Kore Dizileri :)


Gelin, herkesin (özellikle genç kızların) ayıla-bayıla izlediği Kore dizilerinde neler dönüyormuş görelim :)

* Senaristlerinin yaratıcılığı sıfır efenim.
Ya da haklarını yemeyelim, öyle bi' senaryo yazıyorlar ki; uçmak serbest :)
Akla-hayala uymayan, 'O-haaa!!!' dedirtecek ne varsa sıradan bi' senaryoda bulabilirsiniz.
Öteki dünyaya gitmeyip onun-bunun bedenine girerek hayata dönmeye çalışan ruhlar, iki kadeh içip birbirinin vücuduna giren ruhlar gibi olaylar sanki grip olmak kadar doğal :)
Kazalar, kaybedilen hafızalar, bu hafıza kayıplarında her bi' şeyi hatırlayıp tek sevgiliyi, en önemli kişiyi hatırlamamalar, felç olup yatağa bağlanmalar ama yatalak olmak değil, bilinçsizce yatmalar, sonra iyileşivermeler, bitkisel yaşamdan geri dönmeler vs. :)
Bizde arabanın tamponunun dokunmasıyla görme yetisini kaybedenlere gülerdik :)

* Eğer sıkılı bi' yumruk görüyorsanız ortada kızgınlık var demektir.
Kollar yanda, bir yumruk taş gibi sıkılı ise; çok kızdım, çok kıskandım bu yüzden kızgınım ama bi' şey yapamıyorum anlamına geliyor.
Meselam; esas oğlan kızı çok seviyor, tam kızla konuşmak için ona doğru yürürken yoldan geçen bi' erkeğin kıza adres soracağı tutuyor!
Kız da -hele ki gülümseyerek- cevap verirse erkek olduğu yerde duruyor, kameralar hemen ele zoomlanıyor.
Yumruk sıkılı = erkek sinirlendi ama o an bi' şey yapamıyor! :)))

* Yemek yemek inanılmaz önemli.
Yemek...nasıl desem, yaşama şartı! Yemek yemezsen güçsüz kalırsın, bayılırsın, zayıflarsın, aman ye-hemen ye!
Fakirler hep aynı yemekleri yer, az yer, zenginlerin masasında yok yoktur, kuş sütü eksiktir.
Zenginler fakirlerin yediği yemeklerin tadını bile bilmez, fakirler de zenginlerin...
Gösteriş yapmak için masa donatıp fakir kıza 'otur-ye!' demek olmazsa olmaz :)
'Buranın en pahalı menüsü bu, ömrünce görmemişsindir, çekinme, ye' gibi konuşmalar gayet sıradandır :)
Et pahalıdır. Fakirler 'Ramen' yer, zenginler yarım tonluk tuna balığı kestirirler :)

* Sınıf farkı, zengin-fakir ayrımı etrafında döner olaylar.
'Davul bile dengi dengine' atasözünün altı beş dakkada bir çizilir.
Zenginler, üst sınıfa ait gençler yine üst sınıfa ait ailelerin çocuklarıyla -aile kararıyla- evlenir.
Öyle zengin adam kalkıp fakir kızla evlenecek de zengin çocuğun ailesi 'mutluluklar' diyecek ha?
Zengin aileler böyle bir beraberliği engellemek için elinden geleni ardına koymazlar.
Anneler çirkefleşir, fakiri ezecek, gururunu ayaklar altına alacak ne varsa söylerler. Daha doğrusu ağzına geleni söylerler. Zenginlikleri oranınca fakir aileye yapmadığını bırakmazlar, evlerini başına yıkarlar vs. vs. :)

* Zenginler soğuk, krizmatik, görgülü (ama bir o kadar da görgüsüz) kültürlü, iyi eğitimli, bok gibi zengin olurlar.
Cool takılırlar. Şaşırdıklarında bile en fazla gözleri biraz daha açılır, sonra hemen cool ifadelerine geri dönerler.
Fakirler, sıcak, candan, cıvıl cıvıl, samimi olurlar.
Bas bas bağırırlar, vööööö! öğğğğğğ! voaaaaa! gibi şaşkınlık belirten saçma-salak surat ifadelerini sıkça takınırlar.
Görgüsüzdürler, eğitimsizdirler, hep aynı şeyleri yer-giyerler.
Kapitalist yaşamın her detayı abartılarak göze sokulur.
Zenginler, paraları kadar fakirleri aşağılama, hor görme, pis bakışlarla onları böcek gibi ezme, tehdit etme, küçümseme, ''kavgada bile söylenmez'' denilen ne kadar incitici söz varsa söyleme hakkına sahiptir.
Ne de olsa 'pis fakir!'dir onlar.

