Uzun Bacaklı Baba / Daddy-Long-Legs


Yazar: Jean Webster
Çeviren: Lütfiye Ekiz
Orijinal dili: İngilizce
Basım yılı: 1912 (ilk) /2003
Yayınevi: Ütopya Yayınları

Kaldığı yetimhanenin mütevelli heyetinden bir hayırseverin kendisini koleje göndereceğini öğrendiğinde, Jerusha büyük bir heyecana kapılır; Jerusha Abbott, sıradan bir yetim, kolejde okuyabilecektir. Fakat, uyması gereken bazı kurallar vardır: bu hayırseverin gerçek adını asla bilmeyecek, ona her ay düzenli olarak okuldaki durumunu bildiren bir mektup yazacak, ama mektuplarına hiçbir karşılık verilmeyecektir. Kolej hayatında, yeni adıyla Judy, alışık olmadığı pek çok olayla karşılaşır ve bunların tümünü "Uzun Bacaklı Baba"sına yazmadan edemez. Oda arkadaşları, onu bilinmedik bir dünyaya doğru sürüklerler: sevgi dolu aileler, sosyetik partiler, balolar ve yakışıklı Jervis Pendleton´la gittikçe ilerleyen bir arkadaşlık ilişkisi... Judy, mektuplarında iç dünyasını ve sırlarını "Uzun Bacaklı Baba"ya açar, ancak kendisinden hiçbir cevap alamaz. Ta ki...

Bu on sekiz yaşındaki hayat dolu ve cesur kızın öyküsünü okurken, kendinizi onun dünyasında bulacak, onun esprili taraflarının yanı sıra, yüreğinin derinliklerinde gizlediği hüzünlerini de keşfedeceksiniz.


''Hayatta kişiliğini ortaya koymanı gerektiren dertler aslında büyük dertler değil. Kim olsa, kriz anlarıyla başa çıkıp korunç faciaları cesaretle karşılayabilir, ama günlük hayattaki ufak tefek şanssızlıklara gülüp geçmek... Bence, esas bunun için güçlü bir karakter gerekir.''


''Ben yalnızım. Gerçekten -tüm dünyaya karşı, sırtını duvara verip mücadele eden birisi- ve bunu düşündüğümde nefesim kesilecek gibi oluyor.''


''Bence her insanın hayal gücüne sahip olması şarttır. Böylece kendilerini başkalarının yerine koyabilirler. Bu onları anlayışlı ve düşünceli kılar. Çocukların bu yönde işlenmesi gerekir.''


''Önemli olan, büyük mutluluklar değil; küçük mutluluklardan olabildiğince haz almak. Mutluluğun gerçek sırrını keşfettim babacığım: içinde olduğumuz anı yaşamak. Geçmişten sonsuza kadar pişmanlık duymak ya da geleceği bekleyip durmak değil; hemen şu andan olabildiğince keyif almaya bakmak.''


''İnsanların çoğu yaşamıyor; sadece yarışıyor. Uzaklarda, ufuktaki bir amaca ulaşmaya çalışıyorlar ve bu koşuşturmanın arasında o kadar nefes nefese kalıyorlar ki, geçtikleri yolların etrafındaki dingin, güzel manzaranın tümünü kaçırıyorlar. Sonunda da, yaşlanmış ve yorulmuş olduklarını ve artık o amaca ulaşıp ulaşmamanın bir önemi kalmadığını farkediyorlar.''


''Onlara göre, istedikleri her şeyi dünya onlara vermekle yükümlü. Belki de öyledir -yine de, ne olursa olsun, borcu kabullenip ödemek gerekir. Bana gelince, dünya bana hiçbir şey borçlu değil ve bunu bana ta en başından açık seçik söyledi. Veresiye almaya hakkım yok, çünkü mutlaka dünyanın talebimi reddedeceği bir an gelecektir.''


