1984 / Bin Dokuz Yüz Seksen Dört / Nineteen Eighty-Four


Yazar: George Orwell
Çeviri: Nuran Akgören | Celal Üster
Orijinal Dili: İngilizce
Basım Yılı: 1949
Yayınevi: Can Yayınları (Birinci Baskı 1999)

Arka Kapak Yazısı:
Yirminci yüzyılın en önemli yazarlarından biri olan George Orwell, 47 yıllık yaşamına iki başyapıt sığdırmıştır; Hayvan Çiftliği ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. 1945 yılında yayımlanan Hayvan Çiftliği'nde, bir grup hayvanın kendilerini sömüren insanların yönetimini devirip eşitlikçi bir toplum kurmaya çalışmasının öyküsü anlatılır. Bir siyasal yergi başyapıtı sayılan Hayvan Çiftliği'ni 1949'da Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı roman izledi. Orwell'in bu son kitabı, her şeyin tümüyle devletin denetiminde olduğu belleksiz ve muhalefetsiz bir toplum tehlikesine karşı yürekten bir uyarı niteliğindeydi. Dünyanın sürekli birbiriyle savaşan üç totaliter polis devletinin egemenliği altında olduğu düşsel bir gelecekte geçen roman, hem o dönemde hem de sonraki yıllarda çok sayıda okuru derinden etkileyecek, güncelliğini hiç yitirmeyecekti.

Altını Çizdiğim Cümleler:
(Big Brother is Watching You)
''Büyük Biraderin Gözü Sende''

''SAVAŞ BARIŞTIR, ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR, BİLGİSİZLİK KUVVETTİR.''

''Tutuklamalar her zaman gece yapılırdı. Uykudan, ansızın sarsılarak uyanma, omzunuzu dürten kaba bir el, gözlerinize tutulan ışık, yatağınızın çevresinde katı yüzlerden bir halka. Olayların büyük çoğunluğunda, yargılama olmaz, tutuklama gerekçesi gösterilmezdi. İnsanlar geceleri ortadan kayboluverirlerdi, o kadar.''

''Düşünceleri yine çiftdüşün dünyasının karanlık dehlizlerine kaydı. Bilmek ve bilmemek, gerçeği görmenize karşı özenle hazırlanmış yalanları söylemek, birbirine karşıt iki kavrama, birbirleriyle çeliştiklerini bile bile inanmak, mantığa karşı mantık kullanmak, ahlaka bağlılığı ileri sürerken onu yadsımak, demokrasinin olanaksız olduğuna inanırken, Partiyi demokrasinin koruyucusu olarak görmek, herhangi bir şeyi, gerektiğinde unutmak, hepsinden önemlisi, bu işlemi, işlemin kendisine de uygulamak. Asıl incelik şuradaydı: Bilinçli bir şekilde bilinci yok etmek,sonra, yeniden bu bilinçli hareketi unutmak.''

''Bilinçleninceye dek başkaldırmayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler.''

''Partinin ulaşmaya çalıştığı ülkü, pırıl pırıl, korkunç, kocaman bir şeydi: Dehşet saçan silahlar, korkunç makinelerle kurulmuş bir çelik ve beton dünyası ve hepsi tam bir birliktelik içinde ilerleyen, aynı şeyleri düşünen, aynı sloganları atan, hiç durmaksızın çalışan, savaşan, yenen, zulmeden, aynı yüzü taşıyan tam üç yüz milyon insan.''

''Buna karşın haklı olan oydu, öbürleri yanılıyordu.
Aptalca da olsa ortadaki gerçek savunulmalıydı. Somut dünya yaşıyordu ve yasaları değişmezdi. Taş sert, su ıslaktır, destek almayan cisimler dünyanın merkezine düşerler.''

''Partinin görüşlerine sıkı sıkıya bağlı olanlar, onu anlama yeteneği olmayan insanlardı. Bunlar kendilerinden istenen şeyin saçmalığını anlamadıkları, olup biteni kavrayacak kadar günlük olayları izlemedikleri için, gerçeğe en karşıt şeyleri bile kabullenebiliyorlardı.''
Her şeyi yutuyorlar ve bu yuttukları onlara zarar vermiyordu. Çünkü içlerinde bir iz bırakmıyordu. Tıpkı bir mısır tanesinin kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi.''

''Yapamayacakları tek şey budur. Sana her şeyi söyletebilirler, ama buna inandıramazlar. İçine giremezler senin.''

''Savaşın işlevi yok etmektir: Yalnız insanları değil, insan emeğinin ürünlerini yok etmektir. Savaş, kitlelerin rahatını ve sonuçta zekasının artmasını sağlamak için kullanılabilecek malzemenin havaya uçurulması ya da denizlerin dibine yollanmasıdır. Savaş endüstrisi, tüketim maddeleri üretmeksizin işgücünü kullanmanın akıllıca bir yoludur.''

''Bütün ülkelerin egemen sınıfları, bir kaç atom bombası daha atılırsa, örgütlü toplumun ve bu arada kendi güçlerinin ortadan kalkacağını anladılar. O zamandan bu yana, bu konuda hiçbir anlaşma yapılmamış olmakla birlikte, bir daha atom bombası kullanılmadı. Günümüzde üç devlet de atom bombası yapımını sürdürmekte ve gelecekte bir fırsatta kullanmak üzere bunları depolamaktadır.''

''Her yerde aynı piramitsel yapı, yarıkutsal bir öndere tapınma vardır ve ekonomi savaş üzerine kurulmuştur. Sonuç olarak bu üç süper gücün birbirlerini fethetmelerinde bir yarar yoktur. Öte yandan, birbirleriyle çeliştikleri sürece, birbirlerini güçlendirmektedirler.''

''Günümüzde savaş, boynuzları birbirini yaralamayacak biçimde oluşmuş iki hayvanın dövüşmesi gibi bir şeydir.''

''Azınlıkta olmak, bu azınlık tek bir kişiden oluşmuş bile olsa, insanın deli olması demek değildir. Bir yanda doğru, bir yanda yalan vardır ve siz tüm dünyaya karşı olmak pahasına bile, gerçeğe bağlanırsanız, bu size deli niteliğini vermezdi.''

''Belki de insan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu.''

''Geçmişteki yanlışlardan öğrenmişlerdi; şehitler yaratılmamalıydı. Kurbanlarını mahkeme önüne çıkarmadan önce insanlık onurlarını öldürüyor, aç bırakarak, işkence ederek, tüm dirençlerini kırıyorlardı. Sonuçta kendilerine ne söylenirse kabul ediyorlar, birbirlerini ele veriyor, birbirlerinin ardına gizleniyorlar, acıma dileniyorlardı.''

''Kimse yönetime onu bırakmak için geçmez. İktidar araç değil amaçtır. Kimse bir devrime bekçilik etmek için diktatörlük kurmaz; devrim diktatörlüğü kurmak için yapılır. Baskı kurmanın amacı baskı kurmaktır. İşkencenin amacı işkencedir. İktidarın amacı iktidardır.''

''Tüm insanlar eşit yaratılmışlar ve yaradan tarafından yaşam, özgürlük, mutluluk gibi tartışmasız haklarla donatılmışlardır. Bu hakları korumak üzere, gücünü yönettiklerinden alan devletler kurmuşlardır. Bu hakları elden alan ya da yıkan bir devleti değiştirmek ya da ortadan kaldırmak ve yeni bir devlet kurmak halkın hakkıdır.''


Okudukça, anlatılanlara hiç yabancı olmadığımızı fark ettim.
''Acaba?'' ile başlayan bir çok soru var aklımda artık.
Hiç ummadığım kadar sardı-etkiledi beni, dilerim siz de beğenirsiniz.

Keyifli okumalar.