* Paranın satın alamayacağı hiç bir şey yoktur.
Restoranlar, alışveriş merkezleri, oteller, 'kapadım, sabaha dek bizim!' denmek için kapatılıverir :)
Çorap değiştirir gibi araba değiştirilir, 'lüks' adına ne varsa her şey göz önüne serilir.
'Parası neyse vereyim, fiyatı nedir sen ondan haber ver' gibi cümleler uçuşur.

* Zenginler stil sahibidir.
Kılık-kıyafet-takılar-ayakkabılar-çantalar-kıyafete uygun arabalar an be an değişir.
Saçlar milim kıpırdamaz, kahküller yerinden oynamaz, hepsi bakımlı-makyajlı olur. Sanırsın ki Vogue için kapak çekimi az sonra başlayacak.
Erkekler kadınlardan daha iyi giyinir. O saçlar, bizim 'emo' dediğimiz çocukcağızlarda görüp 'vay be!' dediklerimizden az daha hallicedir.
Dizinin başından sonuna kafaya kalıp gibi koyulmuştur.
Şakır şakır yağmur yağar, perçemler azıcık ıslanır, artık ne sıkıyorlarsa kafaya öyle kalması için :)))
Fakirlerse, ne bulursa giyerler :)
Makyaj yapmazlar, parfüm sürmezler, spor-bol-tayt-bere gibi bol-büyük sıcak ve konforlu ne varsa geçirirler çıkarlar üzerlerine.
Zenginler tarafından tiksinti dolu, ayıplama dolu, ıyyyyy! bakışlarıyla süzülürler.

* Şarkılar şahanedir.
Öyle güzel melodiler vardır ki dalıp gitmek işten değildir.
Bi' de şarkı homana homana oy, koranina konna miy moy! diye giderken I'll be waiting for yoooooou nonanina noy noy! olmasa tam süper olacak.
Japonlara da var bu olay. Şarkı adı: Call me, tüm şarkı Japonca ama arada 'Call me, call me' yeeeiy yeeee! diye bi' İngilizce laf sıkışıverir ve bu da şarkıya ismini verir.
Nedir bu İngilizce özentisi anlamış değilim.
Zengin gençler tiki olur ve arada 'Yo Man!' 'Okkeeey let's go!' 'Sorry' lafları 'İngilizce biliyorum, bunu da burda hatırlatayım' dercesine kullanılır :)

* Hem bakar kördürler hem de incecik ağaçların ardına geçtiklerinde görünmez olma özellikleri vardır.
Şöyle ki efenim; kız ağlayarak kaçar, erkek durur, sonra 'ulen ne halt ettim ben dur yakalayayım kızı' der ve peşinden koşmaya başlar. Kız beş metre ilerdeki incecik ağacın veya sokak lambasının direğinin veya ne bileyim bisikletin ardına saklanmıştır.
Sen alenen görürsün, saklanan kişi arayan kişiyi görür, bi' tek arayan kişi göremez.
Sağına bakar-soluna bakar 'kahretsin kaçırdım' ifadesi suratında geri döner :)
Kesin görünmez oluyorlardır başka hiç bi' açıklaması yok çünkü bunun.

* Cinsellik yoktur.
Tüm dizi boyunca görüp görülen öpücüktür :)
Dudaklar birbirine değdirilir.... değdirilir...gözler kapatılır...dudak dudağa kalınır ve biter.
Hepsi bu :)
Zaten o anda da aşık neyin olunmuştur :)
Sevilen kız masum olur, eline erkek eli değmez, ağla ağla geberir dizi boyunca.
Erkek çapkın olur, bi' kız sağ kolunda, bi' kız sol kolunda artiz artiz dolanır :)
Bi' kızın erkekle yatağa girebilme ihtimali bile onun ne derece aşşağılık! erkek avcısı! şehvet düşkünü! kötü aile kızı! tü-kaka! olduğunu gösterir :)
Kötü kadınlar cinsellik yaşayannardır, nokta.

* 'Deniz Kızı' efsanesine hemen her dizide gönderme vardır.
Bir şekilde deniz kızının adı, köpük olarak yok oluşu acıklı bir şekilde senaryoda geçer.

* Önemli şeyler söylenirken aniden bi' gürültü olur, esas oğlanın veya kızın söylediği en önemli kelime duyulmaz.
Sonra duymayan kişi, sözü söyleyenin yüzüne mal mal bakar, sen az önce ne dedin-duyamadım diyemez, sonra da kafayı yer acaba bana ne dedi? diye :)

* Erkek kızın bileğine yapışır, sevgisini böyle gösterir.
Elinden tutup bir yere götürme filan yoktur, bildiğiniz orman adamı kıvamında, tak! diye bileğe yapışır, sağa-sola çekiştirir-sürükler. Kız da paşa paşa 'istemem, yan cebime koy' diyerekten sürüklenir :)
Erkeğin kadını aşağılaması, incitici söz söylemesi normaldir. Ne de olsa seviyordur, ayı yavrusunu severken öldürürmüş misali :)

