Hepinize veda busemdir... hoşçakalın!


Çok yoruldum arkadaşlar.
Blog tutmayı bırakıyorum.
Gitmeden önce, fotoğrafım sizlere bir anı olsun dedim.
Yıllardır yazıştığınız, konuştuğunuz, 'kim la' bu Sittirella?'' dediğiniz hatun kişiyi, dünya gözüyle bir kez görün istedim :)

Aranızda, 'canım-ciğerim' dediklerim var...
'Bu kim acaba?' dediklerim var...
Bugüne dek tek kelime yazmamış, tanışmamıza imkan vermemiş olanlar var.
Hepiniz, iyi ki geldiniz.
İyi ki sizleri tanıdım.

'Aaaa, n'oldu şimdi?' soruları aklınızdan geçecek...eminim.
Yanlış anlaşılmaya mahal vermemek adına, bırakış sebebimi de yazmak istiyorum;
YORULDUM.

Ben, duygusal bir insanım.
Kim değil ki? demeyin n'olur... eminim aranızda benden daha duygusal olanlar vardır.
Ama ben, sanki dünyanın tüm acılarını yüreğimde hissediyorum.
Yıpratıcı oluyor benim için.

Düzenli olarak blog tutmak ilk başta eğlenceliydi.
Sonra işin eğlence-eğlenme kısmı azalmaya, daha fazla insan tanıyıp daha fazla kişiyi takibe almaya başladıkça, insanların iki yüzlülüğünün, acımasızlığının, kıskançlığının, bu külliyen sanal ortamda bile sürdüğünü, hatta 'nasıl olsa kim olduğum bilinmiyor' mantığı ile klavyenin başına geçen dengesiz kişilerin yaptığı-yazdığı terbiyesizlikleri gördükçe sinirlenmeye, kırılmaya ve cidden üzülmeye başladım.
Burası benim oyun alanımdı ama artık ne zaman oynamaya başlasam mutlu olmak yerine, acı çekmeye başladım.

Mesela duygusal yanımdan bir örnek vereyim, daha iyi anlayın;
Çok sevdiğim bir arkadaşımın ailesinden biri, ciddi bir hastalıkla mücadele ediyor.
Ben onun neler yaşadığını, neler hissettiğini kendi tecrübelerimden az-çok tahmin edebiliyorum.
O, orada üzülürken, benim burada güle oynaya gönderi yapmam bana acı vereceğinden... yazamıyorum.
Sanki yaparsam bu gönderiyi, ''senin ne yaşadığın sanki çok da umrumda, hayat bana güzel'' der gibi anlaşılacağını düşünüyorum.
Çünkü o benim ''arkadaşım'' ve ben kendimi onun kendini bir parça daha iyi hissetmesinden, acısını paylaştığımı görmesinden sorumlu olduğumu düşünüyorum.
Çünkü... gerçekten paylaşıyorum.

Bir önceki gönderimden de anlaşılacağı üzere... biri acı çekerken benim mutlu olmam sanki yasakmış gibi hissedip, mutlu olmayı haketmek için, mutsuz kişinin o acısını hafifletmek adına elimden geleni yapmaya çalışıyorum ama bugün çok önemli bir noktayı atladığımı farkettim.
Dünyanın derdi-mutsuzluğu bitmiyor ve ben mutsuzken,-bir kaç arkadaşım dışında- benim mutluluğumu kimse düşünmüyor.
Arkadaşlarım benim mutszluğumu paylaştıklarındaysa, onlar benim durumuma düşmüş, benim yüzümden kendi mutluluklarını gösterememiş oluyorlar ve ben sevdiklerime haksızlık etmek, mutsuzluğuma onları dahil etmek istemiyorum.