''İnsan sahiden hayat hikayesini okuyabilse ne ilginç olurdu, değil mi?
Olacakların tümünü bilen bir alim tarafından yazılmış, tamamen gerçek bir hayat hikayesini kastediyorum. Diyelim ki bunu, bir tek şartla okuyabilirsiniz: olacakları asla unutmayacaksınız; yani hayatı, yapacağınız her şeyin sonucunu önceden bilerek yaşamak zorunda kalcaksınız, öleceğiniz zamanı bile dakikası dakikasına bileceksiniz. Bu durumda, sizce kaç kişi onu okumaya cesaret edebilirdi acaba? Ya da kaç kişi, ümitsiz ve sürprizsiz bir hayat yaşamak pahasına bile olsa, onu okumak için duydukları derin merakı bastırıp, okumamayı başarabilirdi?''


''Gençliğin doğum günleriyle ilgisi yok, sadece ruhun canlılığıyla ilgili. Yani, babacığım, saçlarınız kırlaşmış bile olsa, hala bir çocuk olabilirsiniz.''

Keyifli okumalar :)

Paulinka'ma...



Bunları hiç bir zaman okuyamayacaksın... okusan da, anlayamayacaksın benim canım dostum.
Dün gece, son kez yemek yedik birlikte.
Son kez yatağını hazırladık.
Son kez saçımı boyadın.
Son kez kaldırdık şarap kadehlerimizi dostluğa.
Son kez günaydın dedik birbirimize.
Son kez sarıldık, sımsıkı...
Son kez birbirimizin gözlerine bakarak birbirimize teselli sözcükleri geveledik.
Yine bir arada olacağımızı, yine görüşeceğimizi, hiçbir şeyin değişmeyeceğini söyledik.
Belki de ilk yalanımızdı bunlar birbirimize söylediğimiz.
Ve kapıdan çıktın, gittin.

Sanki, bir kaç gün sonra tekrar gelecekmişsin gibi.
Sanki, yine haftas onuna hain planlar yapıp, gülmekten gözlerimizden yaş gelinceye dek saatlerce sohbet edebilecekmişiz gibi...
Artık yoksun.
Varsın ama, artık uzaklarda yaşayacaksın.
Yeni hayatına gittin, sevdiğinle birlikte yepyeni bir ülkede, yepyeni bir şehirde kuracağınız hayatına koştun.

Sen gittikten sonra bir fincan çay demledim ve bir sigara yaktım.
Pencereden gittiğin yöne uzun uzun baktım.
Elimi-yüzümü yıkadım.
Sonra ansızın ağlamaya başladım.
Ağladım, ağladım... gözlerim şişip genzim yanıncaya dek hıçkıra hıçkıra ağladım.
Bir tek kare fotoğrafımız yok birlikte, senin fotoğraf makinesi gördüğünde, sanki bomba görmüş gibi koşarak kaçman yüzünden.
Senden çok şey öğrendim.
Paylaştığımız her an için; sana çok teşekkür ederim benim canım dostum.

İyi ki seni tanımışım.
İyi ki hem iş arkadaşım olmuşsun, hem dostum.
Hoşçakal.

* * *

Bu ülkede, şu ana dek sahip olduğum en yakın arkadaşımı, hatta artık 'dost' olduğumuz canımın içi ile vedalaştık.
Son geceyi birlikte geçirdik.
Karnımız ağrıyıncaya dek güldük, inadına...
Sabah sanki Pazartesi ofiste görüşecekmişiz gibi ayrıldık.
Ve, o bu sabah yeni hayatına...Macaristan'a gitti.
Sanırım kaderim bu benim; dost kazandım derken çok uzaklara düşmek ve ömrü hasretlerle geçirmek.
Daha fazla dost istemiyorum.
Merhaba-merhaba da kalsın muhabbetimiz.
Çünkü, çok acıtıyor ayrılıklar.
Tesellisi de yok.
Yanyana olamadığın, acını-mutluluğunu gözlerine bakarak paylaşamadığın, omzuna başını koyamadığın dostun uzağında olması teselli etmiyor işte.
Bugün canım çok sıkkındı.
Bugün çok yalnızdım.
Bugün, bir kaç tanıdık ses duymak istedim, işe yaramasa da bir avuntu.
Bir kaç dostum dinlesin beni istedim... olmadı.