Intouchables


Yönetmen: Olivier Nakache, Eric Toledano
Senaryo: Olivier Nakache, Eric Toledano
Oyuncular: François Cluzet, Omar Sy, Anne Le Ny, Audrey Fleurot
Tür: Dram, Komedi
Dili: Fransızca
Yapım yılı: 2011
Vizyon tarihi: 23.09.2011
Süresi: 112 dakika
Quad Productions | Gaumont | TF1 Films Production | Chaocorp
IMDb puanı: 8.6
Benim notum: 9.0

Boynundan aşağısı felçli-zengin ve aristokrat Philippe ile onun bakımını üstlenen fakir ve işsiz Driss'in kimi zaman kahkahadan, kimi zaman da hüzünden gözleri ıslatan hikayesi.
Filmin hikayesi gerçek hayattan alınmış olması ve filme konu olan kişilerin hala hayatta olmaları da ayrı güzel.

Çeviri yaparken saçmalamakta bu kadar arşa erilir; ''Can Dostum'' olarak çevirmişler ya bu filmi Türkçe'ye... ne denir bilemedim.
Tek olumsuz sözü de ettikten sonra diyeceklerim;
Çok beğenerek seyrettim. 
Uzun zamandır bana böyle keyif veren, bu kadar kahkaha attıran bir film seyretmemiştim.
Tarafsız kalamayacağım; izlemenizi tavsiye ederim :)


''Philippe: Söyle bana Driss, insanların neden sanatla ilgilendiğini düşünürsün?
Driss: Bilmem... iş için?
Philippe: Hayır, birinin ayrılırken ardında bıraktığı tek şey olduğu için.''


''Her zaman yarışları sevdim. Ekstrem sporları, hızı...
Daha hızlı, daha yüksek, yamaç paraşütü ile bunların hepsine sahiptim. Yükseklerdeydim, her şeyi görebiliyordum ve nefes alıyordum. Tüm dünyanın üzerine işeyecek kadar iyi olduğum inancıyla yükseldim.''


''Driss: Şunu dinle; dört bir yanı felçli birini nerede bulabilirsin?
Philippe: Nerede bulabilirsin... bilmiyorum.
Driss: Bıraktığın yerde.''


Ekşi sözlük'ten:

muhtemelen farkedilmeyecek ama farkedenler tarafından kesinlikle beğenilecek film. yüzümde, bazen kahkahalara dönen sürekli bir tebessümle izledim.
(hohhoyytt, 22.02.2012 13:58 ~ 14:07)

aslında çok dramatik, iç karartıcı, moral bozucu vs. olması gereken bir filmi nasıl bu kadar eğlenceli yapmışlar anlamadım. çoğu komedi filminden daha çok güldüm, neşem yerine geldi. öptüm yönetmenin ellerinden.
(want2die, 26.03.2012 03:22)


çok, nasıl desem, tatlı bir film. fransız tarzından normalde nefret ederim fakat filmin afişi bile "benim o tarzla alakam yok." diyor. film boyunca gülümsedim, çoğu sahnede güldüm, son sahnede ise baya bir duygulandım. insanı keyiflendiren bir film. mutsuzken izlenirse ruh hali değiştirebilir, öyle güzel.
(i am the wooden doors, 27.07.2012 13:38)


Keyifli seyirler :)

Sittirella, Polonya'dan bildiriyor.


En nihayet sıcak hava yüzü görebildik, üç gün süreyle-kesintisiz :)
''Üfffff! çok sıcak!'' filan diyebiliyoruz :)
Biliyorum, siz orada eriyip-tükenmekle meşgulsünüz ama yılda bir iki hafta da olsa güneşin kavurduğu yaz yaşamak bizim de hakkımız.

Onca soğuğun-yağmurun-rüzgarın artından bir kaç gün güneş görünce ne yaptılar dersiniz?
Şehrin göbeğine, hem de tam merkezine kocaman plaj yaptılar. Yanına da havuz yaptılar ki yürüyebilelim :)
Çok da iyi ettiler kanımca, ben bayıldım-bittim açıkçası şehir merkezinde plajda yürümeye :)

Şimdi bunları yazıyorum ya, gönderi bitince gidip bi' güzel duş alacağım.
Tiril tiril yazlıklarımı giyeceğim. Ayağıma şıpıdık terliklerimi geçireceğim ve tutacağım sevgilimin elini, dooooğru plaja gideceğim! :)
Akşam yemeğini orada yiyeceğiz ve bir iki saat kitap okuyacağız şezlonglarda...
Ardından yine plajın yanına kurulmuş olan dev (ama hakkaten deeeeeev) ekranda, açık hava sineması tadıyla ''The Intouchables''ı seyredeceğiz.
Bu filmi çok istememe rağmen seyredememiş olmamın bi' sebebi varmış meğersem.
Ha bugün seyredeceğim-ha yarın seyredeceğim derken kısmette açıkhava sinemasında seyretmek varmış :)


Gazoz içip patlamış mısır yiyeceğim seyrederken ^^
Bugün için planımız bu.
Yarın da ''Horizon Film Festival''i fırsat bilip sinemaya gideceğiz :)

Tarihe not düşmek açısından:
31 Ağustos Cuma akşamını 1 Eylül Cumartesi'ye bağlayan gece saat 22:00'de sinemaya kapanacağız. Ertesi sabah saat 10:00'a dek Yüzüklerin Efendisi'ne doyacağız. Film maratonuna katılıyoruz!
The Lord of the Rings serisinin üç filmini birden, peşpeşe, herkese görmek nasip olmayan yönetmen versiyonları ile izleyeceğiz :)


Çok mutluyum! Çok mutluyuz!
Uzun zamandır The Lord of the Rings maratonu yapma fikri vardı aklımızda, sadece uygun-rahatsız edilmeyeceğimiz- işimizin veya planımızın olmadığı bi' hafta sonunu kolluyorduk.
Keşke başka bi' şey dileseymişiz diyorum bazen :)
Hem erken rezervasyon dolayısıyla 10% indirim de aldık biletlerimize, oh mis! :)
Şimdi nasıl bi' çanta hazırlamamız gerektiğini, ne yiyeceğimizi, ne içeceğimizi, yeni termos almayı filan planlıyoruz :) Bol bol not almayı ve fırsat bulabilirsem bi' kaç kare fotoğraf çekip -izlerken aklıma bile gelmez herhalde, maraton girişinde/çıkışında tabisi de- daha sonra burada paylaşmayı planlıyorum :)

Böyleyken böyle işte :)
En güzelinden bir hafta sonu diliyorum.
Bol gülücüklü... :)

Görseller: Google Images

Ejderha Dövmeli Kız / Man Som Hatar Kvinnor / The Girl With the Dragon Tattoo


Yazar: Stieg Larsson
Çeviri: Ali Arda
Orijinal Dili: İsveççe
Basım Yılı: 2009
Yayınevi: Pegasus Yayınları

Arka Kapak Yazısı:
41 ülkede rekor satış yapan kitaplarının başarısını göremeden 50 yaşında hayata veda eden İsveçli gazeteci Stieg Larsson'un zihne kazınacak sahneler, çarpıcı ve canlı karakterler, okurları adeta yerlerine çivileyecek sürükleyici bir kurgu ile her sayfasını ağır ağır ve dokuyarak yazdığı Millennium serisinin ilk kitabı Ejderha Dövmeli Kız'ı okuduktan sonra, Gefle Dagblad gibi 'bundan daha iyisi yapılamaz' diyebilirsiniz. Ama bu erken bir karar olabilir. Son sözü söylemeden ikincisini beklemenizi tavsiye ederiz.

