bi' kategori ve bi' ülke var.
Hata yapma şansım yok. Yanlış karar verme şansım yok. Gecikme-erteleme, bugünün işini yarına bırakma şansım hiç yok.
Basitçe; yeni işe başlayan bi' çalışanın bi' kutu kartvizitinden tutun, milyonlarca dolarlık kiralama anlaşmalarına kadar tüm harcama/satınalma taleplerini onaylayan/reddeden benim. Yönettiğim bütçe bi' kaç milyar dolar.
Hata yapamadığım/hiçbi'  işi geciktiremediğim/sorumluluğu başkasına devredemediğim gibi, şikayet almak gibi bi' hakkım da yok. Yaptığım bi' işlem/verdiğim bi' karardan dolayı üst yönetime şikayet edilsem, şikayet nedeni incelenecek.
Haklı isem; şikayet aldığım için tatsız bi' durum ortaya çıkacak. Gerçekten haksız isem; vay halime!
Yıl sonu görüşmesinde iyi bi' maaş artışı alma, terfi alma gibi hayatıma doğrudan etki edecek her konuda üst yönetimin eline geçen koz olacak. Dört yıldır tek bi' şikayet almayarak departmanda rekor kırdım.
Tek sorumluluğum bunlar olsa iyi.
Proje yönetmek, zamanlamaları tutturmak, tüm proje toplantılarına ve konferans görüşmelere katılmak, global eğitim programına dahil olup yıllık bilmem kaç saat eğitim hedefini tutturmak, eğitimler sonrası tüm sertifika sınavlarını geçmek, departman içi ve ülke genelindeki tüm toplantılara katılmak, dizüstü bilgisayarımı bi' gün bile ofiste bırakmamak, internet bağlantısı olmayan bi' yerde bulunmamak/yaşamamak, gecenin bi' yarısı gelen telefonla çat diye bağlanıp sorunu çözmek gibi "zorunluluklarım" da var.
Bunların dışında; sorumlu olduğum alan ile ilgili tüm proses belgelerini hazırlamam, güncellemem, sık sık ekip toplantısını yönetmem, aylık kategori toplantıları düzenlemem, raporlamam da gerekiyor.
Yönettiğim rejyondaki herhangi bi' ülke çalışanının bana soracağı herhangi bi' soruyu cevaplamaya hazır olmak, eğitim programları hazırlamak, bire bir proses eğitimi vermek, departman içi ilan edilen tüm workshoplara katılmak, aniden istenen raporları bir-iki saat içinde yetiştirmek gibi minnak, yan sorumluluklarım da var.
İşin bütçe yönetimi, mali yıl hedefleri, kalite hedeflerinin tutturulması kısmına dokunmak bile istemiyorum, girersem bu gönderi bitmez.

Sabah alarm çalar, nur topu gibi stresli günüm başlar.
Taş gibi bi' mide, kahvaltı edemem bazen. O gün yapılacakları düşünmem daha da taşlaştırır çünkü midemi. Bi' fincan kahve içebilirsem ne ala.
Ofise adım attığım anda sağda-solda çalan telefonlar, bambaşka dillerde yapılan konuşmalar, klavye sesleri, oradan oraya durmadan gidip gelen insanlar, fotokopi ve yazıcıların sesi, çay-kahve bardaklarına değen kaşıkların sesi, durmadan açılıp-kapanan kapıların sesi gibi müthiş bi' gürültü kirliliği tokat gibi çarpar kulaklarıma ve bu gürültü kirliliğinin gün boyunca yüklediği stresi yaşayan bilir.
Bilgisayarımı açıp günlük takvimime baktığımda, o gün yapılacak işlerin, girilecek toplantıların/call'ların durumunu kontrol edince, sekiz saatin yine yetmeyeceğini anlamanın stresi bambaşkadır. Hele bi' de araya üç-dört saatlik eğitim sıkıştırılmış veya bi' sınav atılmışsa değmeyin stresime.
Tüm gün çift ekran, bi' sağ-bir sol bakmaktan kuruyan gözlerin ve şakağa saplanan baş ağrısının verdiği stres anlatılmaz yaşanır.
Özellikle soğuk kış günlerinde sürekli çalışan klimaların burnumu tıkaması, gözlerimi- gırtlağımı kurutmasının getirdiği stres var bir de.
Sekiz saat çalıştıktan sonra, üstüne bir-iki saat fazla çalışıp, dayak yemiş gibi, erimiş bi' beyinle eve vardığımda kolumu kaldıracak halim olmaz. Gören sanır ki, tüm gün hamallık yaptım, sırtımda taş taşıdım.
Bomboş gözlerle geçirilen bi' kaç saatten sonra yatağa zor atılır beden.
Yatağa girmekle huzura erilse yine iyi. Geçirilen günün muhakemesi, ertesi günü yapılacakların kısaca düşünülmesi kısmı var daha bunun.
Uyurken gıcırdatılan dişler, taş gibi sıkılan çene...
Rüyada bile 'Nerede bunun kontratı? Bu tutar yanlış! Bu harcamaya uygun ürün kodu seçilmemiş, yanlış kategori bütçesinden ayrılacak bu harcama, kabul edemem! Sunum belgeleri yetişmiyor da ne demek?' gibi strese sokan durumları görmek-yani kabus görmek. Yastığın üstüne her sabah hatırı sayılır miktarda saç telini bırakmak.
Halsizlik, sık sık kabızlık veya ishal yaşamak. Mide ekşimeleri/yanmaları...
Göğüs kafesinde hissedilen baskı, bazen kalbin deli gibi çarpması...ellerin terlemesi, vücuda bi' anda dalga dalga yayılan ateş basması.
Metabolizmanın şaşması; bi' gün mükemmel bir öğle yemeği, ertesi gün gece yarısına dek çay-kahve geçirilen gün sebebiyle sapıtan metabolizmanın türlü türlü oyunlar oynaması.
Uyku düzeni diye bi' kavramın kalmaması; bi' gün saat 22:00'de yataktayken ertesi gün saat 03:00'de hala proje çalışıyor olmaktan dolayı yatağa gözler kapanırken girmek.
Bazı planları ertelemek; bugün bunu yapmayalım, sabaha toplantım var, dinlenmem şart diyerek ertelemek...ve buna üzülmek.
Kendine, alışverişe, dinlenmeye yeterince zaman ayıramamak.
Hayatın 80% inin 'iş' haline gelmesi ve bu temponun bana yıllar geçtikte 'normal' gelmeye başladığını görmek.
Ailemden, sevdiklerimden çok uzakta olmanın, her 'hadi' dediğimde gidememenin, görememenin yarattığı stres var bi' de bunlara ekleyebileceğim.
İklimin, güneş görmemenin, soğuğun ve alışık olmadığım yaşam tarzının stresi.
Sık sık paylaşıyorum bunu sizlerle burada.