Bugün anladım ki; ben gerçekten yalnızım.
Judy Abbott'un dediği gibi;
''Ben yalnızım. Gerçekten -tüm dünyaya karşı, sırtını duvara verip mücadele eden birisi- ve bunu düşündüğümde nefesim kesilecek gibi oluyor.''

Görsel: Deviantart.com

Pasaklı Tanrıça / Undomestic Goddess



Yazar: Sophie Kinsella
Çeviri: Bige Turan
Orijinal Dili: İngilizce
Basım yılı: 2006
Yayınevi: Artemis Yayınları

Arka Kapak Yazısı:
"Adım Samantha. Yirmi dokuz yaşındayım. Hayatımda hiç yemek pişirmedim. Yer silmedim. Toz almadım. Düğme falan da dikemem. Yapmayı bildiğim tek şey kontratları yeniden düzenlemek ve müvekkilimi milyonlarca pound kâr ettirmek."

Pasaklı Tanrıça, hayatı biraz daha ağırdan alması gereken genç bir kızın hikâyesi. Ki bu kızın artık kendini bulması, en önemlisi aşkı bulması gerekiyor. Ve elbette ki sözü edilen bu kızın, bir kenarda öylece durmasına alışkın olduğu ütü masasının ne işe yaradığını da artık uygulamalı olarak öğrenmesi gerekiyor.

"Samantha'ya çabucak kanınız ısınacak ve fazla mesai yapmış okuyucular bu avukatın hayatındaki ilk boş hafta sonunda yaşadığı sevinci çok iyi anlayacak."
- Christian Science Monitor

"Sophie Kinsella 'çıtır edebiyatı' oyunlarının zirvesinde. Olay örgüsü hızlı bir tempoda ilerlerken eğlendiriyor ve yazar acayip karakterlerine yeterli ölçüde gerçekçi ayrıntılar eklemeyi başarıyor."
- New York Post

"Kusursuz bir eğlence" Pasaklı Tanrıça hakikaten çok komik ve tatlı bir kitap. Kinsella mizahı iyi beceriyor ve okuyucularını meraktan çatlatıyor.
- Miami Herald

"Çok hoş bir romantik komedi."
-The Washington Post

Altını Çizdiğim Cümleler:
''Bütün cevapları bilmediğin için kendini cezalandırma. Kim olduğunu bilmek zorunda değilsin. Resmin tamamını görmek ya da nereye gittiğini bilmek durumunda değilsin. Bazen yalnızca bir sonraki adımın ne olacağını bilmek de yeterlidir.''

''Altı dakika seks değildir,'' dediğini duyuyorum gözlerim kapanmadan önce. ''Altı dakika haşlanmış yumurtadır.''

Tüm kitapta iki yerin altını çizmişim :)
Eğlencelik, çıtır çerezlik, hiç sıkmayan ama seni düşünmeye de itmeyen bir kitap.

Keyifli okumalar...

Görsel: Google Images

Bin Muhteşem Güneş / A Thousand Splendid Suns


Yazar: Khaled Hosseini
Çeviri: Püren Özgören
Orijinal dili: İngilizce
Basım yılı: 2007
Yayınevi: Everest Yayınları

''Nereye giderseniz gidin, ülkeniz peşinizden gelir. Artık siz orada yaşamasanız da o içinizde yaşar. Afganistan'ın Khaled Hosseini'de yaşadığı gibi…

Bin Muhteşem Güneş, ilk romanı Uçurtma Avcısı'yla tüm dünyada inanılmaz bir başarı yakalayan Hosseini'nin ikinci romanı.
Yazar bu romanında da yine doğduğu toprakları anlatıyor. Bu kez iki kadının kesişen yaşamları ve dostlukları üzerinden…
Küçük yaşta evlendirilen kızlar, çocuğu olmayan kadınlar, babaya ya da çocukluk arkadaşına duyulan, geçmişe gömülmüş aşklar…
Khaled Hosseini, hasreti, dostluğu, aşkı ve insanlığı en iyi anlatan yazarlardan. Başarıyla kurduğu olay örgüsüyle, çıkmaz yolların nasıl düzlüklere açılabileceğini gösteren yaratıcı bir kalem. Bin Muhteşem Güneş, kelimenin tam anlamıyla “beklenen” bir roman…''


''Bunu öğren, kafana iyice sok, kızım'', dedi Nana. ''Pusulanın hep kuzeyi gösteren ibresi gibi, bir erkeğin suçlayan parmağı da daima, mutlaka bir kadını gösterir. Her zaman. Bunu hiç unutma, Meryem.''