"Olağanüstü… Okuyucular kitabı okurken yerlerinden bile kıpırdayamayacak."
-SUNDAY TIMES

"Bu kitabı okumaya başladığınızda, ilk adımı hiç atmamış olmayı dileyeceksiniz. Çevreniz kararacak ve kendinizi öykünün içinde bulacaksınız…"
-BILD AM SONNTAG

"Bu kitap kendisi için söylenen her bir övgü sözcüğünü hak ediyor… Üçlemenin geri kalan iki kitabı bunun yarısı kadar bile iyi olsa, Larsson bize müthiş bir miras bırakmış olacak."
-SHARON WHEELER

"Larsson'un bu kitabı saatli bir bomba gibi..."
-BOB CORNWELL

"Hipnotize edici."
-USA TODAY

"Tam bir dinamit."
-LIZ SMITH

"Çılgınca… Müthiş bir gerilim."
-THE WASHINGTON POST

"Büyük bir açlıkla okunacaktır…"
-OBSERVER

"Larsson'un kitapları hayatımız için bir tehlike oluşturuyor. Parklar okuyucularla tıka basa dolacak, çalışma dünyası altüst olacaktır. Bütün bunların nedeni hiç kimsenin kitabı elinden bırakamamasıdır."
-BAMS

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Eğer bir parlamento muhabiri, parlamentoda alınan kararları, ne kadar saçma olup olmadıklarına bakmadan ve hiçbir eleştiriye tabi tutmadan aktarır ya da bir politika muhabiri yargı yeteneğinden yoksunsa, bu muhabirler ya işten atılırlar ya da kızağa çekilirler.
Buna karşın olayı eleştirel bir yaklaşımla ele alma ve buldukları şeyleri okuyucuya doğru yansıtma gibi normal gazetecilik ahlakına, ekonomi muhabirlerinin dünyasında rastlayamazsınız. Bu dünyada en başarılı sahtekarlar ödüllendirilir.''

''Arka kapak yazısına bakılırsa, bu kitap genç bir feministin sansasyonel çıkış romanıydı. Yazarın Paris seyahatinde cinsel hayatına bir düzen verme çabasını anlatıyordu. Mikael, kendi cinsel deneyimlerini hem de lise düzeyinde bir üslupla pazarlayan birine nasıl olup da feminist denildiğini merak etti.''

''Hayatım boyunca bu tür çok insanla karşılaştım. Sana iyi bir öğüt vereyim -benden öğüt almaya ihtiyacın varsa tabi- bırak istediği kadar hırlasın, aldırma, hiçbir şeyi de unutma, fırsatını bulduğunda eski hesapları görürsün. Ama avantaj ondayken değil.''

''Benim çok düşmanım oldu. Yılların bana öğrettiği bir şey var; kaybedeceğin kesinken asla savaşa girme. Ama seni aşağılamış olan hiç kimseyi de affetme. Zamana bırak ve güçlü olduğun zamanda saldır. Artık karşılık vermene gerek kalmasa da yap bunu.''

''Akşam olduğunda sinemaya gidip, bir yıldır gösterimde olmasına rağmen fırsat bulup izleyemediği Yüzüklerin Efendisi'ni seyretti.
Orclar'ın insanlardan daha basit, daha az karmaşık yaratıklar olduğunu düşündü.''

''Üzerinde öküz yüküyle yük var ve yumurta kabuklarının üzerinde yürüyor.''

''Zamanın sonuna kadar dinlen.''

''Dışarı geldiğinde deri motorsiklet giysilerini çıkartmış, ayağına bir kot pantolon geçirmiş ve üzerinde 'I can be a regular bitch. Just try me' yazan bir tişört giymişti.''


Güzeldi, akıcıydı, hiç sıkmadı.
Gerçekten sürüklendiğim-elimden bırakamadığım bölümler oldu.
Keyifli okumalar :)

Kalp kalp :)


Tamam, adam gibi bir fotoğraf makinesi almanın şart olduğunu biliyorum.
Ama alıncaya dek emekli telefonumla şipşakladıklarımla yetineceksiniz.
Meğersem bu fotoğraf en süfer makineyle çekilmiş...olma mı? :)

İş çıkışı salına salına geldiğim evimde, ayakkabılarımı çıkarır çıkarmaz kahve için su koyuyorum ateşe.
Cümleye bak; "Ateşe su koymak"...ben var çok susamak - çok yorulmak :)
Soyunup silkinesiye dek geçen zamanda su hazır oluyor, hemen en mis!inden bi' köpüklü 'nesgayfe' hazırlıyorum :) Şimdi diyeceksiniz ki ''Türk kahvesi gibisi yok!''. Onu ben de biliyorum ama bu kahveyi de seviyorum işte! Hıh! :)
Tarçınlı, kalp formlu kurabiye favorim :) Tarifini vermeyeceğim, benim özelim kalsın şekerim.... dermişim :) Şaka nan! Neeeerde bende o yetenek? Gelirken köşedeki marketten alıyorum. Günlük çıkarıyorlar, mis gibi-tazecik . Kokusu da-görüntüsü de beni benden almaya yetiyor :)
Bulanık-mulanık ''Nook''umla tanıştırmış oldum sizi. Çok büyük aşk yaşıyoruz bir haftadır ;)
Yüzyıllık Yalnızlık'ı okudum-bitirdim, Ejderha Dövmeli Kız'ın son elli-elli beş sayfasındayım.
Bir haftada sadece geceleri yatmadan önce kapadım, sabah gözümü açar açmaz hemen Nook'uma sarıldım :) Hatta bir gece uyuyakalmışım, kapamamışım :)
Kahvaltıda-işe giderken-kahve molamda, öğle yemeğinde sürekli okuyorum. Bol bol ekran ışığı ile okudum, yatakta gözler kapanıncaya dek öyle keyifli oluyor ki okuması... Bi' ton işlem yaptım: Bataryası -du' bakem- 53% an itibariyle.
Demek ki: tek bir şarjda iki hafta sürekli kullanım garanti, günde sadece 3-4 saat okuyup kapasam: 1 ay, mis! :)
Neyse, bunun için sağlı-sollu, ekranı ışıklı bir sürü fotoğraf çekip ayrıntılı bi' gönderi yapacağımdır :)
Yalnız, bi' konuyu da tarihe not düşeyim burada;  masamdan kalktığım anda gözler kitaba sabit hareket ettiğimden kelli, tüm departman çalışanlarının pis pis/az kıskanç bakışlarını üzerime mıknatıs gibi çektiğimi hissediyorum :) Bir insanın, sabah ofise girdiği andan-çıktığı ana dek, her boş anında-molasında, nasıl olup da sus-pus kitaba gömüldüğüne basmıyor beyinleri :)
Öğrenecekler aplası/abisi! Alayına kitap aşkı aşılamayı planlıyorum :)
Konudan hop diğer konuya:
Kafka on the Shore/Sahilde Kafka masamın üzerinde "Oku beniiii" diye fısıldıyor sanki :)
Beklesin azıcık! Ben onu çok beklemiştim ne de olsa :)
Şimdi gidip bi' twit şettireyim, ardından kitabıma gömülüp bitireyim ki, yarın size en tazesinden, dumanı tüten bi' ''Ejderha Dövmeli Kız'' gönderisi yapabileyim, değil mi?
En güzelinden akşamlar/geceler hepimizin olsun :)

Esen kalın.

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Yüzyıllık Yalnızlık / Cien Años De Soledad / One Hundred Years of Solitude


Yazar: Gabriel García Márquez
Çeviri: Seçkin Selvi
Orijinal Dili: İspanyolca
Basım Yılı: 1984
Yayın evi: Can Yayınları

Arka Kapak Yazısı:
''Yüzyıllık Yalnızlık'ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli, kocaman bir evde, toprak yiyen bir kızkardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları bir örnek bir yığın akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım. 'Yüzyıllık Yalnızlık'ı iki yıldan daha az bir sürede yazdım. Ama yazı makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş, on altı yılımı aldı... Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. 'Yüzyıllık Yalnızlık'ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım... Bu romanı büyük bir dikkatle ve keyifle okuyan ve hiç şaşırmayan sıradan insanlar tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan hiçbir şey anlatmamıştım. Kitaplarımda gerçekliğe dayanmayan tek satır bulamazsınız.-Gabriel Garcia Marquez''

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Eşyanın da canı var, diye ilan etti; Bütün iş, ruhlarını uyandırabilmekte.''

''Çek çek uzayan bir masaldı bu, masalı anlatacak olan, Size kısır horoz masalını anlatayım mı? diye sorar, Evet derlerse, Ben size evet deyin demedim ki, kısır horoz masalını anlatmamı ister misiniz diye sordum, derdi. Yok, dinleyiciler Hayır derse, bu kez de masalcı Ben sizden hayır demenizi istemedim, kısır horoz masalını ister misiniz diye sordum, deyip çıkardı işin içinden. Kimse ses çıkarmayacak olsa, masalcı Ben size susun demedim, kısır horoz masalını anlatmamı ister misiniz diye sordum, deyip al baştan yapardı. Biri gitmeye davransa, masalcı, Ben size gidin mi dedim, kısır horoz masalını ister misiniz diye sordum, diyerek oturturdu onları ve masal böylece uzar gider, geceler boyu sonu gelmezdi.''