Bir diğer örnek; herkesin bildiği gibi, turuncu bir düdük var burada, durmadan ''Mırrr, mırrr, mırrrrkk!'' modunda ^^
Ne zaman onun videolarını, resimlerini paylaşsam, bir başka blog arkadaşım sokak hayvanları için üzülüyor, ağlıyor, ev hayvanlarının aşırı şımartıldığından, sokak hayvanlarına dönüp bakılmadığından şikayet ediyor.
Ben de -gerçekten-üzülüyorum onlar için... ama burada sokakta hayvan yok, ne yapabilirim sizin oradakiler aç ise, susuz ise?
Türkiye'de olsam neyse... beslerim, su veririm, yerim varsa sahiplenirim ama değilim.
Ben ah-vah edince, hepsine sahip çıkılıyor, sokaklar bomboş mu kalıyor?
Yıllar önce, soğuk bir havada, felçli arka ayaklarını sürükleyerek bir dükkandan içeri girmeye çalışan, minicik bir kedi yavrusunu, otobüse bindikten sonra gördüm ve otobüsü durduramadım diye, hala her aklıma geldiğinde boğazıma bir yumruğun oturduğunu, gözlerimin dolduğunu... ve sanki beynime onu gördüğüm an'ın kazınmışcasına kaldığını kim biliyordu bugüne dek?

Çaresizlik... insanı en çok yıkan, yıpratan duygu ne de olsa.
Keşke elimde sihirli bir değnek olsa da ; pat! diye tüm dünyayı cennete çevirsem.

Dün gece, Okan Bayülgen, programında çok güzel bir cümle söylemiş.
Ben bugün izleyebildim programı.
Aslında bu benim ne hissettiğimi çok güzel açıklayan bir cümle olmuş.
Bire bir aynı olmasa da ;
''Ay ne güzel, lapa lapa kar yağıyor! diyorsun, kalkıp ordan biri ''dışarıda binlerce evsiz, aç, soğukta-sokakta yatan var, sen kar yağmasına seviniyorsun!'' diyor.
Durumum aynen bu..
Sanki ben sevinmesem, o dışarıda kalan aç, açıkta, soğukta olan insanların hepsinin başında birer çatı belirecek, sanki mevsim yaza dönecek :/
Ya da ''vah vah!'' deyince.. madalya takan olacak bana.
Bir şeylere sevinmeye bile korkar hale geldim.

Bir yere gidiyorum, bir sürü fotoğraf çekiyorum; ya-za-mı-yo-rum!
Siz bugüne dek benim blogumda bir tatil, herkesin hayalinde olan bir şehre yapılan gezi vb. konularda yaptığım bir gönderi gördünüz mü?
Görmediniz.
Çünkü; ''millet burda evine ekmek götüremiyor, sen orda, bilmem nerede resmen keyif çatıyorsun!'' olacak gibi geliyor sonucu.

Uzun lafın kısası;
Yaptığım, ettiğim, yazdığım her şey, birilerine batar, birilerini acıtır, birilerini üzer diye, ben strese giriyorum.
Nabza göre de şerbet veremiyorum.

Sadece belli bir konuda yazan, belli sınırlar dışına çıkmayan, kendine bir çizgi belirlemiş ve o çizgiyi aşmayan, paylaştığı alan dışında kimseyi özeline sokmayan blogger arkadaşlarıma imreniyorum!

Mesela, biri sürekli okuyor ve sürekli kitap eleştirileri yapıyor.
Derdi yok, tasası yok!
Kimse çıkıp; o okuduğun kitaplar için yılda Amazonların 1%'sine tekabül eden alan yok ediliyor! demiyor ama...

Bir diğeri ise film eleştirileri yapıyor.
Onun da durumu mis!
Kimse ona ; sen bu kadar filmi para verip sinemada izlemediğine göre, günde 3 DVD almaya da paran yetmeyeceğine göre... telif haklarını ihlal edip, yasal / etik olmayan yöntemle izliyorsun! çok ayıp! demiyor.

Bir diğeri şahane resimler/çizimler yapıyor.
Yaptıklarını yayımlıyor, oh-mis!
Kimse de kalkıp; kullandığım boyalar bilmem ne kimyasalını içeriyor, sağlığa zararlı da bikbikbik! diye giden nutuklar çekmiyor.