''Bak sana ne diyeyim. Bir erkeğin kalbi fesat, habis bir şeydir, Meryem. Bir ananın rahmine hiç benzemez. Kanamaz, sana yer açmak için genişlemez.''


''Aklına Nana'nın bir keresinde söylediği şey geldi; her bir kar tanesinin, dünyanın bir yerinde haksızlığa uğryan bir kadının ağzından dökülen bir ah olduğunu. Bu iç geçirmeler gökyüzüne yükseliyor, bulutlar halinde toplanıyor, sonra minicik parçalara bölünüp sessizce aşağıya, insanların üstüne yağıyordu.
Bizim gibi kadınların neler çektiğinin göstergesi, demişti. Başımıza gelen her şeye nasıl sessizce katlandığımızın.''


''Çünkü, bir toplumun, kadınları eğitimsiz olduğu sürece başarıya ulaşmaya şansı yoktur, Leyla. Hiç yoktur.''


''Sırrını rüzgara fısıldarsan, ağaçlara söylediği için suçlayamazsın.''


''Bu kentin ne çatılarını ışıldatan ayları sayabilirsin,
Ne de duvarlarının gerisine gizlenen bin muhteşem güneşi.''

Keyifli okumalar...

Kucak delisi :)


Kucak delisi :) a video by Sittirella on Flickr.
Sesimi de duydunuz ya... artık bu işin gerisi gelir :)

Bacaklarım masa altındayken kucağıma gelemediği için etrafımda dört dönen bu kucak delisini görmenizi istedim :)

Minnakımı severken ağzım burnum yamuluyor, konuşmam değişiyor (tam bir ergen gerisi olabiliyorum) içim eriyor resmen :)
O sebeple ne dediğime bakmayın, sadece minnakı izleyin lütfen.

Lütfen dedim... :)

Ne yardan geçerim, ne serden...



Dün evden çalıştım.
Haftalar öncesinden ayarlanmış bir eğitim ve konferans görüşme son anda iptal edilince gün bana kaldı... bomboş... kahve içerken penceremden dışardaki hayatı seyrettim, battaniye altı keyif yaparken kitap okudum.
Ve, elbette bol bol tespit yaptım :)

Buyrun, burdan yakalım;

* Kitap okumaya bayılıyorum ama zaman bulamamaktan yakınıyorum.
Oysa, her gün internet üzerinden gazeteleri son satırına dek okuyacak zamanı buluyorum.
Sanki, hepsi doğru/dürüst haber veriyormuş gibi :/

* Kitapların sayfalarını çevirmeye, kokusunu içime çekmeye, mini kitaplığımın rafına sıralamaya bayılıyorum.
Hatta ve hatta, bu mini kitaplığı kocaman bir kitaplık haline nasıl getirebileceğimi düşünüyorum.
Ama... yeri geldimi ''Doğayı koruyalım, ağaçlar kesilmesin, dünyayı ağaçlandıralım'' diye atıp tutmayı da pek güzel biliyorum :/
Bu, 'yağmurda yürüyeyim ama ıslanmayayım' ile aynı hesap :/
İki yüzlüyüm sanırım... evet :( ya da, yeteri kadar bilinçli değilim :(
Bu kitapları bastıkları kağıtlar,  fabrika atıklarından dönüştürmedikleri sürece ağaç kesmeye, orman yok etmeye devam sonuçta :(

Oysa, tabletler öyle mi?
Binlerce kitap saklarsın içinde, ne çevreyi kirletir, ne sana on yüz bin milyon ağaç kestirir...
Çantanda kütüphane resmen, kitap büyüklüğünde hatta cep boy.
Aç, oku hangi kitabı istiyorsan, koy çantana geri.
Deftere de ihtiyacın yok, dilediğin kadar yaz, sil, not al, sakla.
Ne büyük nimet aslında okumayı-yazmayı-doğayı sevenlere, doğayı korumayı isteyenlere...