Bu paragrafın altını özellikle çizdim :)
Bizim de bir ''Sivrisinek Masalı''mız vardır.
''Sana bir sivrisinek masalı anlatayım mı?'' diye başlar :)
İlk babamdan duymuşumdur bu masalı -ki babam hayatında Gabriel Garcia Marquez'in adını bile duymamıştır herhalde.
Çok enteresan geldi bana :)

''Tanrı sevgisine, Tanrı korkusuna bu denli muhtaç bir yer olmayacağına, Tanrının tohumunu ekmek için buradan daha bakir toprak bulunmayacağına inanarak, bir hafta daha kalmaya, sünnetli sünnetsiz kim varsa vaftiz etmeye, yıllanmış karı kocaları Tanrı önünde nikahlamaya, ölenlerin başında dua etmeye karar verdi. Ama kimse oralı olmadı. Kime yanaşsa, bunca yıldır papazsız da pekala yaşayıp gittiklerini, ruhlarına kimse aracılık etmeden de Tanrıyla islerini yürüttüklerini söylüyorlardı.''

''Yaşamla hesabını kesin olarak kapatırken kendi insanlarını düşündükçe duygulanmıyor, en çok nefret ettiği kişileri aslında nasıl sevmiş olduğunu anlamaya başlıyordu.''

''Çiçekler bütün gece süren suskun bir sağanakla köyün üzerine yağdı. Bütün çatıları örttü,
bütün kapıların önüne yığıldı ve dışarıda yatan bütün hayvanları soluksuz bırakıp öldürdü. Gökten öyle çok çiçek yağdı ki, sabahleyin sokaklar kalın halılar döşenmiş gibi oldu ve cenaze alayının geçebilmesi için çiçekleri küreyip atmak zorunda kaldılar.''

''Onun yüreklere burukluk veren onuru, adının ağırlığı, söylediklerinin inandırıcılığı, adalet terazisini bir an sarstı. Ursula, yargıçlar kuruluna, -Bu korkunç oyunu çok ciddiye aldınız ve başarıyla da yürütüyorsunuz. Çünkü ödevinizi yapıyorsunuz, dedi.
-Yalnız şunu unutmayın ki, Tanrı bizlere ömür verdiği sürece ana olarak kalacağız ve sizler ne denli büyük devrimciler olursanız olun, saygısızlık yapmaya kalkıştığınız anda donunuzu sıyırıp bir güzel kötek atmak hakkımızdır.''

''İnsanın en iyi dostu, ölmüş olan dostudur, diyordu. Kendisini hep aynı yerde, ama her sefer biraz daha yaşlanmış, biraz daha yorulmuş, olanların nedenini nasılını, hatta zamanını biraz daha bilmez durumda yakalayan o bitmez tükenmez savaşın kısır döngüsünden, sonuçlanmamasından
usanmış, tükenmişti.''

''Ama yaşlanıp da yılların deneylerinden geçtikten sonra, Ursula ana karnındayken çocukların ağlamasının, vantrilogluk belirtisi ya da peygamberlik habercisi olmadığını, sevme yeteneksizliğinin su götürmez kanıtı olduğunu anladı.''

''Düşünde, beyaz duvarlı boş bir eve girdiğini gördü. Eve ayak basan ilk insan olmak canını sıkıyordu. Düşünde, bu düşü bir gece önce gördüğünü ve yıllardır ara sıra hep aynı düşü gördüğünü hatırladı. Daha uyanmadan biliyordu ki, uyandığı anda düşü unutacaktı. Çünkü zaman zaman yinelenen bu düşün özelliği düş içinde hatırlanmasıydı.''

''Çünkü erkeklerin en büyük özelliği, doyduktan sonra açlığı inkar etmeleriydi.''

''Londar kilise meclisinin yirmi yedi kasasının yirmi yedisinin de içine sıçayım, diye küfrediyordu.''

Sevdim bu orijinal küfrü :)

Keyifli Okumalar :)

Şapşi! :)

Bu kız büyümüyoooo :)
Hep şapşi! :)
Bir mimikleri var, suratına baktığım an; neşesini, hangi modda olduğunu, ne düşündüğünü anında anlıyorum.
Nasıl yansıtıyor duygularını yüzüne, inanamıyorum! :)
Oyun moduna geçtiğinde dudaklarını büzüştürmesi, gözleri kısması... :)
Zıpla-kaç taktiğiyle kuyruk dimdik oyuna davet edişi...
'Mama' lafını duyunca dillenmesi, miyav!ların-miv!lerin ve bacaklar arasında 88 çizişlerin başlaması :)
Sabahları 'Miyavdın!'larla yatağa zıplayıp, pembe minik burnunu burnuma dayaması... :)
Yatağa girdiğim an, kısılmış-uyku akan gözlerle sağ kolumun üzerine zıplayıp, koluma başını yaslayıp, patiler suratımda en az onbeş dakika mırrr!laması :)
Kapı çaldığında, şapşi bi' suratla-gözler faltaşı açık,  mutfak eşiğinde büst gibi pozisyon alması... :)
Aşığım Balım'a! :)
Hafta sonu için Macaristan'dan gelen Paulina'mın Nikon'uyla yaptığım bir kaç deneme çekimi burada.
Huzurlarınızda: kirli surat- Şapşi! :)


Hanimiş: afili bi' fotoğraf makinesi almak şart oldu, erteleye erteleye... nereye kadar? :/

Şeker Portakalı / O Meu Pe de Laranja Lima


Yazar: Jose Mauro de Vasconcelos
Çeviri: Aydın Emeç
Orijinal Dili: Portekizce
Basım Yılı: 1999
Yayın evi: Can Yayınları

''Günün birinde acıyı keşfeden küçük bir çocuğun öyküsü''

Arka Kapak Yazısı:
Brezilyalı yazar Jose Mauro de Vasconcelos, Rio de Janerio yakınlarında, Bangu kasabasında doğdu. Çok yoksul bir ailenin on bir çocuğundan biriydi. Okumayı kendi başına söktü. Dokuz yaşındayken Potengi ırmağında yüzmeyi öğrendi. Hep, ileride bir gün yüğzme şampiyonu olmanın hayalini kurdu. İki yıl süren tıp öğrenimini yarıda bırakıp elinde bavuluyla eski bir şilepe atlayıp Rio de Janerio’ya geri döndü. İlk işi tüysiklet boks antrenörlüğü oldu. Karşılaşma başına kazandığı pek az bir parayla açlıkla tokluk arasında bir hayat sürdü. Muz taşıyıcılığından, gece kulübü garsonluğuna kadar çeşitli işlerde çalıştı. Yaşadığı değişik çevrelerde edindiği gözlemler, tanıdığı değişik insanlar, onun yazarlığında çok etkili oldu. Ama 1968 yılında yazdığı Şeker Portakalı, onu ülkesinin en ünlü yazarlarından biri yaptı. Bu romanını on iki günde yazdığını açıklayan yazar, “Ama onu yirmi yıldan fazla taşıdım yüreğimde” der. Bu kitabın baş kahramanı küçük Zeze’nin serüvenleri, o büyüdükçe, Güneşi Uyandıralım ve Delifişek adlı romanlarda devam ediyor.

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Elele, acele etmeden sokakta yürüyorduk. Totoca bana hayatı öğretiyordu. Ben de, ağabeyim elimden tuttuğu ve bana birtakım şeyler öğrettiği için durumumdan hoşnuttum. Nesneleri bana evin dışında öğretiyordu. Çünkü ben evde keşiflerimi tek başıma yaparak kendi kendimi eğitirken; yalnız olduğum için, yanılıyordum. Yanılınca da eninde sonunda hep dayak yiyordum. Önceleri kimse beni dövmezdi. Ama sonra her şeyi öğrendiler ve zamanlarını, benim bir şeytan, bir baş belası, lanet olasıca bir sokak kedisi olduğumu söyleyerek geçirmeye koyuldular.''