* Öyle 5 sezon-140 bölüm olmazlar.
Hepi-topu 20-25 bölümden oluşurlar, bıktırmazlar, aylarca senelerce aynı şeyi kakalamazlar, tadında bitirirler :)

* Sonlar asla güzel bağlanmaz.
Son bölümde 'Yok artık Lebron James!' dedirten ne varsa gerçekleşir, olay bi' türlü gidişata uygun ve mantıklı bağlanmaz.
Beceremiyorlar bu bitirme işlerini adamlar :)

Velhasıl kelam: 'ben akıl almaz, ohhaaa! bi'şiler izleyeyim de az güleyim, keyfim yerine gelsin' derseniz izleyiniz efenim :)

Herkes güle güle 2012, hoşgeldin 2013 yazıları döşerken ben bıkkınlık veren bu gönderilerden farklı bi'şeyler okumanızı istedim.
Dilerim yüzünüze minicik de olsa bi' gülümseme yerleşmiştir :)
Sevgilerimle.

Görsel: Google Images

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği / The Unbearable Lightness of Being


L’insoutenable Légèreté de L’être / Nesnesitelná lehkost bytí

Yazar: Milan Kundera
Çeviri: Fatih Özgüven
Orijinal Dili: Fransızca
Basım Yılı: 1984
Yayınevi: İletişim Yayınları

Arka Kapak Yazısı:
''Ne yapacağını bilemeden bir avlunun karşı tarafındaki duvara dalıp gitmek; bir aşk anında karnındaki inatçı gurultuya kulak vermek; ihanet etmek; ihanetin göz kamaştırıcı yolunu terk ederek gücü kendinde bulamamak; Büyük Yürüyüş´te kalabalıklarla birlikte yumruğunu havaya kaldırmak; gizlenmiş mikrofonlar önünde espri gösterisi yapmak- bu durumların hepsini tanıdım, hepsini yaşadım... Romanlarımdaki kişiler kendime ilişkin gerçekleşmemiş olabilirliklerdir... Her biri benim ancak kenarında dolaştığım bir sınırı aşmıştır... Çünkü romanın sorguladığı sır o sınırın ötesinde başlar. Roman yazarın itirafları değildir; bir tuzak haline gelmiş dünyamızda yaşanan insan hayatının araştırılmasıdır.''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Ebedi dönüş düşüncesinde gizemli bir yan vardır ve Nietzsche öteki düşünürleri sık sık şaşırtmıştır bu düşüncesiyle; düşünün bir kere, her şey tıpkı ilk yaşandığı biçimiyle yineleniyor ve yinelenmenin kendisi de sonsuza kadar koşuluyla yineleniyor!''

''Yaşamlarımızın her saniyesi sonsuz kere yineleniyorsa, İsa'nın çarmıha çivili olduğu gibi biz de sonsuza çivilenmişiz demektir. Bu, insanı dehşete düşürecek bir olasılık. Sonsuza Kadar Yinelenme dünyasında her attığımız adıma dayanılmaz bir sorumluluğun ağırlığı gelir çöker. İşte Nietzsche, Sonsuza Kadar Yinelenme düşüncesine bunun için yüklerin en ağırı demiştir (das schwerste Gewicht).

Sonsuza Kadar Yinelenme yüklerin en ağırıysa, bizim yaşamlarımız bu ağırlığın karşısında göz kamaştırıcı bir hafiflik içinde belirmektedir.''

''Sadece bir tek hayat yaşadığımız için bu hayatı öncekilerle karşılaştıramayız ya da kusurlarımızı gelecekteki hayatlarımızda gideremeyiz; bu nedenle de ne istediğimizi bilemeyiz.''

''Einmal ist keinmal' diyor Tomas kendi kendine. Sadece bir kere olan şey, diyor Alman özdeyişi, hiç olmamış sayılır. Yaşanacak bir tek hayatımız varsa eğer, onu hiç yaşamamış da olabiliriz, fark etmez.''

''İçinde yaşadığı yeri terk etmek isteyen kişi mutsuz kişidir.''

''Beden bir kafesti ve bu kafesin içinde bakan, dinleyen, korkan, düşünen ve hayretlere düşen bir şey vardı; bu bir şey, beden çıkarıldıktan sonra geri kalan, ruh idi.''

''Tereza'nın annesi kızına, anne olmanın her şeyden vazgeçmek demek olduğunu hatırlatmaktan bir gün bile geri durmadı. Çocuğu yüzünden her şeyini kaybetmiş bir kadının deneyiminden destek aldığı için sözlerinde gerçek kokusu da vardı. Tereza onun söylediklerini dinler ve anne olmanın yaşamdaki en büyük değer, anneliğin ise büyük özveri olduğuna inanç getirirdi. Eğer anne, 'özveri'nin cisimleşmiş haliyse, o zaman kız çocuk da onarılması mümkün olmayan 'kabahat'ti demek ki.''