Ama kazara biri dese ki; ''o havyarı yemeyecektim ya da o son kadeh şampanyayı içmeyecektim'' ; Eyvah!!!
Afrika'da milyonlarca kişi açlıktan kırılırken......... diye başlayacaklar senin ne kadar duyarsız! sorumsuz! görgüsüz! biri olduğunu yüzüne tokat gibi vurmaya.
Kendileri Afrika'ya yılda yüz bin ton gıda ve sağlık malzemesi gönderdikleri için...
Te allam yareppim.

Herkes bu hızla 'pozitif enerji vampiri' haline gelirken... ben de vampirleşmek veya pozitif enerjimi birilerine yem etmek istemiyorum :(
Daha fazla 'olduğum gibi görünemeyeceğim'i idrak ettiğim için, ortalıkta görünmemeyi tercih ediyorum.

Bu sebeptendir ki;
Daha fazla gönderi -şimdilik- paylaşmayacağım.
Şimdilik diyorum, çünkü büyük konuşmak istemiyorum.
Ne zaman büyük konuşsam lafımı yemek zorunda kaldığımı, başıma geldiğini gördüm-öğrendim :)
Hepinizle iletişimde kalacağım.
Blog sayfamı kapamayacağım.
Maillere cevap veririm, sevdiğim arkadaşlarımı ararım, yorum yazarsanız yayımlarım.
İzlemede olduğum blogları okumaya devam ederim, yorumlarım :)
Kırdığım, üzdüğüm, bilmeyerek canını acıttığım arkadaşlarım varsa; özür dilerim :/

Bu duruma bir çare... bir yol-yöntem-çıkar yol buluncaya dek;
Benden bu kadar!

Sevgilerimle.
İmza: Orta Doğu ve Balkanların hatta ve hatta Avrupa'nın en gıcık blog yazarı
Sittirella

Hanimiş: itiraf ediyorum, Türkiye'ye kar yağmasının da sorumlusu benim, yuh!

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Gamze için... (son durum raporu)!

 
13.02.2012 / Pazartesi
19:40
Gamze adındaki, gencecik, yaşam dolu, güzeller güzeli kadın için, günlerdir uygun doku örneği arandığını hepimiz biliyoruz.

''Ben Polonya'dayım, nasıl kan vereyim? Ha! deyince gidemiyorum işte.'' diye düşünüp, kendimce, eşime-dostuma, kah telefon ile kah twitterdan bir kaç twit ile durumu duyurmaya çalıştım.
Bir kaç arkadaşıma da telefon açtım, kan örneği vermeleri için konuştum.
Bugün, işten eve geldiğimde eşimle konuştuk, oturduk beraber ''Polonya Kemik İliği Bankası'' nın web sayfasına girdik.
Amacımız, buradaki bankayı uyarmak!
Onu ara, burayı kurcala derken; tüm ülkelerin kemik iliği bankalarının birbirleriyle irtibatta olduklarını, Hollanda'da Uluslararası Kemik İliği Bankası'nda kayıtlı 11 Milyon donör bulunduğunu öğrendik.
Maksadımız -cehaletimize bakar mısınız?- 'Polonya Kemik İliği Bankası' ile irtibata geçip durumu anlatmaktı.
Sonra, bu prosedürün nasıl işlediğini öğrenmek için Ege Üniversitesi'ni aradım.
Santraldeki sesi bile cici, anlayışlı hanfendi beni gerekli yere aktardı ve bir beyefendi bana, ellerine ulaşan tüm kanların İstanbul'daki merkeze iletildiğini, bu gibi durumlarda hemen diğer ülkelerin kemik iliği bankaları ve Hollanda'daki ilik bankasıyla irtibata geçildiğini, uygun donör bulunur-bulunmaz, donöre ulaşılıp yardımı istendiğini açıkladı.
Yarın sabah, hemen, en yakın ( internetten bulduk, şansımıza bakın ki, evimize çok yakın kan verebileceğimiz bir nokta varmış) kan verme noktasına gidip, sevgilimle birlikte iki tüp kan vereceğiz.
Yeter mi? Yetmez!
Yarın sabah, kan verdikten sonra, iş yerime gider-gitmez, üst yönetime acil başlıklı bir mail ile bu hepimize ibret durumu anlatıp, tüm şirket çalışanlarını bir tüp kan vermeye davet edeceğim.
Bunu da, yarın kan vermeye gittiğimde, organize şekilde, en hızlı şekilde nasıl yapabileceğimizi, yetkili merkezin doktorlarıyla görüşeceğim.
Madem global bir şirketin çalışanıyım, bu binlerce-onbinlerce kişinin  katkısını sağlamak için dirsekleri sıvamak zorundayım.
Hem bakarsınız, bizim şirket-diğer şirket derken, bu zincirleme bir reaksiyona dönüşür de, donör sayısını bir kaç milyon artırabiliriz.
Kim bilir?
Karar vermek, çabalamaya hazır olmak, başarmanın yarısı değil midir zaten?