''Totoca, çocuklar emekli midirler?
Edmundo Dayı hiçbir iş yapmıyor ama para alıyor. Yani çalışmıyor ama belediye ona her ay para, ödüyor.
- Bunda şaşılacak ne var?
Çocuklar da bir şey yapmıyorlar; yemek yiyorlar, uyuyorlar, sonra da analarıyla babalarından para alıyorlar.
- Emeklilik başka şey, Zeze. İnsan çok çalıştığı, saçları bembeyaz olduğu, artık Edmundo Dayı gibi ağır ağır yürüdüğü zaman emekli olur.''

''Fabrikada fazla mesai yapan birileri olmalıydı. Ama mesai, genellikle saat sekizi pek geçmezdi; hele dokuzu hiç. Bir süre bu iş yerini düşündüm. Orayı sevmiyordum. Sabah insanın içini kasvetle dolduran düdüğü saat beşte daha da iğrenç geliyordu.
Orası her gün insanları yutan, akşam olunca da çok yorulmuş insanlar kusan bir canavardı.''

''Çok küçükken, içimde şarkı söyleyen biri kuş olduğunu, şarkıyı onun söylediğini sanırdım.
- Eh, insanın böyle bir kuşa sahip olması harika bir şey.
Anlamadınız. Artık kuşuma pek inanmıyorum. Ancak içimden konuştuğum ve kendi içimi gördüğüm zaman oldu bu değişiklik.
Durumu kavradı ve şaşkınlığıma güldü:
- Açıklayayım, Zeze. Bu değişimin ne olduğunu biliyor musun? Büyümektesin demektir. İnsan büyüdü mü böyle olur. Yani bilinçlenir. İçindeki, o konuşan ve gören şeye bilinç denir. Yakında sahip olacağını söyledigim o şey'e bir gün insanı götüren de bilincidir.
Olgunluk çağına mı?
- Güzel, iyi aklında tutmuşsun. İşte o geldi mi, olağanüstü bir şey olur. Bilinç büyür, büyür ve başımızla yüreğimizi doldurur. Gözlerimizde ve yaptığımız her şeyde kendini gösterir.
Anlıyorum. Ya kuş?
-Kuş, Ulu Tanrı tarafından küçük çocukların, nesneleri keşfetmelerine yardımcı olmak için yaratılmıştır. Gereği kalmayınca, çocuk, kuşu Ulu Tanrı'ya geri verir. Ulu Tanrı da kuşu, senin gibi akıllı olan başka bir çocugun içine yerleştirir. Güzel, degil mi?
Güldüm, bilincim oldugu için mutluydum.''

''Başımla evetledim. Çiçek konusunda mı? Doğrudur efendim.
-Nasıl yaptın?
Erken kalkıyorum ve Serginho'nun bahçesinin oradan geçiyorum. Bahçe kapısı aralık olduğundan hemen içeri girip bir çiçek çalıyorum. Ama o kadar çok çiçek var ki; farkedilmez.
- Evet, ama bu yine de dogru bir sey degil. Yapmaman gerekir. Bir soygun yapmıyorsun elbette, ama yine de küçük çapta bir hırsızlık sayılır.
Hayır, bayan Cecilia. Yeryüzü, Ulu Tanrı'nındır, degil mi?
Yeryüzündeki her şey de Ulu Tanrı'nındır öyleyse. O zaman, çiçekler de...''

''İnsan yüreğinin, bütün sevdiklerini içine alabilmesi için çok büyük olması gerektiğini bilmelisin.''

''Acı, insanın birlikte ölmesi gereken şeydi. Kollarda, başta en ufak güç bırakmayan, yastıkta kafayı bir yandan öbür yana çevirme cesaretini bile yok eden şeydi.''


Küçük Zeze beni her seferinde ağlatıyor :(
'Mutlaka okunması gereken kitaplar' listemdedir.

Keyifli okumalar.

Kürk Mantolu Madonna



Yazar: Sabahattin Ali
Orijinal Dili: Türkçe
Basım Yılı: 1943 - 1998
Yayın evi: Remzi Kitabevi (Birinci Baskı 1943), Yapı Kredi Yayınları (Birinci Baskı 1998)

Arka Kapak Yazısı:
"Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum "Kürk Mantolu Madonna"yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum.''

Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz. Yapıtlarında insanların görünmeyen yüzlerini ortaya çıkaran Sabahattin Ali, bu kitabında güçlü bir tutkunun resmini çiziyor. Düzenin sildiği kişiliklere, yaşamın uçuculuğuna ve aşkın olanaksızlığına (?) dair, yanıtlanması zor sorular soruyor.

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır. Aradan aylar geçtiği halde bir türlü bu tesirden kurtulamadım. Ne zaman kendimle baş başa kalsam, Raif efendinin saf yüzü, biraz dünyadan uzak, buna rağmen bir insana tesadüf ettikleri zaman tebessüm etmek isteyen bakışları gözlerimin önünde canlanıyor. Halbuki o hiç de fevkalade bir adam değildi. Hatta pek bir alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız: 'Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?''

''Fakat insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar. Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır.''

'' Nedense, hayatta bir müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini, herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de gelebilecek belaları üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet göstermek isteriz.''

''İnsanlar birbirlerini ne kadar iyi anlıyorlardı... Bir de ben bu halimle kalkıp başka bir insanın kafasının içini tahlil etmek, onun düz veya karışık ruhunu görmek istiyordum. Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!.. Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz?''

''Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum biliyor musunuz? Sırf böyle en tabii haklarıymış gibi insandan bir çok şeyler istedikleri için... Beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil... Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hulasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki... Kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini fark etmemek için kör olmak lazım. Herhangi bir şekilde reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kafidir. Kendilerini daima bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçmiyorlar. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek... Biz isteyemeyiz... Kendiliğimizden bir şey vermeyiz... Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum, anlıyor musunuz?''

''Bir kitabı okurken geçen iki saatin ömrümün birçok senelerinden daha dolu, daha ehemmiyetli olduğunu fark edince insan hayatının ürkütücü hiçliğini düşünür ve yeis içinde kalırdım.''

''Muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ama birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gideceklerdi. Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya bile lüzum görmeden, meydana çıkıyordu... Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya, -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbiriyle kucaklaşmak için, her şeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu.''


Çok beğenerek okuduğum bir kitap oldu. İki günde bitirdim. Hikaye beni sürükledi.
Okuduğum baskının dilinin eski olması sanırım çok hoşuma gitti, bu sayede yeni kelimeler öğrendim :)

Keyifli okumalar.

Şehir huzur kokarsa...

Çok seviyorum yaşadığım şehri.
Her köşesi ayrı huzur, ayrı gülücük konduruyor yüzüme.
Burada hayat huzur dolu akıyor sanki... hiç acelesi yok gibi.
Fotoğraflar da bunu anlatmıyor mu zaten?

by Alicja Kuczek

by Piotr Lutowski

by Rafał Wojdat

by Marcin Sieniuć

by Marcin Sieniuć

by Tomasz Tyczkowski

by Agnieszka Pawłowska

Taare Zameen Par / Like Stars on Earth / Yerdeki Yıldızlar



Yönetmen: Aamir Khan
Senaryo: Amole Gupte
Oyuncular: Darsheel Safary, Aamir Khan, Tanay Chheda, Sachet Engineer, Tisca Chopra, Vipin Sharma, Ayaan
Tür: Dram
Dili: Hintçe-İngilizce
Yapım yılı: 2007
Vizyon tarihi: 21.12. 2007
Süresi: 165 dakika
Aamir Khan Productions
PVR Pictures | UTV Motion Pictures | Walt Disney Studios Home Entertainment
IMDb puanı: 8.3
Benim notum: 7.0

Bu filmi tavsiye üzerine seyrettim.
Bir süre önce yaptığım gönderide ''Disleksi''den dert yanınca ''Tartışmalı Geyikler'' sayfasının sahibi Derya, bana bu filmi izlememi tavsiye etti. Sanırım aynı gün izlemiştim :)
Bu izlediğim ikinci Aamir Khan filmi oldu. İlki '3 İdiots' idi, henüz gönderisini yapmadım :)