''Freud rüya kuramında bu noktayı gözden kaçırmış anlaşılan. Rüya görmek sadece bir iletişim (ya da şifreli iletişim diyelim isterseniz) edimi değildir; aynı zamanda estetik bir etkinlik, bir imgelem oyunu, kendi başına değeri olan bir oyundur. Rüyalarımız bize düş kurmanın -olmayan şeylerin rüyasını görmenin- insanlığın en köklü gereksinimleri arasında olduğunu kanıtlar.''

''Gözü 'daha yükseklerde bir yerde' olan herkes günün birinde gözünün kararabileceğini hesaba katmalıdır.''

''Bir an sustuktan sonra ekledi: 'Yüzeyde, anlaşılabilir bir yalan; altında, aklın alamayacağı bir gerçek.' ''

''İhanet. Küçük yaştan başlayarak babamız; öğretmenimiz bize ihanetin düşünülebilecek en alçakça suç olduğunu söyleyip dururlar. Peki ama nedir ihanet? İhanet setleri yıkmak demektir. İhanet, setleri yıkmak ve bilinmeyene doğru başını alıp gitmek demektir.''

''İlk ihanet onarılmazdır.
Başka ihanetlerden oluşan bir zinciri harekete geçirir ve bunlardan her biri bizi ilk ihanetimizden uzaklara, daha uzaklara götürür.''

''İstediğin sonsuzluksa, kapatıver gözlerini.''

''İnsanlar genellikle dertlerinden kurtulmak için geleceğe kaçarlar zamanın yoluna düşsel bir çizgi çeker, bu çizginin ötesinde o anki dert ve sıkıntılarının sona ereceğini sanırlar.''

''Çok sayıda kadının peşinden koşan erkekleri rahatlıkla iki kategoriye ayırabiliriz. Bazıları bütün kadınlarda kendi öznel ve değişmez kadın düşlerinin gerçekleşmesini beklerler.
Ötekiler ise nesnel kadın dünyasının sonsuz çeşitliliğini ele geçirme isteğiyle davranırlar.
Birincilerin saplantısı 'lirik'tir; kadınlarda aradıkları şey kendileri, kendi idealleridir ve bir ideal tanımsal olarak hiçbir zaman bulunamayacak bir şey olduğuna göre, tekrar tekrar hayal kırıklığına uğrarlar. Onları kadından kadına sürükleyen şey, kararsızlıklarına bir tür romantik özür sağlar, öyle ki birçok duygusal kadın onların bu gemi azıya almış çapkınlıklarında dokunaklı bir yan bulur.
İkincilerin saplantısı 'epik'tir, ve kadınlar bunda en ufak bir dokunaklı yan görmezler; erkek, kadınlara öznel bir ideal yansıtmaz ve onun için her şey ilginç olduğundan hiçbir şey hayal kırıklığına uğratamaz. Bu hayal kırıklığına uğrayamama özelliğinde rezilce bir yan vardır. Epik çapkının saplantısında kefaret yanının (hayal kırıklığı yoluyla ödenen kefaret) eksik olması insanların gözüne batar.''

''Belki de hepimizin ilk iki yaşamımızın tüm deneyimleriyle üçüncü bir kere doğacağımız bir başka gezegen daha vardı.
Belki de insanlığın bir derece (bir yaşam) daha olgun doğacağı başka, daha başka gezegenler de vardı.''

''Ama dünya öyle çirkindi ki, kimsecikler kalkmadı mezarından.''

''Tanrı onları ortadan ikiye ayırıncaya kadar bütün insanlar hermafroditti, o zamandan beri bu yarılar birbirlerini arayarak dünyanın dört bir bucağında gezinip duruyorlar. Aşk kaybettiğimiz yarıyı özleyişimizdi işte.''