Stres...
Ömrümü yiyip-bitiren stres.

Adamlar bi' de kalkmışlar Stres Testi diye video yapmışlar.
Stres keşke bir deodorantla defedilecek bi' bela olsaydı, deodorantı totoma bile sıkardım, stres-mtres kalmazdı, tralallallaaaaa! modunda yaşardım.
Değer mi bunca strese?
İşten-güçten arada nefes alabildiğim zamanlarda, kafamda dönen en önemli düşünce bu.
Bugün mesela sesim gitti; konuşamıyorum. :/
Yarın nasıl işe gideceğimi bilmiyorum. Şimdiden bunun stresi başladı çünkü bu hafta ölüyor olsam ofiste olmam gerekiyor. Haftalar öncesinden planlanan bi' ziyaret var...ve ziyaretçilerle katılmam gereken toplantılar.
Bitkisel çaylar, vitamin desteği, terapi, meditasyon, nefes egzersizleri, pozitif düşünce vs. de bi' yere kadar. Stresi ortadan kaldırmıyor.
Stres yönetimi diye eğitim mi olur? Hazırlamışlar işte. Geçtiğimiz yıl katılmıştım eğitime Okudukça/dinledikçe acı acı gülmüştüm. Stresten sanki miniminnak-zararsız ve kolayca alt edilebilir bi' nane gibi bahsediyorlardı. Olumlu/olumsuz stres diye sınıflandırmışlar bi' de...ne güzel etmişler.
Aldım sertifikamı, yöneteceğim stresimi paşa paşa...başka çıkar yol yok.

Siz siz olun, imkanınız varsa hayatınıza -negatif/yıkıcı- stresi dahil etmeyin.
İş görüşmelerinde 'stres altında çalışabilirim, stresi yönetebilirim' demeyin.
Yabani bi' sarmaşık gibi her yanınızı sarıveriyor, sağlınızdan çalarak besleniyor.

Görsel: Deviantart.com / high anxiety by ~alex--v

Toprak çeker...


Ege'liyim ben.