* Yazarlar içinse durum iki ucu kakalı değnek.
Eyvah eyvah! insanın yazar arkadaşı olması pek fenaymış be. Söyleyeceklerime az dikkat etsem mi acaba? :)
Hem, ''doğayı koruyalım, sevelim, ağaç dikelim'' derler... hem de ''aman kitabım e-kitap olmasın!''
Aslında haklılar... neden?
E-kitap olursa üç kuruş para kazanmak bile neredeyse hayal şu anki şartlar altında.
İnternete düştü mü kitabın, bitti...
Yasalar, emeği/eseri/eser sahibini korumadığından, beş kişi parayla satın alıyorsa -ki kağıda baskının yarı fiyatı etmiyor e-kitap fiyatları- beşbin kişi bedava indirecek.

* Aynı olay plastik-kağıt için de geçerli mesela;
Alışveriş torbaları... naylon poşet kullanılmasın!
Tamam, katılıyorum, kullanmayalım elbette... ama battal boy kağıt torba da kullanmayalım bence.
Kağıt o... adı üstünde :/
Çevreyi kirletmeyelim derken, çevreyi yok etmeyelim.
Bez torba alalım... kağıt değil.

Sonracığıma...
* Ben, plastik kullanımına tamamı ile karşı değilim mesela.
Plastiğe karşı olma sebebim; alışveriş poşeti gibi, tek kullanımlık plastiklerin gezegenin canına okuması.
Yoksa, işin ''plastik kullanırsam kanser olurum, çocuğumun 3. gözü çıkar'' gibi korkularında değilim.
Uzun süreli kullanabileceğim eşyaların dönüştürülebilir plastik olmasında sakınca görmüyorum.
Mesela... ekmek/meyve/sebze doğramak için tahta yerine plastik kullanmamda sakınca yok.
Tahtayı mükemmel temizleyip, dezenfekte edemeyeceğim için mideme yerleşecek bakteri-mikrop sayısının beni hasta etme ihtimalinin yanında, benim o plastik doğrama aparatından kanser olma ihtimalim peeeeh! kalıyor açıkçası gözümde.
Annemin leğeni sanırım yirmi yıllık, hala kullanıyor(uz) ve sanırım bir yirmi yıl daha yeni leğene ihtiyaç yok.

* Hazır çorbaların, bu uzun süreli kullanılabilecek plastik eşyalardan daha fazla kanser etme ihtimali olduğunu düşünüyorum.
Katkı malzemelerinin... genetiği değiştirilmiş sebze ve meyvelerin... boyalı meyve suyu taklidi yapan ne idüğü belirsiz içeceklerin, buzdolabına koyduğunda bir yıl bozulmadan bekleyen bol kimyasallı yiyeceklerin...

Stresin, psikolojik baskıların, insanın içine dert olan, söyleyemediği-haykıramadıklarının, plastik bir bıçak sapından daha zararlı olduğuna eminim.
Evdeki plastik leğenimin, hunimin, ayakkabı çekeceğimin beni Cumartesi sabahı 06:00 sularında bağırıp çağırmaya başlayan ve bunu Pazar gecesi 02:00 sularına dek sürdüren üst komşum olacak, 70+'lık ömür bitirip adam olmayı beceremeyen dallamadan daha fazla hasta etme ihtimali olduğuna inanmıyorum açıkçası.

Nereden girdim konuya, nereden çıktım... daha doğrusu nasıl dağıtıp bıraktım.
Aklım karmakarışık bu aralar be blog :/ ne yazacağımı/yazdığımı bile bilmiyorum.

Görsel: Google Images

Aslında mutluluk...

ay ışığından bile yansır yüzümüze... görebilene.


'WrocLove' grubunun 'Kriss Lech' isimli bir üyesi çekmiş fotoğrafı, büyülendim.
Ve hemen sizinle paylaşmak istedim.

Zaten mutluluklar paylaşılınca güzel değil midir?