''Kitsch'in egemen olduğu yerde, kalbin diktatörlüğü hüküm sürer.
Kitsch'in insanda uyandırdığı duygu kitlelerin paylaşabileceği türden olmalıdır. O halde kitsch alışılmamış bir durumdan yola çıkamaz; kişilerin belleklerine kazımış oldukları temel imgelerden türemek zorundadır; hayırsız kız evlat, ihmal edilmiş baba, çayırlarda koşan çocuklar, ihanete uğramış vatan, ilk aşk.
Kitsch iki damla gözyaşının ardarda yuvarlanıvermesine neden olur. İlk damla şöyle der: Çocukların çayırda koşuştuğunu görmek ne güzel şey!
İkinci damla ise şunu söyler: çocukların çayırlarda koşuştuklarını görüp bütün insanlıkla birlikte duygulanmak ne kadar da güzel!
Kitsch'i kitsch yapan bu ikinci damladır.
İnsanların yeryüzündeki kardeşliği ancak kitsch temeli üzerinde kurulabilir.
Ve bunu en iyi bilen politikacılardır. Açıkta bir fotoğraf makinesi mi gördüler, hemen en yakın çocuğun yanına koşar, havaya kaldırır, yanağından öperler. Kitsch bütün politikacıların, bütün politik partilerin estetik ülküsüdür.
Çeşitli politik eğilimlerin yanyana varoldukları ya da birbirine rakip etkilerin birbirlerini ortadan kaldırdığı, ya da sınırlandırdığı toplumlarda yaşayanlarımız kitsch işkencesinden az çok kurtarabilirler kendini; birey bireyliğini koruyabilir; sanatçı benzersiz eserler yaratabilir. Ama gücü tek bir politik hareket ele geçirdiğinde, kendimizi totaliter kitsch'in ortasında buluruz.
'Totaliter' derken kitsch'e zarar verebilecek her şeyin tümden koşuluyla sürüp atılmasını kastediyorum; her türlü bireylik gösterisi (çünkü topluluktan sapma, o sırıtkan kardeşliğin suratına fırlatılmış bir tükürüktür); her kuşku (çünkü ayrıntıları kuşkuyla karşılayan herkes  sonunda yaşamdan kuşku duymaya vardıracaktır işi); her türlü ironi (çünkü kitsch alanı içinde herkes son derece ciddiye alınmalıdır); ayrıca ailesini terk eden anne ya da erkekleri kadınlara yeğ tutan adam da; çünkü böyle yapmakla o kutsal buyruğu ('Bereket saç ve çoğal') sorgulamış olmaktadırlar.''

''Bir Marslı'nın arabasına koşulan ya da Samanyolu sakinleri tarafından şişte kızartılan bir insanoğlu belki tabağındaki dana pirzolasını hatırlar da, inekten (çok geç olarak!) özür diler.''

''İnsan gezegenin efendisi değil, sadece yöneticisiydi ve sonuçta sadece gezegenin yönetiminden sorumluydu. Descartes önemli bir adım attı; insanı 'maitre et proprietaire de la nature' (doğanın efendisi ve sahibi) yaptı. Hiç kuşkusuz bu adımla hayvanların ruhu olduğunu kesinkes reddedenin o olması arasında derin bir bağ var. İnsan efendi ve sahiptir, diyor Descartes hayvansa sadece bir otomat, hareket eden bir makine, bir machina animata Hayvan yakındığında, bu yakınma değildir; sadece kötü çalışan bir makinenin hırıldamasıdır.
Bir vagon tekerleği gıcırdadığında, vagon acı çekiyor anlamına gelmez bu; sadece tekerleğin yağlanması gerekmektedir.
Demek ki, laboratuvarda canlı canlı kesilen bir köpeğe üzülmek için neden yoktur.''
(Burada yorum yapmadan geçemeyeceğim; düşünmeyip-sıçmışsın Descartes! Moron!)

''Gerçek insan iyiliği, ancak karşısındaki güçsüz bir yaratıksa bütün saflığı ile, özgürce ortaya çıkabilir. İnsan soyunun gerçek ahlaki sınavı, temel sınavı (iyice derinlere gömülmüş, gözlerden uzak sınavı) onun, merhametine bırakılmış olanlara davranışında gizlidir: Hayvanlara.
Ve işte bu açıdan insan soyu temel bir yenilgi yaşamıştır, o kadar temel bir yenilgi ki, bütün öteki yenilgiler kaynağını bundan almaktadır.''

''İnsan zamanı bir döngü izlemiyor; onun yerine dümdüz bir çizgide ileriye doğru gidiyor. İnsan bu yüzden mutlu olamıyor; mutluluk yinelenmeye duyulan özlemdir.''

''Köpeklerin insanlara üstün yanları pek fazla değildir, ama bunlardan biri son derece önemlidir; Onlara ötenazi yasak değildir; hayvanların acı çekmeden ölmeye hakları vardır.''

''Misyon dediğin sersemce bir şey Tereza. Misyonum yok benim. Kimsenin yok. Özgür olduğunu, bütün misyonlardan arınmış olduğunu fark etmen o kadar büyük bir rahatlama ki.''