Sesimi duyun arkadaşlar!
Özellikle yurt dışında yaşayan arkadaşlarım.. hadi, n'olur, biraz gayret edelim, çırpınalım.
Bu hastalıkla kırankırana savaşan binlerce can'a bir umut ışığı da biz yakalım!

Gamze'yi tanımak için;
Gamze'nin Blogu
Gamze İçin

Dayan Gamze!
O donörü bulacağız!
Minik oğlunun avuçlarına, daha milyonlarca kez öpücük kondurup, ellerinin-ayaklarının kocaman olmasını izleteceğiz sana :)
Yeter ki, o güzel yüzünden gülümsemeni yitirme, n'olur...


Hanimiş: sadece aklından ''donör olmak riskli mi?'' diye geçiren olursa, siz mışıl mışıl uyurken, kalçanızdan azıcık irice bir iğne ile ilik alacaklar... acısız-sızısız, ertesi güne işinize-gücünüze dönebileceksiniz.
Birine can vermek, umut olmak, işte bu kadar basit.


DEMİŞTİM.


Şu anda;
15 Şubat 2012 / Çarşamba
11:40

An itibari ile ne yaptığımı sizinle paylaşmaya karar verdim arkadaşlar.
Elimden geleni yaptım, şimdi sonuçlarını vermesini bekliyorum.
Aşağıda, yaptıklarımdan bir kaç ekran görüntüsü bulacaksınız, gerçi bu epostaları paylaşmakla kendimi birazcık deşifre etmiş oluyorum ama... Gamze'den önemli değil ya?
Buyurun:


Ve burada da, şirketimizin tüm çalışanlarla paylaşmak üzere üzerinde çalışmaya devam ettiği ve tamamlanmamış resmi duyuru taslağını bulacaksınız:


Şimdi, sonuçları, cevapları bekliyorum.
Elimden gelenin hepsi bu, keşke daha fazlası gelse :(

Dayan Gamze...
Başaracağız.

İlan-ı Aşk...

Zordur aşık olmak...
Hem de aşık olanın, aşık olunan ile arasında bilmem kaç yüz bin kedi kuyruğu mesafe varsa... çok daha zor olsa gerek.
Bu ''ilan-ı aşk mektubu''nu, Arwey defterimin sayfalarını karıştırırken buldum :)
Aşağıda gördüğünüz, Nisa'nın Atletico Madrid kedisi Shiro, patileriyle yazmış efenim



Mart kapıdan baktırır...bak hele sen aşk neler yaptırır :))))

Ye, Dua Et, Sev, Sür, Not Al, Oku :)

İş bu gönderi; rengarenk, her rengi ayrı lezzette, minicik ve taptaze kuş lokumlarını -çok afedersiniz- güpleterek yazılmaktadır :)