Mutlu geceler :)

Görsel: Google Images

Aralık sonu/Ocak başı; hatırlanma zamanı

İş bu gönderi dozunda sitem içerir;

'Beklendik hediyeler alıyorum seviniyorum, beklenmedik hediyeler alıyorum, sevincimden ağlıyorum' demiştim.
İşin aslı;  X-Mas/yeni yıl dönemini çok seviyorum çünkü sadece bu dönemde hatırlandığımı hissediyorum.

Benim pek arayan soranım pek yoktur.
Hatta ve hatta, ailem ve yüzyıllık üç kadim dostum dışında (onlar da ayda-yılda bir arar) hiç kimse aramaz desem yeridir.
Arada, yılda bir iki arkadaşım arar (onlar kendilerini biliyorlar), hatrımı sorar, ya da bir arkadaşım minicik bir hediye yollar... işte bu anlar benim mutluluktan ne dediğimi/diyeceğimi, ne yaptığımı/yapacağımı sapıttığım anlardır.
Genelde sevdiklerimi hep ben aradığım için, onlarda 'nasılsa bugün-yarın arar Sittirella' deyip aramazlar beni :)
Haklılar elbette, Polonya, şehir içi değil ki... kaldırdın mı ahizeyi/bastın mı 'YES' tuşuna, dünyanın parası tutar.
Ama madalyonun diğer yüzü; Türkiye'de şehir içi değil ki...
Bir kartpostal, bir mektup, bir kaç parça eşya yollamaya kalksalar... belki pahalıya gelir diye düşünüyorlardır ama bilmezler ki PTT'den gönderdikleri her şey ucuza gelir ve PTT'nin kargosu ucuzdur.

Belki de... ben Pollyanna'cılık oynayıp, arkadaşlarımın aslında beni hep düşündüklerini, akıllarında olduğumu ama meşguliyetlerinden, zamansızlıklarından veya imkansızlıklarından ara-ya-madıklarını, tek satır yaz-a-madıklarını, tek kart yolla-ya-madıklarını düşünüyorumdur ama işin aslı başkadır; aslında akıllarına bile gelmiyorumdur veya aramaya değmeyeceklerini düşünüyorlardır... :(
E-posta göndermek parayla değil ya... bunu bile yapmayan arkadaşlarım var... evet, hala varlar ve ben onlara ''arkadaşım'' diyorum ısrarla.

Ama bu ay hep farklıdır.
Bu ay, herkesin bir şekilde beni hatırladığı, adresime bir kart yolladığı, iki satır yazdığı ve imkan bulurlarsa aradıkları aydır.
O sebeple;
keşke yıl 365 gün (altı saat) yerine 99 gün olsa :)

Bakınız, bunlar insanı sevindirmeyecek, ağlatmayacak gibi mi? :)
Euphoric ablasından Bal'lı lokmaya Nazar boncuklu tasma (bana göre kolye!) :)))

Kizimin nazar boncuklu tasmasi

Nasıl da zevkini sürüyor sıpa :D
Bunlar da o zevk-sefa süren sıpanın sahibesine gelen hediyeler ;)

Euphoricimden

Görmüş olduğunuz altı adet altın değerinde kitap, yazmayı bırak, gözümden sakındığım benden yaşlı 'Lise defteri'm, şu an ofiste masa üstümü süsleyen bir 'İstanbul' kartpostalım ve de  aynısının tıpkısı kitap ayracım :)

Bir de bu turuncu minnaka oyuncak fare :)
(Kuyruğundan tuttuğu gibi, oda oda gezdiriyor hala bunu)

Kuryeye kapıyı açtığımda bilmiyordum Euphoric'in bana bir paket dolusu hediye yolladığını :)
İmzaladım-aldım ama hala uyanmadım olaya.
Sonra gönderenin ismini okudum; ''Zülfiye Esma Ermiş'' !
E-neeeeee! :) dedim, bu paket Euphoric'ten!
(Ne yalancıyım ben, ne yalancıyım!  İsmi bile üç saniyede uydurdum, bravo bana :P)
Açtıkça kitaplar... açtıkça eski, neredeyse antika sayılacak lise defterim, açtıkça oyuncak, kartpostal... sonra notunu okudum - tıkandım kaldım :/
Başladım ağlamaya... salya-sümük.
En son ne zaman sevincimden ağlamıştım hatırlamıyor-d-um, artık biliyorum :)
Tekrar teşekkür ederim beni deli gibi ağlattığın için :)))