Keyifli okumalar :)

Görsel: Google Images

Minnak dolandırıcı


Az önce aklıma geldi, sıcağı sıcağına yazıya dökmem gerek.
02.12.2012 (00:12)

Lisedeydim, 1. sınıfa gidiyordum.
En dali çağlarım :) Ahahah 'Dali' yazdım, silmeyeceğim :)
Sık sık okulu kırıyoruz, yeni yeni sigara içmeye başlamışız, kan kaynıyor damarda...
Bi' 'Pizza' salonumuz var ama resmen bizim kafeteryamız; sabah girip akşam çıkıyoruz :)
-Şimdi düşünüyorum da, sabahtan akşama dek biz ne yapıyor? ne konuşuyorduk?
O zamanı nasıl öldürüyorduk? Nelere gülüyor, neleri seviyorduk?
Hiç birini hatırlamıyorum :/ -
Neyse...

Bi' gün gazetede bi' haber gördüm; küçük bi' kızın yardıma ihtiyacı var, büyük bi' trajedi yaşıyor vs.
Konu neydi hatırlamıyorum bile! Yüreğim burkuldu, üzüldüm. Yardım etmeye karar verdim.
İyi de, nasıl yardım edicem? Çok para lazım :/
Hemen minik aklımla hesaplar yapmaya başladım; okula gidip hocalara anlatsam, ilgilenmezler.
Hele hele bizim bi' müdür yardımcımız vardı... dötten bacaklı-topalak bi' kadındı.
Cadı mı cadı! Hayatta ilgilenmez.
İş başa düşüyordu hani.
Okulu kırdım, elime bi' dosya aldım.
Bi' tarafına gazete haberini koydum, diğer tarafa çizgisiz dosyayı ve kalemi koydum.
Şehrin en büyük -mobilya mağazalarıyla ünlü caddesine bi' uçtan girdim.
Üzerimde okul üniformam var tabi...tükkanlara şöyle göz ucuyla baktım, ilk sıradan başladım.
Tek tek, 'Merhaba, ben ABC Lisesi öğrencisiyim, bugün gazetede yer alan bi' haber üzerine yardım toplamaya çalışıyorum. Buyurun haber burada, toplayabileceğimiz (sanki yüz kişi topluyoruz :) ) yardımı bu çocuğun babasına ulaştıracağız. Yardım etmek ister misiniz?' diye sordum.
Kimisi burun kıvırdı, kimisi faturam/belgem olup olmadığını sordu.
Ben de bunun bi' yardım olduğunu, dilerlerse kaşe basıp imza atabileceklerini, gün sonunda toplanan yardımın kaç Lirasının kimden geldiğini böylece belgeleyebileceğimi söyledim.
İlk dükkanın para verip kaşe-imza basmasıyla olaylar başladı.
İki-üç saatin sonunda felaket yorulmuş, müthiş acıkmış, bi' kaç A4 sayfası imza-kaşe ve mühürlerle dolmuş, okul ceketimin cepleri paralarla şişmişti.
Pizza dükkanımıza döndüm,  kendi harçlığımla bi' Ayvalık tostu söyledim, yanında ayranla mis gibi yedim-içtim.
Karnımı doyurunca yardım toplamaya devam ettim.
Gün sonunda bi' kaç A4 sayfa daha doldurmuş, paraları ikiye-üçe katlamış ve çok yorulmuştum.
O gün eve vardığımda annem durumu -okuldan kaçarak yaptığım için- anlamasın diye paraları ve dosyayı odama saklamıştım.
Ertesi günü okula gittiğimde öğretmenlerimden birine durumu birazcık açtım.
Yapacağımı yapmıştım ama doğru yaptığım konusunda onay gerekiyordu sonuçta.
Öğretmenim; ''ABC Lisesi olarak böyle bi' yardım toplama olayına imza atabileceğimizi sanmıyorum. Sonuçta yardıma muhtaç bi' sürü insan var. Bu da o durumlardan biri, dilersen bi' müdür yardımcımıza sor' dedi.
Soluğu cadı olmayan-erkek-yine namlı müdür yardımcımızın yanında aldım.
Dahiyane fikrimi anlattım. Bana 'Bunun faturası var, belgesi var, resmi izni var, yapamayız. Yardım etme niyetin iyi ama böyle bi'şeye kalkışırsan resmen dolandırıcılığa girer' deyince öylece kalakaldım.
Düşünsenize; cebimde bi' tomar para var, yapacağımı zaten yapmışım! Ve hiç de yasal yollardan yapmamışım!!!
Gazetede yer alan telefon numarasını aradım, kimse açmadı. Defalarca aradım, kimse cevaplamadı.
Gazetenin numarasını aradım, beş-on tane büyük jeton harcayarak -kendi harçlığımdan- onlara bu haberde yer alan küçük kıza nasıl ulaşabileceğimizi/yardım edebileceğimizi sordum. Kendi aramızda!!! yardım toplamak istediğimizi söyledim.
''Yerel haber, yerel muhabirden ulaştı, ne yazık ki biz size yardımcı olamayacağız, haberde yer alan telefon numarasından ulaşabilirseniz olur.'' cevabını aldım.
Sonuçta bi' hafta-on günlük bi' macera sonucunda harcanan iki avuç dolusu jetondan sonra elimde koskoca bi' hiç! vardı :/
Tabi, bi' de sayfalar dolusu imza-kaşe ve bi' tomar para! :)))
Kanıtları ve parayı nasıl yok edeceğimin hesabını yapmaya başladım :/
Kış olsa, sobada yakardım (akla bak).
Çöpe atsam (ya birisi bulur da araştırırsa?)... olmaz.
Harcasam; gururuma yediremem, o para benim değil ki!
O kıza -istediğim halde- yardım edemiyor olmamın acısı içime oturmuştu.
Tükkan tükkan gezip; 'Kusura bakmayın, biz bu yardımı yapamıyoruz, paranızı geri alın' demek de çok saçma olacaktı... aradan günler geçmiş.
Emekli öğretmen bi' arkadaşım!!! vardı, kırtasiye dükkanı olan...soluğu onun yanında aldım.
Ona bağış yapmak için en uygun kurumun neresi olduğunu ve nasıl yapılabileceğini sordum.
Ve (sanırım -Ziraat Bankası idi)  Çocuk Esirgeme Kurumu'na cebimden çıkardığım tomar tomar parayı bağışladım.
Bağışı yapanın adını sordular; aileden iki kişinin adı-soyadını anında harmanladım; Feraye Öztürk
Amacı; çocuklara giyecek, oyuncak, kitap ve şeker alınması için.
Sonunda paradan kurtulmuştum! :) O günden sonra kaç gün boyunca -allaam yareppim, n'olursun okula gelip bağışı sormasınnar yareppim amin!- duaları ettim bilmiyorum.