Konusuna gelince;
Ishaan, sekiz yaşında ve yaşıtlarından ''farklı'' bir çocuktur.
Kelimeleri yazmak ve okumakta güçlük çeken Ishaan'ın bu durumu, öğretmenleri ve ailesi tarafından sadece tembellik olarak algılanmakta ve Ishaan; geri zekalı, kavgacı, beceriksiz ve asosyal bir çocuk olarak bilinmektedir.
Oysa Ishaan, bir tür öğrenme güçlüğü olan Disleksi'den muzdariptir.
Disleksik'tir ve daha da kötüsü, ailesi dahil etrafındaki hiç kimse bunun farkında değildir.
Ishaan, iç dünyası çok renkli, meraklı, dünyaya ve her şeye farklı gözlerle bakan ve resim yapmaya müthiş yeteneği olan bir çocuktur.
Okulunda, 3. sınıfta kalıp sınıf tekrarı yaparken, yine sınıfta kalma ihtimali ortaya çıkınca Ishaan, disleksik olduğunun farkında olmayan ailesi tarafından özel okula ''disiplin edilmesi'' amacıyla-bir nevi ceza olarak yatılı olarak gönderilir.
Ishaan'ın sosyal olmaması, öğrenme zorluğu, ailesi-öğretmenleri ve arkadaşları tarafından anlaşılmama durumuna bir de aileden ayrı olma ve yapayalnız kalmanın getirdiği duygusal travma eklenir.
Bir türlü alışamadığı-kabullenemediği , günden güne içine kapandığı yeni okuluna geçici olarak atanan resim öğretmeni ''Ram Shankar Nikumbh''un, Ishaan'ın durumunu farketmesiyle ve ona yardım etmeye başlamasıyla Ishaan'ın hayatı değişmeye başlar.

Bir kaç replik vermek istiyorum:
''Gerçek hayat acımasız, rekabete dayalı bir dünya. Herkes, çocuğu dereceye girsin, birinci olsun istiyor. Doktor, mühendis, yönetici... daha azı kabul edilemez. Tanrı aşkına bir düşünün; her çocuğun kendine özgü yetenekleri, kapasitesi ve hayalleri vardır. Ama yok öyle, herkes aynı yarışta, aynı şekilde yetişmeli. Beş parmağın beşi bile bir değil, isterseniz itip-çekin. Aynı hizaya getirmeyi deneyin. Parmaklarınız kırılır.''

''Solomon adalarında, yerli halk ormanın bir bölümünü tarımda kullanmak istediklerinde ağaçları kesmezlermiş. Onun yerine ağacın etrafını sarıp, bağırarak sövüp sayarlar, lanet okurlarmış. Bir kaç güne kalmadan ağacın yaprakları solar, kuruyup büzülür ve kendi kendine ölüp gidermiş.''

Keyifli seyirler.
(24 Haziran 2012)

Inglot Cosmetics

Kızlar toplanın, size Inglot'tan bahsedeceğim :)
İlk olarak Inglot'a aşık olma sebebimi vereyim:

PARABEN FREE FORMULA
NOT TESTED ON ANIMALS

işte bu iki cümle beni benden alıyor :)
Hiçbi' ürününü hayvanlar üzerinde test etmeyen nadir firmalardan biri Inglot.
Bu bile gönül rahatlığıyla ürünlerini almak için yeterli sebep bence.

Bundan bi' kaç yıl önce, takip ettiğim blog sayfalarının arasında gördüm ilk olarak Inglot adını.
Çok kaliteli, kolay bulunmayan, insanların ürünlerini almak için 5-6 saat yolculuğu göze aldıkları kadar muhteşem bi' marka olarak lanse ediliyordu. Diyordum ''ne manyak insanlar var, bi' oje için beş saat yolculuk yapıp-dünyanın parasını bayılıp, bi' de seviniyorlar'' :)))
O zaman Inglot'un Polonya markası olduğundan haberim bile yoktu.
Ne zaman ki iki yıl önce Wroclaw'a taşındık... ilk gün girdiğim sıradan bi' alışveriş merkezinde 'INGLOT' tabelasını gördüm; şaşırdım :)
Gel zaman-git zaman -iş yerimin tam karşısındaki alışveriş merkezinde olmasından dolayı- Inglot ziyaretlerimi sıklaştırdım.
Fiyatları hiç de bahsedildiği gibi uçuk değildi ve çok kaliteli-çeşitli ürünleri vardı.
Özellikle farlarının pigmentleri harikaydı.
Sürdüğünde yumuşacık, saatlerce -tüm gün diyelim biz ona- göz üzerinde kalıyor ama temizlemeye kalktığında hiç zorlamadan, sağa sola bulaşıp yapışmadan, gözü-yüzü hırpalamadan silinip gidiyordu.
Çalışanları işinin uzmanı, bilinçli, ürün satışına değil, cilde uygun ürün tavsiyeleri veren, 'ister al- ister alma ama alacaksan da sadece ihtiyacın olanı al, gereksiz ürün alma' mantığında olan, bize göre 'böyle para mı kazanılır?' diyeceğimiz bi' firma Inglot.
Dünyada sayılı merkezlerde olmasına rağmen, Polonya'da hemen her alışveriş merkezinin içinde yer alması ve ürünlerinin standart olması onu benim için güzel kılan.
Ve -bunu nispet yapar gibi söylüyorum ama- hiç de pahalı değil :)
Mesela ben, minicik göz altı kapatıcısını 'buna bu kadar para verilir mi? salaksın kızım sen, bu parayla en şahanesinden bir akşam yemeği yersin' diye homurdana homurdana almıştım. Üç aydır her gün kullanıyorum, yarısına bile getiremedim :)
Ve, verdiğim para ise 10-15 TRY kadar bir şey idi :) Homurdanmam onaydı yani, 35 yılda bi' cimriliğim tutmuş demek ki :)
Önceleri ''Freedom System'' den kendi makyaj paletlerimi yaratmaya başladım, sonra bi' aplikatör, sonra bi' kapatıcı, sonra bi' ruj derken bi' baktım ki gerçekten Inglot'u sevmişim.