*           *           *           *           *           *           *           *           *           *           *

Bu da, daha önceki gönderilerimde bahsettiğim, sayılı günler sonra beni bırakıp Macaristan'a gidecek olan en yakın arkadaşımın hediyesi tırmısı tırmısı, ipek ciltli, yusufçuk desenli :) hem de kareli defterim! :)))

Hediyelerim

Delirecektim sevincimden! :)
Bazen, kırtasiye bağımlısı olduğum için beni mutlu etmek çok mu kolay? yoksa... bana hep en güzelleri mi denk geliyor? diye sormuyorum değil kendime...

Soldaki defter bir diğer iş arkadaşımın arayışlarıyla bulunmuş, çok kullanışlı, üç çeşit sayfa ve koruma folyolarına sahip defterim! :)
Ayraçlarım ( cici kitaplara cici ayraçlar şart idi!), yarım boy Stabilo'larım ve maviş maviş belge koruma kabı kendime hediyem.
İçinde şu anda 2 pasaport bir de sağlık belgesi/muayene defteri yer almakta :)

Yusufçuk defterimin içini göstermezsem rahat edemem :P

Silk Notebook


Bir de, sevgilimin bana bir ay önce hediye ettiği pembeli 'Converse'lerimin diğer renklerinde aklım kaldı diye gidip diğer renklerini de alması vardı ki...

Oy oy oy! :)
Canım sevgilim benim :)
Pek düşüncelidir, kendini düşünmez beni düşünür canımın içi.

Converse


Hepsi beniiiiiim!
Bahar gelsin, güneş açsın.. n'oluuur! :)
Daha yeni yıla zaman var ve dilerim daha bir sürü bir sürü hediye alırım.

Hanimiş; Allam allam işalla yareppim, postacı amca bana çok kutu, zarf getirir, içinden hep şeker çıkar, kitap çıkar işalla yareppim, sübaneke dinimiz amin! :)

Görsel: Sahibinin sesi - Sittirella marka

Seviyorum dedim 'kırismıs' zamanını :)

Şimdi reklamlar;
Evet, reklam yapıyorum çünküm bu işin ardında 'cin olmadan adam çarpmaya kalkmak' gibi bir amaç yok :)

Benim canım arkadaşım, -şu aşağıda gördüğünüz kitapların yazarı kendisi- her iki kitabını,
o kitapların kahramanı olan yakışıklı robotun yer aldığı yastık kılıflarını ve de yine kendi çizimi ''Güzel Evim'' i yeni yıl hediyesi olarak blogger arkadaşlarımıza göndermek istiyor.

Hem öyle ''beni takibe al, bas bas bağır, yedi kez oturduğun apartmanı tavaf et, facebook'tan like ver, üç kere tahtaya vur'' gibi şartlar da koşmuyor :)))

Tek yapmanız gereken; böyle bir hediye istiyorsanız, bir kaç saniye sayfasına gidip, arkadaşıma haber vermek  :)

Gerisi şansınıza kalmış...
Blog sayfasını takip etme zorunluluğunuz da yok :)
Daha ne olsun?




Bakıyorum, bakıyorum...
Bak yine dertlendim :/
Allahım yareppim, sen arkadaşlarıma gani gani yetenek dağıtırken beni neden es geçtin? :(((
Pofffffff! :/
Adresi yukarda görmeyenler için bir kez daha tekrarlayayım;

Robots Doodles and Orange Bubbles :)

Hanimiş: Allam allam, işalla yareppim, işalla sübaneke, dinimiz amin :)

Bakın şu sıpanın yaptığına :)


Patatesle oyun a video by Sittirella on Flickr.

Ben de kendi kendime ''bu halıların püsküllerinde bir acayiplik var sanki'' diyordum.
Hiç bir acayiplik yokmuş efenim :)
Gayet normalmiş meğersem püsküller...