Ama, o akşam nasıl mutlu-nasıl huzurlu uyuduğumu çok iyi hatırlıyorum.
Bu da böyle minnak bi' dolandırıcılık hatıram işte :)

15.12.2012 (19:01)

Görsel: The Goddamn Batcat!by ~mypetmoon

Hayalden kim ölmüş? :)


Yayınımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz sayın seyirciler...
Bugün, bloggerların bloggerı, fettan Sittirella en büyük iki hayalini bizimle paylaşacak.
Kameralarımızı, Sittirella'nın muhteşem boğaz manzaralı yalısına çeviriyoruz.

''Merhaba Sittirella, her zaman ki gibi çok güzel-çok zarif görünüyorsunuz.''

''İltifatınıza çok teşekkür ederim :)''

''Seyircilerimiz merak ediyor... Sittirella hayal kurar mı? Kurarsa bize hayallerinden bahseder mi?''

''Tabisi de hayal kurarım :)
Şu boğaza bakın...Bi' öküze bile ilham verir-hayal kurdurur.''
Asdfghjklşiişlkjhgfdsaasdfghjk
(Temem temem, cıvıtmıyorum...devam edelim.)

''Öncelikle bilmenizi isterim ki, boyumdan büyük hayaller kurmamayı öğrendim ben. Ne kadar erişilmez ise hayal, o kadar can acıtıyor. Bu yüzden mümkün olduğunca mütevazi, erişilebilir hayaller kuruyorum artık.
Bildiğiniz gibi, kitap okumayı çok severim. Kitap demek; aşk demek, tutku demek benim için... dolayısıyla kurduğum hayallerde bu tutkumun payı çok büyük.
Bir çok seyirciniz, beni hep yazılarımdan tanıdığı-sesimi duymadıkları için ses tonumun ne kadar güzel olduğunu ve dilimizi ne kadar düzgün kullandığımı bilmezler. Zamanında radyo programcısı olduğumu da... Bu sebeple, 'kitap okumak' en büyük hayalimdir. Okumak deyince; bir ses kaydediciye okumak.
Görme engelli arkadaşlarımızın, kitap okuma imkanı bulunmayan ama dinlemeye her zaman imkanı olan arkadaşlarımızın, benim sesimden, benim yorumumla kitap dinlemesini çok isterdim...
Ya da, düşünsenize...İstanbul trafiğinde iki saat takılıp kalmışsınız ve Sittirella size şahane bir kitabı okuyor :) O iki saat size o kadar sıkıcı gelir mi? Bence gelmez :)
Eminim zordur. Seslendirme sanatçılarının işinin çok zor olduğu gibi...ama imkansız değil.
Bu imkanı yakalasam biliyorum ki çok başarılı olurdum.''

''Çok güzel bir hayalmiş. Aslında hayal değil, bu işi sınırlı sayıda veya amatörce de olsa yapanlar var.''