Bugün, iş çıkışı koştur koştur postaneye gittim, bi' yarım saatte sıra bekledim.
İşlem bitip hatun kişi elime 2 ayrı paket tutuşturunca, sevincimden ne dediysem artık kadına, ben çıkarken şaşkın şaşkın suratıma bakıyordu :)
Tramvayda, eve gelinceye dek sevdim, okşadım, yükte ağır olduğu kadar pahada da ağır olduğunu bildiğim paketi :/
İlk paket beklediğim bir gönderiyi içerdiğinden üzerinde durmayacağım... ama ikinci 'kutu'' var ya... işte o kutu beni sevincimden çocuklar gibi dansettirdi.
Güldürdü... ve de ağlattı!

Önce şunu söyleyeyim; bu grafiker kısmısı pek bi' marifetli oluyormuş :)
Türk asıllı Polonyalı işkadınlarınca test edildi, onaylandı, İsviçreli bilimadamlarına gerek kalmadı :)
Paket, yakışıklı Shiro'nun sahibi ''eflatun kedi'' blogunun sahibi ''Nisa Ercan''dan geldi :)
Bu paketin neden geciktiğini çok iyi anladım, sırf paketi hazırlamak herhalde bi' hafta on gün sürmüştür.
Hiç üşenmemiş, özene-bezene seçmiş her bi' parçayı!
Sonra oturup her parçaya ayrı not yazmış.
Not demeye şahit ister, destan yazmış :)
Notların hepsini -pek bi' bana özel olduğundan efenim- paylaşmayacağım ama, ellerim titreye titreye, miladı dolduğu için netlik ayarı bozuk olan fotoğraf makinesi ile yakaladığım her kareyi paylaşacağım.


Ye; yiyorum yiyorum :)
Afiyet-şeker-bal oluyor an itibariyle bana bunlar :)


Dua Et; işte bu kısım çok dokunaklı oldu.
Bu ülkede mumla arasam bulamayacağım, tam ihtiyacım olan zamanda gelen... Kuran-ı Kerim meali beni mutlu etti :)
Namazında-niyazında-orucunda-sevabında olamayan, zirzopun bayrak sallayanı olarak; çok sevindim! :)
İşaret midir nedir?
''Höyt! otur yerine, yaş 35 oluyor, aç da oku!'' dercesine... :P


Sev; sevmem miiiiii? :)))
Özene-bezene çizmiş, ARWEY defterimi yaptırmış-göndermiş!
''Honey'miş benim Bal'ım!'' defterim var artık benim!
Demiştim; bu grafiker kısmısından korkulur :)


Sür; yarın işe bunu sürüp gitmeyeni öp-sün-ler! :)
Arayıp da bulamadığım renk!
Bakmayın böyle garip renkli durduğuna, kiremit rengi-kırmızı arası şa-ha-ne bir renk!
Tek katta kapatıyor, -evet, hemen bir tırnağıma denedim- yaşadım! :)
Alleeeaaaa! :)


Not Al; alıciiiim! :)
Açtım-kurdum düzeneği :)
Pek güzel görünüyor be Kız Kulesi!
Ofise götürüp masa üstüme koyacağım, maksat artistlik olsun :)



Oku; körün istediği bi' göz... :)
Üç-beş haftaya kalmaz kritiğini okursunuz bu sayfalarda.


Yüreğine, emeğine, yeteneğine, insanlığına, sevgisine hayran kaldığım Nisa'cım;
Dilerim, beni mutlu ettiğinin bin katı mutlu olursun.
Ne kadar teşekkür etsem azdır.
Dediğin gibi; ''Güzel Dostluklara...''