Bir güne sığdırılan ikinci gönderi

Şu tarayıcının haline bak, iyice ahı gitmiş-vahı kalmış :)


Aslında, bu ''el yazısıyla gönderi yapma'' fikri yaklaşık iki yıl kadar önce çaktı beynimde.
Eminim başkalarının aklına da gelmiştir... ama ne yazık ki evde tarayıcımız yoktu :(
Sonra düşündüm, tablet PC büyüklüğünde dijital defterlerimiz olsa... el yazımızı yükleyebileceğimiz ortam olsa bloglarımız... el yazısı severler için ne güzel olurdu.
Klavyeyle yazarak, sınırlı renk ve font seçenekleriyle kendini ifade etmeye çalışmak saçma geliyor bana.
Madem burası 'dijital günlük' günlüğüme bir çiçek-böcek çizemeyecek miyim?
Ya resim yapmak istiyorsam? Ya da sağa-sola ok çıkarıp mini notlar düşmek istiyorsam?
Sınırı yok ki elle yapılacakların :(
Sınırlanıp kalmaktan nefret ediyorum :(((
Ya Bil Geyts, ya da Stivın Jab abimiz yapardı bunu yapsa yapsa... ( huzur içinde yat Stivın...)
Eh, eve tarayıcı alıncaya dek ofis tarayıcısı+klavye yazımı devam dedim :)
Ama ofisteki tarayıcının hali göründüğü gibi.
İçler acısı :P
Başka katların/departmanalrın tarayıcılarını da gezecek halim yok elimde çiçekli-böcekli defter sayfalarıyla :D
Bu sebeptendir ki blog arkadaşlarım; eve o tarayıcı gelinceye dek klavye gönderilerine devam :/

Hanimiş: O tarayıcı eve gelecek! :)))
Hanimiş iki: Evet, bu fikir benimdir, a-ha buraya da yazdım :)

Önüme gelene bir tekme! :)

Hangi kanal?

Hangi Kanal

Kediyi merak öldürür diye boşuna dememişler :)
O pembe minik burun her şeye girecek!

Bugünlerde ben neler yapıyorum?

* Beklenmedik hediyeler alıp, sevincimden hüngür hüngür ağlıyorum :')
Euphoric'im teşekkürederim, zamanım olduğunda detayları paylaşmak istiyorum :)))

* Beklenmedik hediyeler alıyorum, Xmas-yeni yıl zamanını çok seviyorum! :)

* Beklendik hediyeler alıyorum, -ne yalan söyleyeyim- ne çok sevenim varmış diye çocuklar gibi seviniyorum :) Hediyelere, sevilmeye, şımartılmaya doymam, bıkmam.

* Deli gibi çalışıyorum :/ Bol bol okuyorum :) Uykusuzluktan geberiyorum :(

* Çok hain, pek fena, alengirli-afili planlar yapıyorum :)

* 24 Aralık'ı iple çekiyorum, 9 günlük (yazıyla dokuz) tatilimi dört gözle bekliyorum :)))

* Kızımla oynuyorum, kedileri/kedilerle yaşamayı öğreniyorum... içime sığmayan bir sevgi yaşıyorum. Sanıyorum bu Bal Kız'a aşık oldum :)

* Ayı patisi gibi ''Ugg''larla sağda solda dolanıyorum :D
Ofis-sokak-yağmur-soğuk... peeeeh!
Bunca yıldır burun kıvırmakla halt etmişim! Konfor, rahatlık, sıcacık, oh mis! :)))
Ugg sevmeyen arkadaşlarıma selam ederim ;)

* Kışa hazırlanıyorum, karlı günler kapıda, ha yağdı-ha yağacak :)
Her yer Xmas hazırlığında, birbirinden güzel şeyler satışta!
Yılın bu dönemini çok ama çok seviyorum.

* Kırtasiye manyaklığım tavan yaptığı için, maaşı kaleme-deftere yatırmaktan korkuyorum :/
Bu manyaklığıma ayrı bir gönderide değinmeyi planlıyorum :)

* Uyumaya gidiyorum.
Şimdi siz uyuyorsunuzdur, mışıl mışıl... bunları da ya kahvaltıda, ya ofiste çayınızla ya da eve döndüğünüzde zaman bulduğunuzda okuyacaksınız;

Mutlu olsun gününüz! :)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

...yavrum seni layk ettim...