''Elbette yapanlar var ama ben bir yayınevi ile anlaşıp, sürekli okumak isterdim.
Okuduğum her kitabı kütüphaneme eklediğimi düşünüyorum da...bunu hayal etmek çok güzel! :)
Bakın, hemen şuracıkta bir hayalimi daha paylaşmış oldum sizinle :)''

''Eminim ki  bir hayalinizi daha öğrenmeyi bekliyor ekran başındaki izleyicilerimiz... :)''

''Peki, o zaman...yine kitaplar üzerine kurduğum diğer hayalimi sizinle hemen paylaşayım.
Aziz Kedi'nin kafasına odun indirip tükkanına konmak! dermişim :)))
İçinde; bol bol kitap, defter, kırtasiye malzemesi, kalem, gazete, çay, kahve, rahat koltuklar barındıran, okumaya aşık, yazmaya aşık insanların huzur bulacağı-huzur vereceği şirin mi şirin bir yere sahip olmayı isterdim. Her yanını OİP ve Nihan Sarı çizimlerinin süsleyeceği bir mekan...
Her yerde; Bızt!kısadevre çizimleri, nano robot ordusu,  uzun saçlı-badem gözlü güzeller, kutukafalar, kutukediler ve diğer onlarca şirin mi şirin karakterler! :)
Hem Nihan kitaplarını da imzalar, yazarından imzalı satın almak ne güzel fikir değil mi? :)
İşte, bu benim son günlerde sık sık dalıp gittiğim ve düşündükçe detaylandırıp-güzelleştirdiğim hayalim :)))''

''OİP ve Nihan Sarı ile paylaştınız mı bu hayalinizi?''

''Şimdi paylaşıyorum ya detaylıca işte :)''

''Sittirella, samimi açıklamalarınız için, seyircilerimiz adına size teşekkür etmek isterim.''

''Rica ederim :) Benim için zevkti...asıl ben hayallerimi paylaşmama aracı olduğunuz için size teşekkür ederim :)''

''Evet sevgili izleyiciler, üp-ünlü blogger Sittirella bizlerle hayallerini paylaştı.
Kısa bir reklam arasından sonra programımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz.''

Görsel: Deviantart.com / Dream Catcher by ~fucute

Soğuk algınlığına karşı babaanne tarifi :)


Efenim, sizlere şimdi bi' babanne tarifi vereceğim. :)
Bu karışım bana rahmetli babannemin hediyesi-hatırasıdır.
Tarifi bütün malzemeleri toplayıp yapın, sonra gelin buraya ''Tişikirler Sittirella'' deyin :)))

Ne zaman boğazımda yanma-batma, halsizlik, burunda tıkanma gibi belirtilerle 'Ben geliyorum!' diyen 'soğuk algınlığı' söz konusu olsa bünyede... bitkin, halsiz, yatağa düştü-düşecek hissetsem kendimi; hemen hazırlarım.

Bi' porselen/seramik demlik içine şu malzemeleri koyuyoruz;

1 çorba kaşığı kuru nane
1 tutam ıhlamur (yapraklı-çiçekli)
1 tutam ada çayı (yapraklı-dallı)
3-5 tane kurutulmuş papatya (yazın kurutun efenim! aktarlarda var ayrıca)
Yarım limonun kabuğu (sadece kabuğu)
Yarım elmanın kabuğu (içine minik elma parçaları da atılabilir)
3-5 tane karabiber (bildiğiniz tane halinde)
3 tane karanfil (şu sarımsak kokmayalım diye ağzımıza attığımızdan)
1 çay kaşığı toz tarçın (çubuk tarçın da olur)
Bulabilirseniz; 2-3 tane 'yeni bahar' da ekleyin nütfen :)

Bu malzemelerin üzerine, kaynattığımız suyu ekliyoruz.
Malzemeleri suda kaynatmıyoruz!
Porselen demliğin-kabın ağzını kapıyoruz. Bi' havluya sarıp kalorifere-sobaya yakın bi' yere bırakıyoruz.
15-20 dakika dinlendiriyoruz.
Yine porselen bardağımıza ''iki kaşık'' bal koyup, üzerine bu karışımı dolduruyoruz.
Afiyetle içiyoruz.
İki bardak içiyoruz, yatmadan önce tuvalete gitmeyi unutmuyoruz çünküm bu karışım metabolizmaya 'çalış nan!' diyor resmen :)

Tadı çok güzel oluyor, mis gibi de kokuyor :)
Gerçekten, kendinizi bitkin hissettiğinizde, bir sabah-bir akşam olmak üzere veya iki gün üst üste akşamları yatmadan önce için bu karışımdan.
Yanında bi' tane de Aspirin alırsanız şahane olur!

''Hadi nan, kim uğraşacak bununla?'' demeyin, deneyin efenim :)
Bi' avuç antibiyotik, ağrıkesici-ateş düşürücü hap içip, yorgan döşek yatmaktansa; deneyin! :)
Güzel geçsin hafta sonunuz :)

Hadi ben kaçtım!

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...