Salı günü  iş çıkışı, şirketin yabancı çalışanlarının bar toplantısı vardı.
Tüm gün çalışmışım, iş-güç kafa patlatmışım.
Dokuz saate yakın PC karşısında göz altlarım şişmiş... 'tek rakibim kurbağa kermit' moduna girmiştim ki, iş çıkışı soluğu Inglot'ta aldım.
'N'olur beni insan kılığına sokun' dedim :)
Daha önce görmediğim bi' kız 'lütfen oturun' dedi.
Bi' soru-bi' soru daha, far nasıl sürülür, makyaj için olmazsa olmaz nedir, tenime gidecek renkler nelerdir diye nefessiz bi' soru yağmuruna başladım, onlarca sorumu bıkmadan-usanmadan, büyük bi' sabırla ve de uygulamalı olarak göstererek cevapladı.
Peygamber sabrı dedikleri bu olsa gerek :)
Ben olsam, bana biri bu kadar soruyu peşpeşe sıralasa ''Kızım bak git!'' der, kovalardım :)
Meğersem bu hatun kişi Inglot'ta çok uzun süredir çalışan, işin tanıtım-satış değil de, işin arka kısmında yer alan bölge sorumlusuymuş. O gün denetim amaçlı oradaymış ve benim şansıma-kendi şanssızlığına- o anda işi bittiğinden müşteriyle ilgilenmek istemiş.
Yaklaşık 1.5 saatlik soru-cevap-makyaj maratonunun ardından sırf emeğine karşılık almak istediğim rimeli bana satmayarak beni şaşırttı :)
Neymiş?
Hiçbi' şey kusursuz değilmiş, Inglot rimellerinin hiçbiri benim kirpik yapıma uygun değilmiş.
Kendime başka bi' markadan ince fırçalı, kaliteli bir rimel seçmeliymişim ama rimel dışında bi' şey almak istersem alabilirmişim.
Fırça temizleme solüsyonu alayım o zaman dedim, satmadı.
''Temizlenecek fırçanız yok, krem pudra veya fondöten almaya karar verirseniz ve uygun fırçanız olursa o zaman alın, şimdi gereksiz para kaybı olur sizin için, kullanmayacağınız ürünü ne yapacaksınız?'' dedi :)
Dedim ''yüzüme uyguladığın krem pudradan alayım o zaman'', rengi çok doğal durmuştu çünkü.
Baktı: ''kusura bakmayın kalmamış ama yarın gelecek. Hem bu akşam deneyin makyajınızı, herhangi bi' rahatsızlık hissetmezseniz, duruşundan-kalıcılığından memnun kalırsanız gelir alırsınız'' dedi :)
Param var-hiçbi' şey alamıyorum! :)
En ucuzundan iki fırça aldım -gerçekten ihtiyacım vardı... özellikle göz altı kapatıcım için kullanmaya fırçam yoktu.
Teşekkür-rica-kocaman gülümsemeler, elimde bi' kartvizit, bebek gibi bi' cilt ve şahane makyajla ayrıldım Inglot'tan :)
Gece o kadar sohbet, sıcak, sigara dumanı, yeme-içme ve harekete... ve hatta eve gelinceye dek sırılsıklam eden yağmura rağmen makyajım mükemmeldi :)
Ertesi günü ise cildim bebek gibi-yumuşacık idi.
Ziyaretime gelen bi' kız arkadaşımla sohbet sırasında konu makyaja gelince, banyoda aylardır duran ama on beş günde bi' kapağını belki açtığım makyaj sepetimi koydum önüne.
Başladık ürünlere bakmaya; gözlerime inanamadım.
O kadar çok far, göz kalemi, dudak kalemi, eyeliner, allık ve daha sayamadığım malzemem var ki, şaşırdım.
Arkadaşım 'Bunları da ojelerin gibi mezara götüreceksin sanırım, neden hiç kullanmıyorsun?' dedi.
Cevap veremedim :)
Haklıydı. Banyoda sıra sıra duran, güzelim ojelerimin haftada bi' tozunu alıyorum sadece. Aşka gelirsem yine haftada bir kez oje sürüyorum. Dolayısıyla aldığım ojeler bir-iki yıl sonra çöpe gidiyor :/
O an karar verdim: üniversite yıllarıma geri dönüp, yine makyaj yapmaya başlayacaktım.
Maksat bi' kasa makyaj malzemesi stoğunu eritmek :)

Dün soluğu Inglot'ta aldım.
Makyaj temizleyicisi, silikon makyaj bazı, far bazı, 1 adet kaş farı, bi' adet kaş fırçası, bi' adet ruj, bi' adet ruj fırçası, kaş farı ve rujumu bi' arada saklayabileceğim 'Freedom System' den bi' yuvarlak-aynalı palet.
Evde bulunan, yine Freedom System'den seçtiğim farlarımdan ikisini koyup makyaj çantama atabileceğim ikili-kare palet, bi' far fırçası, bir de makyaj yaparken malzemeleri üzerine sıktığımız metal-çok şık bi' paleti satın aldım :)
Evvelsi gün de, bi' yüz fırçası ve kapatıcı fırçası almıştım.
Tek sorun; cildime uygun krem pudranın gelmemiş olmasıydı. Onu da gelir gelmez alacağım veya bir diğer şubelerinden edineceğim.
Aldığım ürünlerden bir kaç örnek vereyim:
Akşam akşam, telefonumla fotoğrafını çekmeyi denedim, ortaya aşağıdaki fotoğraf çıktı.


Bari ne aldığım görünsün, belki birilerine fikir verir diye www.inglotcosmetics.com adresinden aldım aynı ürünlerin fotoğraflarını :)


Yani, demem o ki;
Bu kız, bundan böyle pek süslü olacak :)
Her şey bi' yana; bugüne dek kullandığım ve bundan sonra kullanacağım marka olduğundan, Inglot'u  gönül rahatlığı ile öneririm.
Bu da böyle reklam gibim oldu.
Bi' biz yiyemedik şu blog aleminin balını-kaymağını canına yandığım :)
Yakında blogu makyaj bloguna çevirirsem şaşırmayın.
Şaka nan şaka... :)

Günaydınlar :)
Güzel olsun gününüz.

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka / Inglot.pl

Masal bu ya...



Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken...
Ben nenemin beşiğini tıngır-mıngır sallar iken...
Uzak ve soğuk masal ülkelerinin birinde Sittirella diye bi' kız yaşarmış

Sittirella günden güne .oka sarmaya başlayan bu dünyada, hala bi' umut ışığı olduğuna, hala ''insanlığın'' ölmediğine inananlardanmış.
Sittirella'nın çok büyük bir silahı varmış; meraklı, araştırmacı, her şeye-herkese -doğuştan- muhalefet doğasından dolayı, yaşı ile birlikte dili evrilmiş ve çok sivrilmiş.
Bu uzak ve soğuk masal ülkesine -bi' nevi- sürgün yemeden önce, kendi sıcak masal ülkesinde her şeyin ''farkında'' olarak yaşadığı günlerde o sivri dilinin acısını çok çekmiş.
Haksızlıklara karşı susmadıkça canının daha çok yakıldığını görmüş.
Bakmış taytının üzerine bi' don geçiremiyor...
Sırtına bir pelerin alıp uçup-kaçıp-dünyayı kurtaramıyor...
Pasif aktivist olmaya karar vermiş.