Honey'miş; lokumun biri bitti bu arada :/ neden bu kadar minicik ki bunlar? :P

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Bir Zamanlar Anadolu'da / Once Upon a Time in Anatolia



Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
Senaryo: Nuri Bilge Ceylan, Ebru Ceylan, Ercan Kesal
Oyuncular: Yılmaz Erdoğan, Ahmet Mümtaz Taylan, Fırat Tanış, Taner Birsel, Muhammet Uzuner
Tür: Dram | Psikolojik | Polisiye
Dili: Türkçe
Yapım yılı: 2011
Vizyon tarihi: 23 Eylül 2011
Süresi: 157 dakika
Zeyno Film | Fida Film | NBC Film
IMDb puanı: 8.3
Benim notum: 8



İçinde uzun soluklu diyaloglar, efektler, müzik barındırmadan da şahane filmler çekilebileceğinin, korku, gerilim, mutluluk hislerinin, arka planda müzik olmadan da yaşatılabileceğinin kanıtıdır Nuri Bilge Ceylan filmleri.
Ben severim.
Yine dupduru, şahane görsellerle bezenmiş, doğal akışında ve sade bi' film çekmiş.

Konusuna gelince:
Sorgusu sonucunda işlediği cinayeti itiraf etmiş ve cesedin yerini göstermeyi kabul etmiş olan Kenan'ın, cesedin yerini göstermek için ekip arabasına bindirilmesiyle başlayıp ertesi sabaha dek geçen 12 saatin anlatıldığı, oyunculukların muhteşem olduğu bi' film olmuş.
Gerçek hayattan bin bir detayın verildiği, yalakalık, iki yüzlülük, otorite, Anadolu insanının uyanıklığı ve saflığı, umut, çaresizlik gibi duyguların, bir bir, ders gibi, sessizce anlatıldığı bi' eser.
Şahsen, Ahmet Mümtaz Taylan'ın oyunculuğuna hayran biri olarak, filmi soluksuz izledim diyebilirim.
Film muhteşem mi? Hayır.
Ama gözü doyuruyor, bitişinde ''vay be!'' dedirten ve de sizi düşünmeye iten, aklınıza minik bi' bilmece bırakıyor.
Yine her şeyi izleyiciye bırakıyor yani...
Bir de, Nuri Bilge Ceylan'ın en fazla diyalog içeren filmi bu sanırım.

''İnsan yüzlerine ve de doğaya muhteşem bir bakış'' yazısıyla başlıyor fragmanı...


''Arap Ali: Bir zamanlar Anadolu'da, dersin... ücra bir yerde görev yaparken, işte böyle-böyle bir gece yaşamıştık dersin.
Anlatırsın yani, ne bileyim, masal gibi...''


''Doktor Cemal: Hani şairin dediği gibi; gene yıllar geçecek ve geride benden bir iz kalmayacak.
Yorgun ruhumu, karanlık ve soğuk kuşatacak.''


''Komiser Naci: Herkes yaptığının cezasını çekiyor... çocuklarsa büyüklerin günahlarını.''


''Savcı Nusret: Ya doktor... bir insan, bir başkasını cezalandırmak için, hakikaten kendini öldürebilir mi doktor? Olabilir mi böyle bir şey... ha?
Doktor Cemal: Zaten intiharların çoğu, başka birini cezalandırmak için yapılmıyor mu Savcı bey?''

İyi seyirler.

Görsel: Google Images

Defne'dildi yazmışlar senin için...







Bu taslak tam bi' yıldır kayıtlarımın arasında duruyordu.
03.02.2011'de iş yerimde yazmaya başlamıştım. Aynı gece 23:47'te son kez dokunmuş, kaydedip-bırakmışım.
Elim gitmedi o anda ''Kaydı Yayınla'' butonuna.

Herkes bi' testi-su yolu tutturmuştu... insanların acımasızlığı kanımı dondurmuştu, yayımlayamamıştım işte. Bugün gazetelere bakamamıştım, az önce gördüm,ölüm yıldönümüymüş Defne'nin. Bugüne saklanmış demek ki yazım.
Defne'nin hatırasına...

Bi' adım daha yaklaşırken Defne'nin olduğu yere.
---
Dear S.Ella,
Çok gençti daha, benden bile gençti. Ölüm ona yakışacak en son şeydi...