Güneş her sabah yüzümü öper, rüzgar saçlarımda gezinirdi...
Çocukluğum, dedemin çiftliğinde yalınayak koşturmakla, bulduğum her ağacın -özellikle zeytin ve erik- dallarına kurulup kitap okumakla geçti.
Elimde tuz dolu bi' çay tabağı ile erik ağacının bi' dalında, bi' yandan tuzu dökmemeye çalışarak dişlerim uyuşasıya dek  erik yemekle geçti, çocukluğum...
Yemiş (incir) ağaçlarında, yapraklara değmemeye çalışarak yemiş toplamakla -ve ne yazık ki her seferinde o kocaman yapraklar değdiği için- kaşınıp durmakla, domates toplarken elimin/ayağımın sarımtırak-yeşile boyanmasıyla geçti.
Taze ceviz yerken ellerimi cevizle kınalamak, vişne ve karadut yerken elimi-ayağımı, dilimi dudağımı kopkoyu kan rengine bulayıp bizimkilere dil çıkarmakla geçti, çocukluğum...
İki farklı iğde ağacımız vardı; biri yumuşacık ve etli, amber rengi iğdemiz, diğeri ise 'un iğdesi' dediğimiz, dışı ince zar gibi, içi bembeyaz ve un gibi tatlı iğde.
Kayısı, zerdali,şeftali, armut, badem, elma...
Sıra sıra üzüm bağları, salkım salkım üzümle dolu asmalar...
Kavun, karpuz sıra sıra toprakta...
Fasulyenin onlarca çeşidi, Ayşe kadın'ı ayrı, çalı'sı ayrı... sonra bezelye ve börülce...
Nane, maydanoz, yeşil soğan, sarımsak, pırasa, tere ve roka...
İnek sütünü köpürte köpürte kaynatmalar, yoğurt, peynir ve kümesten alınan sıcacık yumurtalar...
Zeytinliklerimizden çıkarttığımız yemyeşil zeytinyağları, -bizim deyişimizle- kırması, salamurası, kostiklisi, yuvarlaması, selesi, tuzlaması; çeşit çeşit zeytinler...
Kızgın güneşin altında, tepsilerde hazırlanan domates ve biber salçaları...ve o tepsilerin üzerine toz/karınca kaçmasın diye özenle serilen bembeyaz tülbentler...
Güneşte kuruyan, arada rüzgar estikçe birbirine çan gibi vuran iplere dizili patlıcanlar, biberler, domatesler, bamyalar, fasulyeler arasında geçti, çocukluğum...
Çayın rengi bile başkaydı sanki o zamanlar.
Akşamüstleri, gün batımına yakın, tazecik yemyeşil nohut demetleri toplanır, altına ve üstüne çalı-çırpı koyulup ateşlenir, çalılar yandıkça arasında yarı pişen mis gibi nohutların kokusu burnumuza gelir, ateş söndüğünde geri kalanlar karıştırılarak aralara düşen közlerin de sönmesi sağlanır ve bizim 'çötüre' dediğimiz bu taze nohut ziyafeti elle, tek tek toprak üstünden toplanarak yenilir...
Bahçeden kendi ellerimle topladığım patlıcan, biber, domates, kabak, patatesle kızartılır, üzerine domates sosu dökülür, yanında süzme yoğurt, taş fırınımızda anneannemin pişirdiği mis gibi ev ekmeği ve pidelerle, bol yeşil soğanlı ve sirkeli salatalarla afiyetle yenir.
Bazen, köze yatırılan patlıcanlar soyulur, tazecik sarımsak ve biber-domates doğranıp o patlıcanlarla birlikte ezilir, üzerine çiğ zeytinyağı gezdirilir; al sana gömme.
Biraz büyüyen/kartlaşan bamyalar toplanıp tavaya sıralanır, zeytinyağıyla hafifçe kızartılır, üzerine domatesler dilim dilim sıralanır ve tavanın ağzı kapatılır; al sana bamya tava.
Arada yaz yağmuru başlar, herkes sözleşmişcesine ayrı köşeye koşar, güneş altına kurumaya bırakılan ne varsa alelacele toplanılır, sonra herkes birer kahraman edasıyla çay bardakları elinde yağmuru seyreder...
Yağmurun toprağa değdiğinde ortaya çıkan o mis gibi koku ciğerlere çekilir.
Babam 'Ver Allah'ım ver!' der, hele bi' de gök gürlerse bu sözden sonra; yüzlerde kocaman gülümsemeler...
Çiftliğe yürüme mesafesindeki 'tepe' de bulunan yüzlerce Antep fıstığı ağacına günlük sefere çıkılır, kilolarca Antep fıstığı toplanır, akşamına o fıstıklar yenirken, o tepe hakkında anlatılan tüyler ürpertici hikayeler dinlenilir...
Gece oldu mu yıldızlar ışıl ışıl gökyüzüne serilir...
Ay, o tepenin ardından önce turuncuya boyanmış ve kocaman doğar, yavaş yavaş yükselir ve geceyi aydınlatırken her yeri onlarca gölge oyununa boğar.
Cırcır böceklerinin durmak bilmez sesleri sabaha dek ninni gibi kulaklara çalınır durur.
Kocaman günebakanlar ellerde, tazecik çiğdem yemeler...
Koçanından çıkarılmış darılar -bazıları mısır der- haşlanmaya başlanmış...
Akşamüstü elimde bi' minnak dal parçası, hoplaya zıplaya gezindiğim zamanlar yol kenarından topladığım yaban böğürtlenleri...
Bu yaşa geldim; unutamadım, özlemimi dindiremedim, vazgeçemedim.
Gözümü kapadığım an yine yalınayak yürüyorum o topraklarda...
Yine alabildiğince özgür, yine olabildiğince mutlu.

Babamın dediği gibi: 'Toprak çeker'.
Ege'liyim ben.

Görsel: Deviantart.com / Inside My Defences by *Glain07
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...