1. Bölüm:
Günlerden bir gün, Sittirella'nın 'dev'let dairesinde bi' işi çıkmış ve bu işi halledebilmesi için, yeni kimlik çıkarmaya ihtiyacı varmış.
Yedi tepeli, doksan dokuz milletin cirit attığı, adına 'kurtlar sofrası' denen bi' şehirde yaşamaktaymış ve bu yedi tepeli şehirde bi' 'dev'let dairesinden kimlik alıp, diğer tepelerin birinin üzerine kurulu diğer 'dev'let dairesine o kimliğini vermesi... ve o 'dev'let dairesinden yeni kimliğini göstererek alacağı bi' kağıt parçasını yine bir diğer tepenin üzerine kurulmuş 'dev'let dairesine teslim etmesi gerekmekteymiş.
Sittirella, basit bi' işlem için yedi tepe üzerinde seksek oynamak zorunda kalacak olmasına sinirlenmiş elbette. Vakit öğleye yaklaşmış ve o şehirde bu işlemlerin aynı günde tamamlanması neredeyse mucizeye eşitmiş.
Hemen telefonuna sarılmış Sittirella, tanıdığı bi' taksiciyi aramış.
O günlerde Sittirella'da para .ok olduğu için bunu yapabilme imkanına sahipmiş.
Atlamış taksiye, şehrin en uzak tepelerinden birinin üzerine kurulu 'nü-fuz' dairesinin yolunu tutmuş.
Daireye vardığında vakit öğlen olmuş ve Sittirella upuzun sıranın en sonunda hanım hanımcık beklemeye başlamış.
Lakin, dakikalar akıp gitmekteymiş ve Sittirella'nın o gün yarışı zamana karşıymış. Bekledikçe sıranın bi' kişi bile ilerlemediğini görmüş ve koyun gibi bekleyeceğine sebebini sormaya karar vermiş.
Aldığı cevap çok ilginçmiş; koskoca 'dev'let dairesinin müdürü olacak 'dev', vakit öğle vakti olduğundan, 'dev'letin ona çalışması için verdiği odasında 'namaz' kılıp-ibadet etmekle meşgulmüş.
Hemen şöyle düşünmüş Sittirella;
''Eğer, bu 'dev', bunca kişi sırada beklerken, bunca kişinin işi-gücü-mecburiyeti-yetişmesi gereken yer varken, 'ibadet' adı altında, sevap kazanmaya çalışıyorsa...
Ve, bunca kişi -istisnasız- bekledikleri her bi' dakika için yüksek sesle beddua ediyorsa...
Kazandığına inandığı sevaplar acaba sevap kazandığı sürede aldığı bedduaları sıfırlayıp üste geçecek kadar çok mudur?''
Sonuç olarak, kazanılan sevabın, işlenen günahı gözardı ettirecek kadar çok olmasının imkanı olmadığına, 'dev'in müslüman kimlik altında -aslında yasak- olanla meşgul olarak insanların zamanını çaldığına, 'zaman' denilen iki hecelik kelimenin dünyanın en değerli hazinesi olduğuna ve bu 'dev'in düpedüz hırsız olduğuna karar vermiş.
Çok sinirlenmiş.
Gitmiş müdür 'dev'inin kapısını çalmış gayet sinirli vuruşlarla.
Bir-iki derken bakmış ses yok; resmen yumruklarcasına dur-durak bilmeden kapıya vurmaya başlamış.
Ve nihayet, müslüman dev bi' yandan dantel takkesini cebine yerleştirip-diğer yandan ayakkabılarını ayağına geçirmeye çalışırken kapıyı açmış.
''Ne yapıyorsunuz burada? Bunca insanı neden bekletiyorsunuz?'' diye az sinirli, bi' kaşı kalkık sormuş 'dev'e.
Dev gayet sinirli bi' şekilde ağzında 'müslümanlık, din, ibadet' gibi bir kaç kelimeyi peşpeşe gevelemiş ve 'dev'letin ona verdiği 'dev' gücünü sergileyerek Sittirella'nın kapısı kapalıyken çalıp  açmaya zorlamasının 'suç' teşkil ettiğini söylemiş.
Sittirella aklından ve kalbinden geçenlerin dilinden dökülmesine izin vermiş.
''Siz'' demiş... ''müslümansanız eğer... siz bunca insan burada işine-gücüne yetişmek için çırpınırken 'ibadet' adı altında bu insanların zamanını çalmayı kendinize hak görüyorsanız... ve sizin ibadet ettiğiniz Tanrı'nın, bu hırsızlığa-haksızlığa göz yumup size sevap vereceğine inanıyorsanız... sizin dinden-imandan-kul hakkı yememekten anladığınız buysa... ve kendinize 'müslüman', dininize 'islam' diyorsanız...
Ben müslüman değilim.
Buraya bir kimlik yenilemeye geldim ama o -yine hiç bir akla-mantığa sığmayan- din hanesinde sizinle aynı görünecekse dinim; gelmişken onu da değiştireyim.''
Sittirella sinirle söylüyor, şaka yapıyor sanmışlar ilk başta 'dev' müdür ve çalışma arkadaşları.
''Din hanesini değiştirmek için ne yapılması gerekiyor?'' diye sormuş...
Demişler ki; bi' dilekçe yazıp imzalamak yeterli.
Demiş ''verin bana bir beyaz kağıt.''
Yazmış dilekçesini, demiş; ''Yazın şimdi o haneye HRİSTİYAN''.
Dönmüş 'dev' müdüre, ''İmzalayın'' demiş.
''Sonra da odanıza dönüp, az önce ibadet ettiğiniz Tanrı'nıza 'az önce benim yüzümden bi' kişi dinden çıktı' deyin... bunun hesabını bizzat kendisine verin''.
Almış yeni kimliğini ''HRİSTİYAN'' yazan din hanesiyle Sittirella.
Ve, o gün orada yaptığından asla pişmanlık duymamış.

2. Bölüm:
Uzak ve soğuk masal ülkesinde, günlerden bi' gün internette dolaşıp haberleri okurken çok çarpıcı bi' haber görmüş Sittirella.
O soğuk ülkenin dilinde olan gazetede, sıcak masal ülkesinde adı müslüman-dini islam olan 'dev' müdür gibi zihniyete sahip insanlar tarafından cayır cayır yakılan canların hesabını adalete vermesi için  aranan sanık, o ülkenin sınırından bi' diğer 'insan yakmaya-can almaya meraklı devler ülkesi'ne geçmeye çalışırken yapılan rutin bir sınır kontrolünde yakalanmış.
O ülkenin tüm haber kanalları ve gazeteleri bu haberi manşetten vermişler anında.
Kolay değilmiş bi' terörist bulmak ve yakalamak o uzak ve soğuk ülkede.
Soğuk ülkenin insanları 'terör' denen kan içip-öfkeyle beslenen yaratıkla tanışmamışlar çünkü.
Sittirella gözlerine inanamamış. ''Sonunda'' demiş... ''sonunda biri olsun yakalanmış''.
Hemen telefona yapışmış.
Düttürüyet gazetesinin internette gördüğü telefon numarasını çevirmiş.
Karşısına çıkan kapçık ağızlı sekreterimsiye ''Merhaba, ben uzak ve soğuk masal ülkesinden arıyorum. Burada tüm kanallar ve basın manşetten veriyorlar haberi ama benim ülkemin hiçbi' gazetesi ve kanalı bu haberi vermedi. Belki de daha duyulmadı. Bu konuda kiminle görüşebilirim?'' demiş.
Yıldırım hızıyla 'dış haberler' yetkilisine bağlamışlar Sittirella'yı.
Bir kez daha anlatmış haberi-olanı-biteni.
Dımdış haberler yetkilisi ''size e-posta adresimi veriyorum, lütfen bana haberin verildiği linklerden bir kaçını gönderin, hemen inceleyip-çevirip yayıma hazırlayacağız, size de döneceğiz'' demiş..
Sittirella, dımdış haberler yetkilisinin en dış haberlerden bile bi' haber olmasına üzülürken, bir yandan da ''en azından ilgilendiler'' diye kendini avutmuş o anda.
Sonra oturmuş, dımdış haberler yetkilisine şu e-postayı yazmış:

''Dengiz bey merhaba,

Uzak ve soğuk bir ülkede yaşayan bir sıcak ülke vatandaşı olarak bu haberi uzak ve soğuk ülkenin haber portallarından öğrenip, bu habere dair sıcak ülkemin basınında tek satır bulamamak üzdü açıkçası beni.
Aşağıda haberin linklerini bulabilirsiniz.

Link 1
Link 2
Link 3

İyi çalışmalar dilerim.''

Bi' umut beklemeye başlamış.
Haberi alacaklar da, okuyacaklar, çevirecekler de verecekler diye...
Saatler geçmiş... gün geçmiş... günler geçmiş... haber yayımlanmamış.
Sonra Sittirella arkadaşlarından A-H ve Lou Salome'ye e-postayı yönlendirip altına şu notu düşmüş şakayla karışık;

Kızlar merhaba :)

Aşağıdaki maili Düttürrüyet Dış Haberler yetkilisine yolladım.
Gördüğünüz üzere.
Ne cevap geldi, ne de Düttürrüyetin sitesinde tek satır haber yapıldı bununla ilgili.
Ortadan kaybolursam, başım belada demektir... hakkımı arayın :)
Sizi seviyorum :)

Öptüm.

Aradan biraz masal zamanı geçmiş...
Sittirella, yakalanan sanığın 'sıcak ülkenin yetkililerinin, sanığı teslim almak için geçerli-gerekli belgeleri yasal sürede yetiştiremedikleri için... yasal süre içinde gerekli prosedürleri bi' türlü tamamlayamadıkları için' salıverildiğini okumuş yine bu uzak ve soğuk ülkenin gazetelerinden.

Aradan çok masal zamanı geçmiş.
Sittirella, bugün bu sıcak ülkenin 'dev'lerinin,  dine-imana-inandıklarına sığınarak insanları cayır cayır yalmasının yıl dönümü olduğunu hatırlamış.
İçi cız! etmiş... -can verenler kadar yanmasa da- gerçekten yanmış.
Bağırmamış, ağlamamış...
Öfkesini-sinirini sağda solda haykırmamış.
Susmuş
Sıcak ülkenin 'dev'lerinin düzeni devam ettiği sürece; ne basının, ne yayının, ne adaletinin işlemeyeceğine olan lanet ettiği inancı bir kez daha pekişmiş.
İnsanlığa olan umudu bir kez daha darbe almış.

Her masal mutlu sonla bitmezmiş.
Bu da böyle bir masal işte...

Görsel: Deviantart / Winter Heartby ~Lightsofthenights
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...