I am writing to you regarding...
Cıvıl cıvıldı, hayat doluydu, kalbindeki ağzındaydı, olduğu gibiydi, içtendi...

Please note that the attached document...
Minicik bebeği vardı, biblo gibi, şirin mi şirin bi' bebek... belki evliliği sallantıdaydı ama eminim umudu, ayakta duracak cesareti ve geleceğe dair planları vardı...

I would like to ask your approval or denial...
Yarına sağ çıkacağımızın garantisi yok, hâlâ hiç ölmeyecekmiş gibi har vurup harman savuruyoruz zamanımızı, sevgimizi, enerjimizi.

Could you please kindly...
Ölüm varsa hepimize... nedir bu verdiğimiz savaş? Hiç ölmeyecekmiş gibi planlar yapmamızın sebebi ne? Bu roller, görevler, yaşayamadığımız hayatımızın kalitesini yükseltmek amacıyla yıllarımızı verdiğimiz ''kodumunun kariyer çabası'' niye?
If you need more information...
Neden bu stres, kargaşa, iletişim savaşları, toplantılar, sunumlar, anlaşmalar, hedefler, milletin egosunu doyurma saplantısı... sanal dünyadan bile sanal olan iş teranesi?

Thank you in advance.
Kind Regards,
şu/bu/o

Şeytan diyo "bas istifayı"...

Hello şu/bu/o,
Ne yaparım ki sonra? Eldeki avuçtaki tükenince mecburum yine aynı çemberin içine girmeye.

Approved.
Adaletine kafam girsin hayat!

Best regards,
S.Ella

Sen huzur içinde uyu Defne, ağzı ishal olmuş insanların ardından söylediklerini duymuyor olman umudumla.
Bizler, geride kalanlar... senin gördüğün/tattığın o ''HİÇ'' uğruna aptal gibi savaşmaya devam edeceğiz nasıl olsa.
Bi' an durdum da; bu camdan kafeslerde, gösterişli plazalarda, hayatımızın en verimli yıllarının en verimli saatlerini bizim sırtımızdan zengin olanlara üç kuruş için ipoteklemişiz, çalış çalış 60'lı yaşlara dayanıncaya dek.
Sonra? Emekli olacağız da... 60 yaşımızdan sonra -ne kadar enerjimiz kalacaksa- hayatın tadını çıkaracağız!
Sabahları eşimizle -hâlâ hayattaysak tabi- ağız tadıyla kahvaltı etme, öğle saatlerinde sıcacık evimizde bi' iki saat şekerleme yapabilme ''lüks''üne sahip olacağız.
Bu mu hayat?
Onlarca yıl dur durak bilmeden çalışmanın ödülü ömrümüzün son demlerinde şanslıysak bi' on-on beş yıl çalışmadan, elimizde- yanımızda kalmış olanlarla hayatın tadını çıkarma çabası mı olacak?
İki gündür sersemlemiş durumdayım.
Her şey anlamsız geliyor.
İçimi bi' erkenden çekip gitme, ya da sevgilimi aniden kaybetme korkusu sardı.
Normal bi' ayrılık olsa; insan dayanır, bahanelere sığınır.
Ama ya böylesine severken... bu kadar mutluyken-huzurluyken ölüm ayrılık getirir ise?
Korkuyorum.

Senin için Defne'dildi yazmışlar çikolata kız, acımadan...
İnanmak istemiyorum onlara.
---

Bakıyorum da; aradan koskoca yıl geçmiş... o an ne düşünüp yazdıysam halen aynısını düşünüyorum.
Hislerim/düşüncelerim zerre kadar değişmemiş.
Demek ki: kendi hayatımda bi' adım ileri gidememişim!
Aynı yerde saymaya devam etmişim.
Pisipisine yaşayıp gidiyorum ve bu acımasız, adaletsiz, kıçı ayrı-başı ayrı oynayan-boktan hayat devam ediyor.
Böyleyken böyle işte.

Görsel: Google Images
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...